IV.
Mondros Limanı Açıkları
Gemi, Mondros Limanının bulunduğu körfezden çıkıp yönünü Çanakkale boğazına dönünceye kadar adeta nefessiz kalmıştı Rauf Bey. Sanki oranın havası bile harammış gibi ne yutkunabilmiş ne şöyle içinden geldiği gibi bir of çekebilmişti. Limanda demirli Agamemnon Zırhlısı hala arkalarındaydı ve bu uğursuz gemi ne kadar uzaklaşırlarsa uzaklaşsınlar küçülmek yerine daha da büyüyordu. O büyüdükçe Rauf Bey küçülüyor, kar gibi eriyor, buharlaşıyor, hiç oluyordu.
Sabah olmak üzereydi. Bir kuş sürüsü, günün ilk ışıkları ile beraber henüz mavisini tam olarak bulamamış gökyüzünün derinliklerinden çıkmış gibi Bozcaada'nın ıssız, o an için kül rengine bürünen korularına doğru kanat çırpıyorlardı. Gök pırıl pırıldı. Gece boyunca Limni semalarını dolduran bulutlar dağılmış, semada bir kâğıt parçası kadar olsun bulut kalmamıştı. Rüzgâr, bir parça enseleri ısırsa da rahatsız etmiyordu artık. Deniz sakin, dalgalar kıpır kıpırdı. Bir tek güneş yükseldikçe gökyüzündeki birkaç yıldız sönmemek için çırpınıyordu.
Rauf Bey, geceden beri güvertede ayakta duruyordu, uykusuzdu. Bir erin önüne bıraktığı koruk şerbetine hiç dokunmamış, dalgın gözleriyle tek bir noktaya doğru boş boş bakıyordu. Yaklaşık bir saattir yanında duran ve konuşmak isteyen Reşat Hikmet ile Sadullah Beyleri fark edince bakışlarını o tek noktadan alıp arkadaşlarının endişeli yüzlerinde sabitledi. Bir şey dinlemeye veya lakırdı etmeye takati kalmamıştı. Güya bir heyet olup hep beraber müzakereye gitmişlerdi. Ne müzakereydi ama!.. İtilaf kuvvetleri idam sehpasını hazırlamış, onlar da tekmeyi savurmuşlardı.
Arkadaşlarıyla göz göze gelmemek için bakışlarını yeniden Limni'ye doğru çevirdi. Mondros limanının cılız ışıklı feneri, iyiden iyiye görünmez olmuştu. Geceden beri büzülüp tek çizgi olmuş ağzıyla
"Allah belasını versin!" dedi ve denize tükürdü.
"Keşke bu günleri görmeseydim, Hamidiye Kahramanı olarak ölseydim. Şimdi bu ayıpla nasıl ayakta durur, nasıl yaşarım? Ah ellerim kırılsaydı da imza etmeseydim. Sonunda ölüm yoktu ya!.."
Boğulur gibi olunca adeta bir menfez arar gibi eskilere sığındı. Bir zamanlar bu sularda rüzgâr gibi estiği, şimşek gibi çaktığı günleri düşündü. Balkan Savaşlarının en çetin zamanlarıydı. Kumandanı olduğu Hamidiye Zırhlısı ile neler yapmıştı öyle... Varna'yı ve Bulgaristan'ın birçok limanını bombalamış, Bulgar torpil gemisi Drazki'yi vurmuştu. Bu vuruşmalarda baş tarafı tamamen suya gömüldüğü halde yine de bana mısın dememişti. Ege ve Akdeniz'de 11.200 mil kat edip sayısız yaralar aldıktan sonra 7 Eylül 1913'te Yeşilköy'de büyük bir törenle karşılanmış ve 'Kahraman' ünvanını almıştı. Evet o, bin bir yıkımın gerçekleştiği Balkan savaşlarının anlı şanlı Hamidiye Kahramanıydı. Savaşlar ağır bir yenilgi ile sonuçlansa da Hamidiye ve cesur kumandanı Rauf Bey, milletin umut ışığı olmuştu.
Ama şimdi aynı Rauf Bey, mazisini unutmuş, kahramanlığını unutmuş, milletin umut ışığıyken attığı imza ile o ışığı kendi elleriyle boğmuştu. Şartlar ne olursa olsun böyle bir mütareke nasıl imza edilebilirdi? Anlaşma metnini hatırladıkça kendini çok garip hissetmişti Rauf Bey. Hislerine bakılırsa sanki daha düne kadar Hamidiye Kahramanı olarak alkışlanan o değildi ve aslında o hiçbir şey değildi. Anası babası olmayan, hiçbir meziyeti, hiçbir başarısı bulunmayan, adeta yer yarığından çıkan ve bu yönüyle Dar'ül Fünun müderrislerinin henüz isim koyamadığı bir garip yaratıktı. Bu haleti ruhiye ile
![](https://img.wattpad.com/cover/160963851-288-k237550.jpg)