☆STARS'3

2.6K 400 131
                                    

Yalnızlık bazen ağırlaşıyor.

🍁

Birinci Tekil Anlatım (Abay'ın ağzından)

Her geçen gün, sanki biraz daha fazla sorumluluk yükleniyordu omuzlarıma. Para kazanmam lazımdı. Kardeşim, Sinan. Babam kaza geçirip gözlerini kaybettiği vakitten sadece birkaç hafta sonra okulunu bırakmak zorunda kalan kardeşim, Sinan'ım. En çok ben üzülmüştüm okulu bırakmasına. Oysa hep bize, "Aman boş verin, zaten okuyamayacaktım. En azından iş hayatına erkenden atılır, erken emekli olurum." diyordu. Gerçi buna kendisi de inanmıyordu da, inatçılığından laf dinletemiyorduk.

"Sen dur, ben çalışırım." dediğim de ise erkeklik gururunu kabartıp,

"Biz neciyiz burada! Sen okuyacaksın. Okulunu bitirdikten sonra çalışırsın." diyordu. Öyle böyle diye diye kardeşimin kazandığı para ile dershaneye gitmiş ve şükürler olsun ki Ege'yi kazanmıştım. Hani şu, sonuçlar açıklandığı, kazandığımı öğrendiğim vakit sevinçten olduğum yerde zıplayıp tavandaki avizeyi kırdığım üniversiteyi. Aslında çok yükseğe sıçrama gibi bir yeteneğim de yok. Sadece evimizin tavanı biraz basık olduğu için yerden 10-15 santim zıplamam yetmişti avizeyi kırmama.

Babam, dedem ile beraber yapmışlardı bu gecekonduyu. Ta yıllar önce. Duvarlarındaki çimento karışımının yapımında ise parasızlıktan deniz kumu kullanmışlardı. Anlayacağınız, babam gözlerini kaybettiği için, çalışamadığı için değildi fakirliğimiz. Biz evvelden beridir kıt kanat geçinen bir aileydik. Babam bize sürekli kendisi bizim yaşındayken yaşadığı sıkıntıları anlatır, şu anki halimizin aslında iyi olduğunu öğütlerdi. İstanbul'a ilk geldiğin camide yattığını, açlıktan ot yediğini anlatırdı. Ama her gün haline şükreder, dua ederdi. İsyankar değildi. Sana da sözüm olsun baba; bu kızın bir gün size saray gibi büyük bir ev armağan edecek.

Kırılan avizeyi babam pek dert etmemişti. Çünkü evlerinden çıkacak olan bir mühendis evladın gururunu yaşıyordu. Fakat görünen o ki, okulumu bırakmak zorundaydım. Çalışmalıydım. Fakat iş de yoktu. Şu lanet kriz, en çokta bizim gibi sefaletin pençesine düşmüş garibanları yıpratıyordu.

Üzerime bir salaş tshirt, altıma da keten bir pantolon geçirdikten sonra sırt çantamı da alıp evden ayrıldım. İş aramayı okuldan sonrasına bırakmıştım. Çünkü bugün dans dersinden sonra Edis ile konuşup onu sokakta dans etmeye, para kazanabilme ihtimalimize davet edecektim. Kabul edeceğini pek sanmıyordum fakat pek de umurumda değildi. Ne Edis'e, ne de Ada'ya ihtiyacım vardı. Bu dans illa grupça mı yapılıyordu, tabi ki de hayır. Solo dans eder, bir şansımı denerdim. Fakat Edis'in dansta olan yeteneğini, birlikten kuvvet doğar ideolojisini bir kenara bırakmakta ahmaklık olurdu. "Ah be Edis. Ne olur evet desen ya!" diye söylendim metro aracından inerken.

Ağır adımlarla yürüyüp öğrenci kartımı güvenlik görevlisine gösterip kampüsün içerisine girdim. Voleybol oynayan gençlerin yanından geçip kantine doğru ilerledim. Bu esnada kantinden çıkan Ada, beni görünce yarı yürür yarı koşar adım ile yanıma geldi ve gülümseyerek,

"Benim balım gelmişşşş!" sımsıkı sarıldı. Sarılmasına karşılık verdim.

"Nasılsın?" dedim, neşeli bir ses tonu ile. Ada'yı görmek beni cidden neşelendiriyordu.

"İyiyim, hadi gel. Dans dersimiz var. Gidip hazırlanalım."

"İyi de, fizik dersimiz?" dedim.

"Ya boş ver. Ders notlarını alırız sonra." diyerek koluma girdi ve beni dans dersimizin olduğu spor salonuna doğru götürmeye başladı.

Direnmedim. Fizik dersine girmek istemiyordum. Hocamız tam anlamıyla ahmağın tekiydi resmen. Ders yerine bize lise yıllarında yaptığı çapkınlıkları anlatır, son beş dakika da tahtaya bir şeyler karalar, çıkar giderdi. Dersler kısa ve boş geçtiği için bu durum sınıftaki çoğu kişinin hoşuna giderdi. Fakat bu durumdan şikayetçi olan, ders işlemediği için hocayı rektörlüğe şikayet eden öğrencilerin sayısı da azımsanmayacak kadar çoktu.

YILDIZLARHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin