V.

12 2 3
                                    



IV.

İstanbul'un en hareketli yeri Haydarpaşa Garıydı. Ordular lağvedilmiş, kara trenler, kapkara dumanlarıyla payitahta asker taşıyorlardı. Payitaht, işsiz-güçsüz, canı sıkkın, sinirli subaylarla dolmuştu. Dört yıllık mücadeleden sonra gelinen nokta, hiç birinin içine sinmemişti. Birçok yerde yerin dibine batırdıkları düşmanlarının, şimdi ellerini kollarını sallayarak topraklarına ayak basacak olması, hepsini kahrediyordu. Evet, düşman bir düğüne gelir gibi gelecek ve belki de her bir Osmanlı askeri onlara selam duracaktı hatta en aşağı rütbelerde olanlara bile. Mirliva Mustafa Kemal Paşa da gelenler arasındaydı. Yol boyunca hiç uyumamış, fasılasız bir şekilde İstanbul'da yapabileceklerini düşünmüştü.

Çanakkale'de yıldızı parlayan bu gözde general, en son Yıldırım Orduları Komutanlığı'na getirilmişti. Adana'ya gelip orduyu devralır almaz ayağının tozuyla ilk yapmaya çalıştığı şey, halkı örgütlemek, elverdiği ölçüde silahlandırmak olmuştu. Çünkü Mondros Mütarekesi'nin maddelerini özellikle de yedinci maddesini çok tehlikeli bulmuş ve işgallerin başlayacağını öngörmüştü. Bu öngörü ile vakit kaybetmeden Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'yı uyarmış, tedbir alınmazsa İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmenin imkânsız olacağını söylemişti. İzzet Paşa ise İngilizlerin askerlerini beslemek için İskenderun Limanı'na çıkmak istediklerini ve buna insani açıdan bakıp izin verilmesini istemişti. Fakat Mustafa Kemal, İzzet Paşa ile aynı fikirde değildi. Askerlerine verdiği gizli emirde, İskenderun'a her ne bahane ve her ne sebep ile olursa olsun çıkacak İngilizlere ateş açılmasını emretmişti.

İzzet Paşa, bunu öğrenir öğrenmez telgrafla Mustafa Kemal Paşa'ya ulaşmış ve bu karşı koyuşun, işgallere zemin hazırlayacağını, düşmanın ekmeğine yağ süreceğini ifade etmişti. Mustafa Kemal hemen cevap vermiş ve İngilizlerin teklif ve hareketlerine müsamaha gösterecek bir yaradılışta olmadığını, dolayısıyla yerine bu emri uygulayacak yaradılışta birinin gönderilmesini istemişti. Herhalde o gün için İngilizlere müsamaha gösterecek şerefli tek bir Türk subayı dahi yoktu. Hükümet de bunu bildiği için çare olarak Yıldırım Orduları Komutanlığını lağvedecek ve Mustafa Kemal Paşa'yı da İstanbul'a çağıracaktı.

Aslında Ahmet İzzet Paşa, kıymetli bir asker, değerli bir devlet adamıydı. Çok zor şartlar altında iktidara gelmiş, ülkeyi en az hasarla güvenli bir limana ulaştırmanın peşindeydi. Ancak kurduğu hükümet, ittihatçıların devamı gibi görüldüğünden çeşitli baskılara maruz kalmış ve bu baskıların artması üzerine istifa etmişti. Vakit kaybetmeden yeni bir hükümetin kurulması gerekiyordu. Padişah yeni hükümeti kurma görevini Tevfik Paşa'ya vermişti. Görünüşe göre yeni hükümet, padişaha sadık fakat devlet deneyimi az, yaş itibariyle de yaşlı kişilerden oluşuyordu. Bu yönüyle bir hükümetten ziyade bir tür 'Yaşlılar Heyeti'ne benziyordu.

Yolda, oluşacak yeni kabinenin durumunu da düşünen Mustafa Kemal, kurulma aşamasında olan Tevfik Paşa hükümetinin güvenoyu almasını engellemek, İzzet Paşa'yı yeniden sadrazam olmaya ikna etmek ve kurulacak hükümette Harbiye Nazırı olmak arzusundaydı. Tren, nasıl bir duraktan başka bir durağa uğruyorsa, onun düşünceleri de şehir şehir, kasaba kasaba dolaşıyordu; bir garda düşmanların dayatacağı bütün maddelere karşı çıkıyor, başka bir garda Padişahı da yanına alıp Anadolu'ya çekiliyor ve daha başka bir peronda mücadeleyi halkla birlikte veriyor, barış görüşmelerini Anadolu'nun içlerinden yürütüyordu.

Trenden inip gençlik yıllarının geçtiği şehre baktığında şehri tanıyamadı. Sanki Birinci Dünya Savaşı'nın bir cephesi de burasıymış gibi şehir bitkin, bitap, hiç güneş görmemiş gibi karanlık, bütün hayati melekeleri boğulmuşçasına cansızdı. Her tarafta işsiz güçsüz gençler, yorganını sırtlanmış göçebeler, evsiz biçareler, çıplak dilenciler, umutsuz insan kalabalıkları vardı. Belki evler, apartmanlar, kurumlar yerli yerindeydi ancak insanlar pes perişandı. Her bir beden baştan ayağa sefildi ve bu sefilliği örtmeye çalışan paçavradan farksız elbiseler, çaresizliğin en belirgin resmiydi. Sadece bedenler değil ruhlar da derbederdi. Kimse kimse ile konuşmuyor, rastladığına selam vermiyor, hatta bir vebalıymış gibi kaçıyor ve en nihayetinde kendi âlemine, iç dünyasına çekiliyordu. Fakat simaların resmettiği manzaraya, çukurlaşmış fersiz gözlere, pörsümüş dudaklara bakılacak olursa sığınılacak bir iç dünyalarının olup olmadığı da şüpheliydi. Bu yönüyle sanki etraftaki evler, bahçeler ve apartmanlar bir mezarlığın kısımları, insanlar ise bu mezarlıkta dolaşan ölülerdi. Ruhlarının derince çukurlarda çürüdüğü sadece cesetlerinin dolaştığı garip ölüler...

Vesikalı VatanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin