II.

51 2 6
                                    


II.

29 Ekim 1918/Babıali

Nizami Paşa konağından çıkmış, yılan gibi kıvrılan tozlu yolda bastonuna dayanarak yürüyordu. Güz mevsimine rağmen sıcak bir hava şehri esir almış, bastonuyla arşınladığı yol, at fışkılarından yayılan kokularla dolmuştu. Acelesi olan bir at arabası, arkasında tozdan bir bulut bırakarak ilerliyordu. Yolun kenarındaki metruk arazide çocuklar çelik çomak oynuyor, yaprağını dökmüş birkaç kavak ağacına kargalar kurumuş ot taşıyorlardı.

Son zamanlarda özellikle de Balkan Harbinden sonra gelen muhacirlerle birlikte nüfus bir hayli artmış, daha çok çocukların oyun alanı olan metruk araziler azalmıştı. Her boş arazinin evlerle dolması, kâgir binaların mantar gibi her yerde bitmesi sinirine dokunuyordu. Ne zaman böyle bir manzara ile karşılaşsa kerpetenle dişleri sökülüyormuş gibi oluyor, sadece ağzında değil ruhunda da bir şeylerin ufalıp gittiği hissine kapılıyordu.

Çocukları çok seviyordu Nizami Paşa. Yılanların öğle sıcağını, körlerin ışığı sevdiği gibi seviyordu. Onlara ait her bir şeyle alakadardı. Sokakta bir çocuğa denk geliverse hemen içindeki büyümemiş çocuk hortluyor, çocukluğuna dair zemberekler harekete geçiyor, o anlara mahsus olmak üzere yaşını başını unutup düpedüz çocuklaşıyordu. Koskoca Paşayı çocuklarla körebe veyahut da saklambaç oynarken, hatta horoz dövüştürürken görmek her zaman için mümkündü.

Yorulmuştu; Direklerarası'na yakın yolu üstündeki fi tarihinden kalma çeşmenin başında durdu. Musluktan usulca yalağa sızan su damlalarını, gözlerini kapatarak bir süre dinledi. Su sesinin ruhu dinlendirdiğine inananlardandı. Ardından avuçladığı suyu yüzüne gözüne boca ettikten sonra yeniden doğruldu. Zeytinyağı gibi vıcık vıcık bir ter, başından kuyruk sokumuna doğru boşanıyordu. Mümkün olsa işliğine kadar soyunup vücudunu da yıkayacaktı.

"Mevsimler mi değişiyor; bu ne sıcaklık ya hu?" diye söylenerek Mir'de yaptırdığı ve Hırka-i Şerif'miş gibi aziz bildiği setresinin sıkı iliklenmiş bir düğmesini çözdü, cebinden çıkardığı mendiliyle kol düğmelerinin elmaslarını, toza bulanan rugan potinlerini sildi. Yeniden yola koyuldu.

Her şeye rağmen insanlar nasiplerini arıyorlardı. Bir bakkal elinde teraziyle elma tartıyor, kasap satırı ile bir sığır kaburgalarını kırıyor, seyyar arabasında kap kacak sergileyen bir sokak satıcısı Moskof toprağıyla kaplarını ovuyor, şişmanca bir berber koltuğunda uyukluyor, makasını ve tarağını emanet ettiği çırağı ise seyahat ettiği trenden vaktinden önce ve hiç bilmediği bir şehre inmiş gibi şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu.

Çok yürümemişti ki yeniden durdu. Caddeye bitişik bir evin avlusundan bir duman yükseliyor, bahçenin kenarındaki kayısı ağacının dibinde başıkabak bir oğlan çocuğu uçurtmasının bozulan terazisini düzeltmeye çalışıyor, kırklı yaşlarda bir kadın turşularını kuruyor, salamuralarını kavanozlara dolduruyor, ayva reçeli pişiriyordu. Evin tam karşısındaki mahalle bakkalının önünde istiflenmiş kuru yemişleri ve aralıklarla pencereye dizilmiş ekmekleri görünce sevindi. Demek hala her şey o kadar da kötü değildi.

Fakat ne caddede rast geldiği insanlarda ne de göz ucuyla incelediği esnafların yüzünde, yaşama sevinci namına bir şey yoktu. Bu hal çocuklara dahi sirayet etmiş, oyunlarını sessizce oynuyorlar, sağa sola koşuştururken büyük adamlara has, vakur tavırlar takınıyorlardı. Bu yönüyle şehre ürperten bir sessizlik hâkimdi. Bir ulunun cenazesi varmış gibi şehrin tüm siluetine yansıyan bir matem havası vardı. Belki de bu, bir ramazan topunun atışı öncesi oruçluların nefeslerini tutması gibi bir şeydi. Herkes bir köşeye sinmiş, olacakları bekliyordu.

Vesikalı VatanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin