XI.
Anadolu karışmaya başlayınca, bazı subayların Anadolu'ya geçip düzeni sağlamasına sıcak bakmışlardı İngilizler. Böylece bir kısım kumandanların yanı sıra Mustafa Kemal Paşa da 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a çıkacaktı. Görevi, İngilizlerin şikâyetçi oldukları asayişi sağlamak ise de kendisine oldukça geniş yetkiler verilmişti. Buna göre, yetkileri sadece 9. Ordu bölgesi ile sınırlı olmayıp, bütün bir Anadolu'yu kapsıyor, bu kapsam dâhilindeki tüm mülki ve idari personele emir verme yetkisine sahip oluyordu. Yola çıkmadan önce Yıldız Sarayı'na geldi ve Padişahı görmek için izin istedi. Yaver Naci Paşa, Padişahın odasına girdi.
"Hünkârım; fahri yaverlerinizden Mirliva Mustafa Kemal Paşa Hazretleri geldiler, müsaadenizle hayır duanızı almak isterler."
"Gelsin!" Naci Paşa, gerisin geriye yürüyerek çıktı. Bir süredir oturduğu masasında bir korkuluktan farksızdı Sultan Vahdettin. Dirseğini dayadığı bir masa, masanın üzerinde bir tarih kitabı, önünde geniş bir pencere, karşısında yeşilimtırak boğaz, boğazda demirlemiş ve namlularını saraya çevirmiş itilaf gemileri vardı. Derin bir of çekti ve kendisini en şansız en bahtsız Osmanlı padişah olarak düşündü. Haksız da sayılmazdı. Tahta geçer geçmez kendisini, hiçbir şekilde dahlinin olmadığı, emrini vermediği korkunç bir savaşın içinde bulmuş, dahası orduları her tarafta yeniliyor, asırlık vatan toprakları bir bir elden çıkıyordu. Ordu kumandanlarının neredeyse hepsi saraya telgraflar çekiyor ve acilen mütareke yapıp savaştan çekilmek gerektiğini dile getiriyorlardı. Mustafa Kemal de 7 Ekim 1918 tarihinde gönderdiği telgrafında, barıştan başka bir yol kalmadığını bildiriyordu.
Bir kez daha derin bir of çekti. Her şey ama her şey bitmişti. Oysa ne hülyalar kurulmuş, ne Kızılelmaların peşine düşülmüştü. Kaybedilen topraklar geri alınacak, tüm Türkler bir araya getirilip Turan birliği kurulacak, devleti bir sülük gibi emip tüketen, bir mikser gibi presleyen her türlü kapitülasyonlardan kurtulunacaktı ve daha neler neler... Ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymamış, tüm hülyalar çöldeki serap gibi yok olmuş, son karlar gibi erimiş, buhar gibi uçup gitmiş ve ortaya yenilmiş, yok olmuş, pes perişan bir devlet kalmıştı.
Derin bir of daha çekti Vahdettin. Bu ara sıklıkla çocukluğuna gidiyor, hatıralarını canlandırıyor, belki de çocukluğuna sığınıyordu. Ağabeyi II. Abdülhamid'in hediye ettiği Çengelköy'deki köşkte neredeyse bütün bir ömrünü geçirmişti. Nasıl ömrü, bir köşkün dört duvarı arasında, çepeçevre sarılı avlusunda bir tür mahpus gibi geçmişse şimdi de Yıldız'da mahpustu. Payitahtın her köşesi itilaf kuvvetlerince tutulmuştu; tuğra onların, sikke onlarındı artık. Kendisi öyle sıradanlaşmış, öyle kuvvetten düşmüştü ki herhalde hükümdarlık hakkı bulunmayan Emir Timur'un, tahta oturtmak zorundu kaldığı gölge hükümdarlar bile kendisinden daha güçlü daha söz sahibiydiler.
Elini, henüz tıraş ettirdiği pürüzsüz çehresinde gezdirdi. İsteyerek sakal bırakmamış ve böylece ele güne karşı 'sakalımızı kimsenin eline verdirmeyiz' mesajı vermek istemişti. Acı acı güldü. Keşke verilen sadece sakal olsaydı. İtibarı da dahil olmak üzere neredeyse hiçbir şeyi kalmamıştı. Kafasını kaldırıp bir kez daha boğaza baktı. Nedense aklına Veliaht İzzeddin Efendi gelmişti. Hani üç yıl önce intihar eden Şehzade İzzeddin. Eğer o intihar etmemiş olsa kendisi Padişah olamayacak, nasıl kendi halinde yaşamışsa kendi halinde ölüp gidecekti. Sakalsız yüzünden çektiği elini göğsüne doğru götürürken, böyle bir ölümü bütün bir kalbiyle istediğini fark etti Sultan.
Gözleri hala pencerede, saraya doğru çevrilen namlulardaydı. Patlamaya hazır, simsiyah namlulara boş boş bakarken son birkaç aylık icraatını düşündü. Mütareke imzalanıp ordular terhis edilince ve bu arada itilaf güçleri, aç sırtlanlar gibi payitahtın üzerine çöreklenince zaman kazanmak istemişti. İçine düştüğü cendereden çıkmanın, yuvarlandığı uçurumdan kurtulmanın yegâne yolunun İngiltere ve Fransa'nın kazanılmasıyla mümkün olacağını düşünmüş ve onlarla dost olmaya çalışmıştı.
