VIII.
Rana ile Kevser Hanım, akşam yemeği için ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Kilerdeki yiyecekler azalmış, çarşı pazardan meyve sebze bulmak zorlaşmıştı. Balkan Savaşlarından başlamak üzere ciddi bir göçle karşılaşan başkent, Cihan Savaşının ardından 1 milyona dayanmış, kaynaklarını harcamış, tükenmiş, iflas etmişti. Türk, Ermeni ve Rum muhacirler dışında Bolşevik İhtilali'nden dolayı kaçan binlerce Rus sığınmacı da bin bir umutla bu tükenmiş şehrin yolunu tutmuşlardı.
İnsanların çoğu aç ve sefildi; medreselerde, yıkık harabelerde yatıyor, zır zır ağlayan çocuklarıyla sokaklarda dileniyor, imarethanelerde bir tas çorba içerek hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Sokaklardaki sefil göçmenler yetmezmiş gibi, sık sık çıkan yangınlarla sefalet daha da artmış, evsiz barksızların sayısı yüzbinlere dayanmıştı. Bu sefillerden daha da sefil bir halde olan hükümet, her şeye rağmen bu yükün altından kalkmaya çalışırken şehri işgal altında bulunduran itilaf güçlerinin sayısı elli bine dayanmış ve onlar da masraflarını hükümete ödetmeye çalışıyorlardı. Yıllar öncesinden iflas eden ve kepenkleri indiren hükümetin yapabileceği tek şey, vergileri artırmaktan ibaretti. Uzun süren savaşlarla birlikte neredeyse her şeyini kaybeden, üstüne üstlük yaşadığı ülkesinde ikinci sınıf vatandaş durumuna düşen halk, bir ölünün son nefesini vermesi gibi bu vergileri vermeye çalışıyordu...
İtilaf güçleri, bir kâbus gibi payitahta çökmüş, güzelim şehri parsellemişlerdi. Beyoğlu'nu İngilizler, Eminönü civarını Fransızlar, Anadolu yakasını İtalyanlar mesken tutmuş, Adaları ise ortak olarak denetimleri altına almışlardı. Bir tarafta kolu kanadı kırık hükümet, diğer tarafta mağrur, buyurgan, edepsiz, hayâsız işgal güçleri vardı artık. Böylece çift başlılık oluşmuş, sadece şehrin ana unsuru olan Müslümanlar değil hükümet de ikinci sınıf vatandaş hatta vasıfsız işçi konumuna düşmüştü.
"Kız Rana, geçen yaz kuruttuğumuz biberler duruyor mu?"
"Ne duracak abla! Hepsini pişirip yedik ya!"
"Çıkıp bir şeyler alalım o zaman. Hadi yeldirmeni giy de gidelim."
"Yeldirme mi Kevser abla? Duymadın mı, 'Rus Modası' diye bir şey çıkmış."
"Kız Allah cezasını versin! Urus modası da neymiş?"
"Hani Rusya da bolçeşit ihtilali olmuş ya abla!"
"Sakın Bolşevik olmasın."
"Hı, işte ondan! İşte o ihtilalden kaçıp gelen kadınlar, hep başka türlü giyiyor. Biz de onlar gibi giyinsek fena mı olur! Hem biliyor musun Rus kadınlar saçlarını da kazıtıyorlarmış. O da 'Rus Saçı' modasıymış." Rana avuçlarıyla saçlarını iyice arkaya götürüp aynaya baktı.
"Acaba bana da yakışır mı abla?"
"Hay cibilliyetsiz yosma! Onlar pislik içinde yatıp kalkıp bitlendiklerinden saçlarını kazıtıyorlar. Hem sen saçlarını kazıtıp üstüne üstlük cıbıldak cıbıldak giyin de Nizami Paşa bacaklarını ikiye ayırıversin!"
"Ayo! Paşa ne bilecek, ya kıraathanede ya da dostu Ahmet Emin beyle beraber. Etrafta gözüktüğü mü var? Değil bana herhalde Ferhunde Hanımcığıma bile gözükmüyor."
"Zevzeklik etme de giy yeldirmeni! Daha gidip geleceğiz, yemekler pişecek, ev süpürülecek!.."
Rana gelip çarşıya çıkmak için izin isteyeceği sırada Ferhunde Hanım, her daim loş ışıklı yatak odasında, kadife kaplı berjer koltuğuna oturmuş, Haliç'e, Galata'ya hatta daha uzaklara dalmıştı. Şöminesini yaktırmamış, omuzlarını kalınca bir keçe ile örtmüş, patiska örtülü bir yer minderini ayaklarının altına alıp, üşüyen ayaklarını mindere gömmüştü. Rana, odanın soğukluğundan ziyade karanlığından, ıssızlığından, derin sessizliğinden ürperdi. Ayak bastığı oda, konağa ait değilmiş gibi ayrı bir havaya bürünmüş, metruk bir arazi gibi ıssızlaşmış, Ferhunde Hanım da bu araziye ait bir taş, bir çakıl tanesi, bir tahta parçası gibi sahipsiz, terkedilmişti. Eşi Nizami Paşa, sabahın erken saatlerinde çıkıp geceleri bir hayalet gibi dönüyor ve memleketin içine yuvarlandığı ahvalden dolayı ağzını bıçak açmıyor, Kerem çoğu günler konağa uğramıyor, Feride ise aylardır odasından çıkmıyordu.
