VII.
Osmanbey'den Şişli istikametine doğru yürümekteydi Rauf Bey. İncecikten bir kar yağıyor, hafif yokuşlu yol, bir karış kadar karla örtülmüştü. Yağan bembeyaz kar, insana huzur vererek, neşelendirerek, bir delikanlı gibi kanını tutuşturarak yağmıyordu. Sanki düşman çizmeleri tarafından ezilmiş, küçük düşürülmüş, hakarete uğramış, tertemiz namusuna leke sürülmüş bu esir şehre yağmak istemiyor, yağarsa kirlenecek, başkalaşacak, kendisi olmaktan çıkacakmış gibi kırgın kırgın düşüyordu. Bu kırgınlık, düşen her bir kar tanesiyle beraber daha da artıyor, düştüğü yolu, uğradığı parkı, tutunduğu kaysı dallarını, yapıştığı saçakları, dokunduğu cumbaları, konduğu umutsuz çehreleri daha da mutsuzlaştırıyor, kaçırıyor, kabuğuna hapsediyordu. Ne evlerin camlarında bir ışık, ne sokakta koşturan, kızaklarıyla kayan neşeli çocuklar ne de avlularda sevinçle, kahkahayla minik cıvıltılarla yapılmış, kömür gözlü, havuç burunlu kardan adamlar vardı.
Yol, yer yer buzlandığından yürümekte zorluk çekiyordu Rauf Bey. Yeni aldığı ancak bir miktar sıkan ayakkabılarının fortlarına basarak yürüyor, kaymamak için direklere, evlerin duvarlarına tutunuyordu. Akşama doğru şiddetini artıran rüzgârla beraber yerdeki karlar da havalanmış, başkaca bir istikamet bulamadıklarından, adımladığı cadde boyu uçmaya başlamışlardı. Uçuşan her bir tane, alnını yalıyor, elmacık kemiklerini ince ince kesiyor, uykusuz gözlerinin içine giriyor, boynuna doluyordu. Az ilerisinde mangalının közlerini karıştıran bir Rum, kestane pişiriyor, yarı çıplak bir düşkün para dileniyordu. İki kese kâğıtlık kestane alıp birini dilenciye verdikten sonra yeniden paltosunun yakalarını yukarı doğru çekti, atkısıyla yüzünü kapattı. Daha birkaç ay öncesine kadar koskoca Bahriye Nazırı iken şimdi özellikle paltosuna bürünüyor, atkıyla yüzünü kapatabildiği kadar kapatıyor, tanınmamaya çalışarak yürüyordu. İşgal altındaki bu şehirde, nazır bile olsa herkes tehlike altında ve her an için tutuklama ihtimali ile karşı karşıya idi.
Mustafa Kemal'in kaldığı eve gelince etrafı göz ucuyla kolaçan edip tokmağa dokundu. Kapıyı Makbule Hanım açtı ve mütebessim olması için zorladığı bir çehre ile Rauf Beyi içeri aldı. Zübeyde Hanım da odasından çıkarak merdivenlerin tırabzanlarına yapışmış, kimin geldiğini anlamaya çalışıyordu. Rauf Bey, merdivenlerden ikişer ikişer çıkıp Zübeyde Hanımın zarif elini öptükten sonra onun refakatinde salona geçtiler.
Paltosunu çıkarıp Makbule Hanıma uzattı, kravatını gevşetti. Yol boyunca hep yakasında olan elleri, kan deveranı zayıfladığından bir parça uyuşmuştu. Mutfaktan henüz yapıldığı çok belli yahninin kokusu geliyor, Rauf Bey aç olacak ki yutkunup yutkunup duruyordu. Derken Mustafa Kemal de geldi. Dostunu bekletmemek için koşarak geldiğinden terlemiş, başından duman duman buharlar çıkıyordu. Rauf Beyle bir güzel sarıldıktan sonra annesinin elini öpüp karşısına oturdu. İki yakın arkadaş birbirlerinin hal hatırını sorarken Zübeyde Hanım da oğlunun güzel çehresine dalmış, çok eskilere gitmişti.
Ne güzel günlerdi. Babası Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa ve annesi Ayşe hanımla beraber Langaza'daki çiftliklerinde güzelce yaşıyorlardı. Büyümüş, genç ve güzel olmuştu. Bir gün annesiyle yorgan kaplarken ayağına kocaman iğne batmıştı. Ne yaparsa yapsınlar çıkaramamışlardı. Zübeyde Hanım, o an yaşadığı acıyı düşününce sırtında buzdan bir el geziniyormuş gibi ürperdi. Hemen bir arabaya bindirilip Selanik'e götürülmüş ve iğne hastanede çıkarılabilmişti. Birkaç gün Selanik'te kalınca oranın havasını sevmiş ve çiftliğe dönmek istememişti. Tam da o günler evleneceği adamla dar bir sokakta karşılaşmış, azıcık bakışmışlardı. Ali Rıza Bey, birkaç gündür rüyasına giren kızı sokakta görünce şaşırmış, yıldırım aşkıyla tutulmuştu. Hemen takip edip evlerini öğrenmiş ve Allah'ın emri diyerek talip olmuştu.