Toprak Adamlar Bölüm 32

276 46 8
                                    


Pek de uzun sürmeyen bu konuşmanın ardından Başkan Clara Owen, makamından ayrılabileceğimi belirttiğinde ona teşekkür ettim. Öz güvenim yerine gelmiş gibiydi. Yaptığım bir davranış, ettiğim bir itiraf sayesinde taktir gören biri oluvermiştim. Çıkmak için kapıya doğru yöneldiğimde kadın, kendisinden beklemediğim kadar yumuşak bir sesle:

"Yakınlarından birini kaybetmenin nasıl bir his olduğunu bilirim. Fakat bunu öyle ya da böyle bir şekilde atlatman gerekiyor. Yaşam ya da kimilerine göre ölüm döngüsünün bir parçası yaşadığımız kayıplar. Bunları geri de bırakmalı ve kendi benliğin üzerine konsantre olmalısın. Babanı bu kadar erken bir yaşta kaybetmiş olduğun için üzgünüm." dedi.

Uzun zamandır kimse bana baş sağlığı dilememişti. Dilemişse de ben hatırlamıyordum. Öylesine unutulmuş bir kötü hatıra hatta hayata, hayatıma dair bir bilgiydi ki bu, donakalmıştım. Sanki milyonlarca yıl önce kanayan ve binlerce kez kanamasın diye bir koli yara bandıyla kapladığım bu unutulmaz acı veren yara vücudumun bir parçası olmuştu. Hem öyle de bir yara olmuştu ki artık varlığından bile habersizdim. Şimdi ise bu kadın, hissizleştiğim bu derin yaranın yerini bana söylüyordu. Yaraya üflemek istiyordu belki kendince, belki yara bandını çekmek, geçti artık, bitti demek istiyordu. Ama bilmiyordu ki biz artık onunla bir bütündük. Yaramın ve hatta üstünü kapladığım yara bandının üzerini bile et kaplanmıştı. Ve artık bana kalsa o yer hiç ellenmezdi. Bu konuşma, bu teselli hiç yapılmazdı. Sanki o an kadının elinde bir bıçak, etimi kazıyordu. Hem de yardım etmek için, belki de öylesine ve sözde insanlık namına ...

Vücudum yanıyordu hissediyordum, beynim karıncalanıyor, bin bir çeşit taze hüzün ürüyordu  hücrelerimde. Toparlanmalıydım, hem de hemen. 

Gözlerime dolan yaşlar yer çekimine yenik düşmesin diye başımı mümkün olduğunca yukarılara kaldırdım. Çatallaştığını hissettiğim sesim nedeniyle kadının sözlerine karşılık vermek yerine, buruk bir tebessümle yetinerek, deyimi yerindeyse odadan kendimi dışarı fırlattım. Koridoru hızlıca adımladıktan sonra daha fazla dayanamayarak bindiğim asansörde gözyaşlarımı kollarıma sildim. Bunca zaman bununla yaşamıştım. Öyle ki bunu kendime dahi çaktırmamıştım. Şimdi de böyle olmalıydı bu hüzün sadece bu kadarıyla yaşanmalı ve silinmiş hatıralar zihnimin eski raflarında yerlerini almalıydı. Öyle de olmuştu. Arkadaşlarımın yanına doğru ilerlediğimde yüzümde bu acıyı andıracak en ufak bir belirti yoktu. Ben onlara yaklaşırken onlar da toplanmaya başlamışlardı. Riley, avuçlarının arasına aldığı kayıt görüntülerimi bana uzatmıştı.

"Dursun sende, evde beraber izleriz." dedim ona pek düşünmeden. O da aldı görüntüleri çantasına yerleştirdi. Aklımı toparlamakta zorlanırken onlara Başkan Clara Owen'nın odasında konuşulanlardan birkaçını anlattım. Babamla ilgili olmayan kısımları tabi. Scarlett ve Arthur pek önemsememişti verdiğim yanlış ya da eksik bilgileri. Riley'in ise o dakikalarda aklından neler geçtiğini kestirebilmek pek kolay sayılmazdı.

***

Riley'in evine gelmiştik. Benim için fazlasıyla sıra dışı ve can acıtıcı olan gün, sonunda bitmişti. En azından ben öyle sanıyordum. Beraber yemek yaptık, sofrayı kurduk, yedik ve kaldırdık. Koltuğa oturana kadar aramızda bir sorun olabileceğini aklıma getirmemiştim. Sonra o da yan koltuğa oturdu, sessizlik de onun yanına...

Günün özetini aklımdan geçirdiğimde birden dank etti Riley'in sessizliği. Bazı nedenler yüzünden farkına varmamıştım ama neredeyse hipnoz olayından sonra hiç konuşmamıştık. Bunu düşünürken yemek faslında da edilmesi gereken asgari sözler haricinde birbirimize tek bir kelime dahi etmediğimizi farketmiştim. O da yanılmıyorsam "Tuzu uzatır mısın, bir şey içer misin?" gibi sözlerden ibaretti. Bir yerde bu düğümleri çözmem gerekecekti ve ben Riley ile başladım.

"Canın sıkkın gibi anlatmak ister misin?"

"Canını sıkan her şeyden bana bahseder misin?"

"Bahsederim tabi neden etmeyeyim, hemen her şeyimi biliyorsun zaten."

"Ben de öyle olduğunu sanıyordum." dedi Riley hışımla oturduğu koltuktan kalkarak odasına gidip bilgisayarı aldı. Onu açtıktan sonra yanı başıma oturarak:

"Kayıp zamanında neler oldu bilmek ister misin?" diye sordu.

"Olur." dedim çünkü hayal kırıklığımın veya korkumun ne olduğunu başkanın odasında öğrenmiştim. Öğrendiklerimi yinelerken belki biraz canım yanar diye düşünsem de, yanımdaki kişinin Riley olması sebebiyle bu durumdan pek çekinmiyordum. Riley duvara astığı çantayı kurcalayıp kayıtları buldu. 

Her şey en baştan başlamıştı. Otuz saniye kadar sabrettikten sonra görüntüleri ileri aldı. İşte hipnoz olduğum bölüme gelmiştik. Görevlilerden biri en büyük korkumu soruyordu.

"Sevdiklerimi kaybetmek." diye bir anlığına dahi düşünmeden cevap vermiştim. O da ikinci soruya geçmişti. 

"Hayal kırıklıklarından bahseder misin?" 

Önce  babamdan bahsetmiştim, onun ani kaybından ve annemle yaşadığımız süreçten. Anlatmıştım yarım yamalak hatırlayabildiğim kadarıyla ki bu anıları hatıramda barındırdığımdan  bile habersizdim. Sonra ise sana getirmiştim meseleyi. Ülkeyi terk etmeme sebep olan şeyleri bir bir anlatıyordum. O an seni bir başkasıyla görüşümü. Gözlerimin doluşunu, kalbimin her bir parçasının un ufak oluşunu, bir toz tanesi kadar ufak zerrecikler haline gelişini. Hemen hemen her şeyi. Benim aklımın bilmediği, kalbimin ise dile getirmeye cesaret edemediği şeyleri bile. Utanmıştım bunları seyre devam etmeye, üzülmüştüm de biraz onun olanlara, bu açıklığıyla en aciz hallerime şahit olmasına. Ama daha çoğu utanmaktı ve utanmak...

Bilgisayarı kapattım kayıtların sonuna varamadan. Bu kadarı yetmişti. Riley kinayeli bir tavırda:

"Daha bitmemişti, dinliyorduk ne güzel." dedi. Haklıydı kendine göre, kayıtlar bitmemişti ama ben bitmiştim. En azından ruhen.

"Yeterli, daha fazlasını görmeye gerek yok." dedim.

Sessizlik yine girdi aramıza. Onun gönlünü alacak cümleleri bulmaya çalışıyordum. Bir yanım onun zaten tüm bunları bu çıplaklığıyla olmasa dahi bildiğini söyleyerek, bilinçaltımın bana ve ona ettiği ayıpları örtmeye çalışıyor, diğer yanım ise Riley ile aramızdaki yakınlaşmaya rağmen bilinçaltımın herhangi bir güncellemeye gitmediğine şaşırıyordu. Ondan hoşlandığıma emin gibiydim, seni bir arkadaş olarak görmeye karar verdiğimden de öyle. Fakat anlaşılan bu kararlar henüz bilinçaltımın derin sularına inecek kadar kuvvetli bir akıma sahip değildi.  

Aklımla orada söylediklerimin aksi istikamette sözler sarf etmek istiyordum fakat inandırıcı olmazdı zaten gönlüm de buna razı değildi. Ne sebeple olursa olsun burada birilerini kandırmak istemiyordum. 

"Bunları biliyordun zaten." dedim bu zamana kadar karşılaştığım hoşgörüyle bir defa daha karşılaşmak ümidiyle.

"Bazı şeylerin değişebileceğini umuyordum." dedi. Ben de aynı şeyleri umuyordum, umuyorum.

"Biliyorum, değişecek." dedim kendimden fazlasıyla emindim o dakikalarda. Gençlik, toyluk ne dersen de, insan o yaşlarda her şeyi yapabilecek bir iradenin bünyesinde mevcut olduğunu sanıyor. Bende o tip sanrılardan birine tutulmuştum o anda. Bir süre de tutkun da gittim doğrusu. Sonra anladım unutmak bir irade işi değildi. Tam aksine bir iradesizlik işiydi. Zahmetsiz, gelişigüzel, öylesine unutmak lazım gelirdi birini. Ne kadar unutmak için çaba gösterilirse o kadar hatırlanırdı. Ve ben unutmak için çaba gösterme gafletine o anlarda tutulmuştum. 

Sonra sarıldım ona. Bir süre karşılık vermedi kolları bir türlü havaya kalkmıyor, sırtıma dolanmıyordu. Baktım olacak gibi değil ben kaldırdım kollarını, boynuma doladım. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Uzun uzun sarıldık, yüzümü sevdi kollarımın arasından ayrılırken. O an gerçekten sevildiğimi hissetmiştim ve bu tanıdık olmayan his bana kendimi çok ama çok iyi hissettiriyordu...


TOPRAK ADAMLARHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin