X.
Günlerdir iştahsız olan ve adeta yemek yemeği unutan Kerem, bu sabah kalktığında acıktığını hissetmişti. Bir süre gazetelere bakarak vakit geçirdi ve bu arada belki Rana, kahvaltı getirir diye bekledi. Ancak gelen giden olmayınca giyindi ve mutfağın yolunu tuttu.
Mutfağa girdiğinde Feride'nin de orada olduğunu gördü. Mutfak, ıtır ve manolya kokmuştu. Aynı evde yaşamalarına rağmen neredeyse bir aydır onu hiç görmemişti. Gülümsedi Kerem. Sedef dişlerinden bir iki tanesi görünecek şekilde Feride de gülümsedi.
"Sabah şeriflerin hayrolsun Feride." Feride bir kabahat işlemiş de yakalanmış küçük çocuklar gibi kızardı, bozardı, birkaç kez yutkundu. Derken başını yavaşça kaldırdı, sürmeli kirpiklerini hafifçe araladı, titrek dudaklarıyla
"Sizin de efendim." Dedi. Ancak sesi o kadar yavaş çıkmıştı ki daha Kerem'e ulaşamadan eridi ve boşlukta yok oldu. Kerem dikkatle ona baktı. Sanki karşısında etiyle kemiğiyle capcanlı bir insan değil de bir biblo duruyordu. Nereye istenirse oraya konulacak, neresi münasip görülmüşse orada duracak, hiçbir zaman konuşmayacak, hiçbir surette serzenişte bulunmayacak... O an beşik kertmesinin, bir melek değilse bile onlara en yakın kişi olabileceğini düşündü Kerem. Bir kasabın itinayla etleri doğrayıp, gereksiz parçaları ayırması gibi, tüm kusurları bir tarafa ayrılmış, ne kadar insani hasletleri varsa bir makineye konmuş, bir müddet karıştırılmış ve ortaya yepyeni bir insan çıkmıştı. Öyle bir insan ki her şartta gülümseyebilen, asla kızmayan, asla gönül koymayan...
Fakat bu melek uzunca bir süredir sürdürdüğü inziva ile birlikte bir hayli zayıflamıştı. Vücudu hurdahaş olmuşçasına bitkin, yüzü kireç gibi beyazlamış, boynundaki damarlar yeşil yeşil seçiliyor, omuzlar bir harabe gibi çökmüştü. Sanki bütün bir şehre gelen bahar, bir tek ona uğramamışçasına çehresi cansız, her daim kanlı dudakları solgun, çatlak ve de pörsümüştü. O mükemmel endamı ve o peri güzelliği hala yerli yerindeydi belki ama kusursuz çehresinde her daim bir çeşme gibi gürül gürül akan, bir dalga gibi aralıksız köpüren saadet, kar gibi erimiş, sabun köpüğü gibi uçup gitmişti.
Bir süre sessizce, mangala atılmak üzere kömür kovasına konmuş iki odun parçası gibi cansız oturdular. Aslında Kerem onunla konuşmak hatta dertleşmek istiyor ancak buna cesaret edemiyordu. Sanki büyük bir fırtına çıkmış ve Feride de bu fırtınanın ortasında narin bir çiçek gibi mukavemetsiz kalmıştı. Henüz doğan bir çocuk ne kadar muhtaçsa öyle muhtaç, yuvasından düşen küçük bir kumru nasıl çaresizse öyle çaresizdi; konuşulsa ağlayacak, dokunulsa devrilecek, sade bedeniyle değil bütün bir ruhuyla kırılacaktı.
Onun böyle solmasının yegane müsebbibinin kendisi olduğunu pekala biliyordu Kerem. Feride bir Hint kumaşı gibi nice yollar aşmış, nice istasyonları atlamış ve bir tek onun kucağına düşmüştü. O ise bu nadide kumaşı mahir bir terzi gibi eline almak, yumuşak iplerine usulca dokunmak yerine alelade bir paçavra gibi yerlere çalmış, bir kasap gibi lime lime, kıtır kıtır kesmiş, kıyma gibi çektikçe çekmiş, doğranmadık hiçbir tarafını bırakmamış, en nihayetinde tutar hiçbir tarafını bırakmamıştı. Evet, Feride onun yüzünden bu hale gelmişti. Hayatının henüz baharındaki bu tazeyi, önüne set çekilen bir dere gibi kurutmuş, terkedilen bir arazi gibi mahvetmiş, zehir katılan bir su gibi bir yemek gibi bozmuştu.
Kerem kahvaltı etmeden kalktı, ödünç nazarlarla Feride'ye son kez baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden çıktı. Feride hemen odasına çıktı ve onun gözden kayboluşunu çaresiz gözlerle izledi. Korkunç bir denize düşmüş ve birkaç metre ötede hızla uzaklaşan tek bir can simidi varmış gibi elini uzattı ve uzaklaşmakta olan Kerem'i yakalamaya çalıştı. Kerem hızla uzaklaştıkça, gözyaşlarına hakim olamıyor, sevdiği adam bir daha hiç gelmeyecekmiş gibi sarsıla sarsıla ağlıyordu.