ııı.
Yağmur durmuş, her yer buram buram toprak kokuyordu. Gün boyu mahpus kaldığı bulutlar ardından görünmeye başlayan güneş, fersiz ışıklarıyla Nizami Paşa konağının saçaklarını yalayarak batıyordu. Akşam güneşini bir tek, konağın büyük salonu ile Kerem'in yattığı oda alıyordu. Günün son ışıklarını kaçırmamak için aksaya aksaya pencere kenarına gitti ve camı ardına kadar açtı Kerem. Sakinleşen rüzgâr tatlı tatlı eserken dokunduğu yüzlere ılık buseler konduruyor, içeriye kurumuş otlarla karışık toprak kokusundan çürümüş gazellere, mutfaklardan dışarıya taşan kızarmış biber kokularından közlenmiş taze balıklara kadar envai çeşit kokuyu bir eczacı gibi karıştırıp koliliyor, sarıp sarmalıyor, getirip salonun orta yerine boca ediyordu.
Kerem başını pencereden iyice çıkarıp etrafa baktı. Kaburgaları birbirine geçmiş aç bir köpek kendisini yalıyor, kapkara bir kedi silkelenerek üzerindeki yağmur sularından kurtulmaya çalışıyor, bitlerinden mustarip iki sevimli kumru birbirlerini gagalıyordu. Şiddetli yağmuru en az hasarla atlatmak için evlerin saçaklarının altındaki boşluğa sığınan adamlar, sığındıkları yerlerden çıkmış yeni bir yağışa yakalanmamak adına birbirini çelmeleyen adımlarla evlerinin yolunu tutmuşlardı. Yolun karşısındaki küçük bahçeli evin şirin çocuğu, duvarın üzerinden caddeye sarkmış yolu gözetliyordu. Babasını görür görmez koşturup elindeki fileyi aldı. Fakat tartamayınca sürükleyerek taşıyor, filenin yırtılmasına, patateslerin, çavuş üzümlerinin, kırmızı kışlık elmaların sağa sola dağılmasına aldırmadan son derece ali bir görev ifa edenlerin vakur edasıyla yürüyordu.
Bakışlarını caddeden alıp gökyüzüne baktı Kerem. İçlerindeki tonlarca suyu boşaltarak hafifleyen bulutlar, top top yapağılar gibi ayrılmış, kızıl ve lekesiz semada, her biri kendi havasında, bir başka diyara doğru yüzüyorlardı. Güneş, alev alev yanan bir vadinin içine doğru hızla gömülürken, Cibali yokuşundan Nizami Paşa konağına, oradan Haliç'e sıra sıra ağaçların, tek katlı evlerin hatta İstanbul'un yedi tepesinin eflatun renkli gölgeleri düşüyordu. Gün iyiden iyiye can çekişirken, nedense canlanıyordu Kerem. Bu yüzden bir parça üşüse de pencereyi kapamadı hemen.
Gerçekten de iyiydi artık. Ağır yaralı olduğu ve neredeyse hayatından ümit kesilen günler geride kalmış, Gülhane Seririyat Hastanesi'nin tabiplerini dahi şaşırtan bir süratle iyileşmişti. Şimdilik bir parça öksürüğü vardı, biraz da aksıyordu. Tabiplere göre, birkaç aya aksaklığı tamamen bitecekti. Yalnız o, ayağından ziyade kulak hizasından boynuna doğru ince ve uzun bir favori gibi uzanan kılıç yarasını dert ediyordu. Ne zaman bir aynaya baksa veyahut da bir pencerede aksini görse bir düğmeye dokunulmuş gibi bir anda havası değişiyor, altındaki zemin sihirli bir uçan halıya dönüşüyor ve onu alıp Kut'ül Amare'ye götürüyordu. Her defasında erkekçe, mertçe vuruşuyor, sonrasında vura vura, vurula vurula, öldüre öldüre, öle öle geri çekiliyordu. Ne zaman orayı düşünse üç yıl boyunca Irak Cephesi'nde her ne yaşamışsa yeniden yaşıyor, ellerini bir kılıç gibi sağa sola savuruyor, kır atının üzerindeymişçesine mahmuzluyor, çizmeleriyle dehliyordu. Bu hal bazen onu öyle etkisi altına alıyordu ki bir sara hastası gibi vücudu tamamen kilitleniyor, bu haleti ruhiyeden uzunca süre çıkamıyordu.
Üşümeye başlamıştı. Pencereyi kapatıyordu ki yeniden kılıç yarasını gördü Kerem. Gayri ihtiyari yarasına giden elini çabucak çekti, düşünmemek için başını çevirdi, Kız Kulesi'nin en hüzünlü halinin resmedildiği Civanyan tablosuna baktı. Fakat olmadı. Genç bir Arap atı gibi, elverişli rüzgâr yakalamış bir kartal gibi, bir tayyare gibi hatta bir şimşek gibi oraya gitmişti bile. Aksayan ayağıyla döşemeye vuruyor, kilitlenen yumruklarıyla sehpayı parçalıyor, başıyla duvarları dövüyordu. Keskin bir bıçak gibi tek bir çizgiye dönmüş dudaklarını güçlükle açıp var gücüyle bağırmaya başladı: