XIV.

12 2 5
                                    


XIV.

Şadırvandaki çeşmenin suyuyla bir güzel ellerini, yüzünü yıkadıktan sonra cami avlusunun yarısı yıkık duvarının dibine çöktü Kerem. Kulakları, kaç zamandır mütemadiyen duyduğu bir kadın sesiyle uğulduyordu.

-Kardeşlerim!! Ruhu göklerde olan yedi yüz senelik şanlı tarihimiz bu minarelerden bugün, Osmanlı tarihinin faciasını seyrediyor. Bu muazzam, bu tarihi meydanda, zafer alayları tertip eden ecdadımızın ruhu bizi seyrediyor. Dünyaların öbür ucuna at süren namağlup erlerin evlatları önünde baş eğiyor ve diyorum ki: Ben, Müslüman tarihinin bedbaht bir kızıyım. Bugünün talihsiz fakat aynı derecede kahraman anasıyım. Ecdadımın aziz ruhları önünde eğilerek diyorum ki silahları alınmış milletimizin kalbi de tıpkı sizler gibi yenilmez kuvvettedir. Allah'a ve haklarımıza iman ediyoruz.

Saatlerdir avare avare yürümekten dermanı çekilen ayaklarını uzatarak avluya baktı Kerem. O ses hala kulaklarındaydı.

-Kardeşlerim; Bu Avrupa'nın itilaf devletleri bizlere karşı öyle kinle doludurlar ki şayet ayda ve yıldızlarda Türkler, Müslümanlar var denilse hemen oralara da istila ordularını gönderecekler! Bugün hilali parçalamak adına, ellerine bir fırsat geçmiştir! Şu anda yanımızda hiçbir garplı kuvvet yoktur. Güya bir mahkeme kurmuşlar, yenilen devletleri parçalıyorlar. Bugün bize günahkâr diyenler, sizler o kadar günahkârsınız ki okyanusun suları bile günahlarınızı temizlemeye kâfi gelmez. Bir gün gelecek daha büyük bir mahkeme kurulacak ve o mahkeme milletleri tabi haklarından mahrum bırakanları mahkûm edecektir!

Bu ses, Halide Edip'in sesiydi. Kerem, yorulup dinlenmek için girdiği caminin avlusunda, birkaç ay önce katıldığı Sultan Ahmet Mitingini ve o mitingin ateşli hatibi Halide Edip'i hatırlamıştı. Halide Edip, öyle bir konuşmuştu ki bu konuşma bir ilaç gibi tüm vücuduna sinmiş, tüm hücrelerine işlemişti. O gün meydana girebilmek için ne denli zorluk çektiğini hatırladı Kerem. Tramvay yolundan yokuş yukarı arabalardan biri gidip biri geliyor, sanki bütün bir İstanbul, mahşer meydanına toplanır gibi bu meydana toplanıyordu.

O meydanda her türden insan vardı. Fesli ve kravatlı yirmili yaşlarda Darülfünun öğrencileri, üniformalı, üniformasız askerler, zabitler, sarıklı medrese talebeleri, müderrisler, tekkelere bağlı müritler, başörtülü, şapkalı kadınlar... Hele kadınlar, asıl dikkat çeken kitle onlardı. Meydanın tam ortasını doldurmuş, simsiyah çarşaflarıyla adeta İzmir'in, Aydın'ın matemini tutuyorlardı. Kimi kadınlar çocuklarını da getirmişti. İki de bir kucaklardan zıplayan çocuklar, korku ve heyecan içerisinde bağrışarak, cıvıldaşarak bu devasa kalabalığa bakıyorlardı. Tüm anneler sanki sözleşmiş gibi çocuklarına beyaz elbiseler giydirmişlerdi. Beyazlar içerisinde melekleri andıran bu günahsız çiçekler, o gün meydanın ışığı, istikbalin aydınlığını temsil ediyordu.

Nutkun başlamasına yakın öyle bir kalabalık oluşmuştu ki iğne atılsa yere düşmeyecekti. Kalabalık tıpkı bir namazdaymış gibi vecd halinde hareket ediyor, aynı anda yürüyor aynı anda adımlar atıyordu. Ülke, Sultanahmet Meydanı'nda yekvücut olmuş, omuz omuza diz dize yürüyordu. Kimisi elinde 'Müslümanlar ölmez, öldürülemez' yazılı pankartları, kimisi de Wilson'un 12. prensibinin yazılı olduğu büyükçe kâğıtları taşıyordu. Kalabalıktan yansıyan bu maneviyat, bu enerji, bu ruh, meydana, meydanı çevreleyen binalara, Bizans'tan kalma kadim taşlara, ağaçlara kadar yansımıştı. Meydanı çerçeveleyen ağaçlar her zamankinden daha dik, daha yeşildiler.

Derken Halide Edip çıkıvermişti kürsüye. Kürsüye sarılan koca Türk bayrağının önünde duran bu ufak tefek kadın, adeta uzamış, bir yıldız gibi dev bayrakla bütünleşmişti. Heyecandan titriyor, ılık bir rüzgâr elbisesinin iliklerinden içeri girip çarşafını dalgalandırıyor, başörtüsünden taşan bir bukle saçı, yüzünü alazlayıp duruyordu. Bütün gözler, İstanbul'un bu en nadide hanımefendisine çevrilmişti. Ancak iyi gözükmüyordu. Simsiyah elbiseleri içerisinde iri gözleri küçülmüş ve kanlanmış, her daim gülen yüzünün ifadesi değişmişti. Sımsıkı sardığı başörtüsüne sıkışan yay gibi kaşları daha da gerilmiş, kaşlarıyla kirpikleri arasındaki bölge zayıflıktan çökmüş, enli burnu sonradan monte edilmişçesine etsiz yüzüne yapışmış, dolgun dudakları morarmıştı.

Yanındakilerle bir şeyler konuşurken ağzı bir erkek ağzı gibi açılıp kapanıyordu. Zayıf ve bitkin vücudu günlerdir bir şey yemediğine delalet ediyor, endişeli bakışları bütün bir ruhunu çırılçıplak bir şekilde orta yere seriyordu. Muhtemelen İngilizlerin hışmına uğrayacağını düşünüyor ve en çok da Robert Koleje yatılı vermek zorunda kaldığı çocukları için endişe ediyordu.

Daha 'Kardeşlerim!' demeden meydan coşmuştu. Halk, önü kesilen bir baraj gibi dolmuştu. Önüne yığılan aşılmaz bariyerleri aşmak, çelikten setleri yıkmak için adeta bu konuşmayı bekliyordu. Hep bir ağızlardan tekbirler getiriliyor, 'Ya Allah!' nidaları Sultan Ahmet'in görkemli duvarlarına çarparken, 'Bismillah' haykırışları Ayasofya'nın eşsiz kubbesinde çınlıyor, 'Allahuekber' lafızları kalabalığı oluşturan her bir ferdin sinesinde yankılanıp yeniden hatibe dönüyordu.

Kalabalık öyle coşmuş, öyle kendinden geçmişti ki sırf korkutmak için meydanın üzerinden uçan İngiliz uçaklarına, kimse kafasını kaldırıp bakmıyor, uçakların kanatları kalabalığa değecek kadar yakınken dahi hiçbir kadın yerini terk etmiyordu. Sanki bu sabah meydana gelirken çarşaflarını değil de kefenlerini giyip gelmişlerdi. Erkekler de onlardan geri kalmıyorlardı. Kerem emindi ki o an uçaklardan üzerlerine yağmur gibi kurşunlar yağdırılsa hiçbir erkek kaçmayacak dahası hissetmeyecekti de.

Halide Edip, susuyor, kalabalık teskin olduktan sonra devam ediyordu.

-Kardeşlerim; Osmanlı toprağında böyle muazzam, böyle tarihi bir gün belki bir daha hiç olmayacak. Unutmayın; hükümetler düşmanımız milletler dostumuz, kalbimizdeki haklı isyan ise kuvvetimizdir. Bütün milletlerin haklarını kazanacakları gün çok da uzak değildir. O gün geldiğinde bayraklarınızı alınız ve bu maksat için canlarını veren kardeşlerinizin mezarlarını ziyaret ediniz. Şimdi benimle beraber yemin edin!

Yüreğimizdeki mukaddes heyecan, hakkımızı alana kadar devam edecektir...

Çöktüğü yerden doğruldu Kerem. Yorgunluğu bir parça azalmıştı. Çantasını sırtlayarak yeniden devam etti yoluna. Güneş yükselmiş, kalın üniformasının içinde iyiden iyiye terlemişti. Sokakların birinden çocuk gürültüleri geliyordu. Biraz daha ilerleyince, karşıdan ağzı burnu kanlar içerisinde bir çocuğun geldiğini gördü. Hemen durdurup ağzını yüzünü sildi, başını okşadı. Çocuk hem ağlıyor hem dert yanıyordu.

"İnan Zabit Amca, Vallahi çok kişilerdi! Yoksa hepsinin hakkından gelirdim!"

"Kimler dövdü seni?"

"Ermeni çocukları! Mahallelerinden geçtim diye dövdüler."

"Niye? Mahalleden geçmek suç mu?"

"Geçenlerde de biz onları dövmüştük. Ama biz döverken sayılar eşitti. Adam adama kavga etmiştik." Güldü Kerem.

"Demek adam adama ha! Adın ne senin?"

"Beytullah! Kara Ahmet'in oğluyum ben. Tanır mısın?" Kerem cebinden madeni bir para çıkarıp uzattı.

"Haydi açık bir bakkal bulup kendine bir şeyler ısmarla!.." Çocuk gözlerini silerek uzaklaştı. Kerem yumruklarını sıkarak yoluna devam etti. İşgal yetmezmiş gibi milletler de birbirine düşmüş, kavga bir sel gibi ülkenin bütün katmanlarını içine almıştı, masum çocukları bile.

Yolda bedeninden çok ruhunu bitkin hissediyordu. Canlanmak için kendi kendine konuşuyor, Halide Edip gibi nutuklar atıyor bazen de özendiği paşaları düşünüyordu. Kerem'in özendiği ve kendine örnek aldığı paşa, Medine müdafii Fahreddin Paşa'ydı. Çöl Kaplanı ünvanlı bu Paşa, İngilizlerin bütün gayretlerine rağmen Medine'yi savunmaya devam etmiş, İngilizler yağmalamasın diye 100 parçalık kutsal emanetleri İstanbul'a nakletmiş, Mondros imzalandıktan sonra bile Peygamber şehrini terk etmemişti. Ambardaki erzak, zerzevat tamamen tükenince Fahreddin Paşa, askerlerine çekirge yemelerini emretmiş, açlıktan kırılan ordusunu

"Askerlerim bu bayrağa iyi bakın bu herhangi bir bayrak değildir. Burası son direnme noktasıdır. Eğer biz direnirsek düşman dağılacaktır." gibi sözlerle ayakta tutmuştu. Daha yaşarken adını altın harflerle tarihe kazıyan bu paşayı düşüne düşüne yürüdü Kerem. Nihayet gelmişti. Çantayı yere koyup uyuşan eliyle kapıyı çaldı. Kapı açılırken bir çocuk gibi savundu kendisini

"Gidemedim Olivia. İnsan bedeniyle değil ruhuyla savaşır. Ruhum buradayken savaşamaz, savaşanlara yük olur, verilecek yemeği, atılacak kurşunları israf etmiş olurdum...

Not: Devamı çıkacak kitapta inşallah...

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Nov 24, 2018 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Vesikalı VatanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin