Limonata... Şövalye... Ağaç...
Sabaha karşı uyandığımdan bu yana güneşin doğuşunu seyretmek için terasa çıkmıştım ve neyse ki tek başıma istediğim manzarayı yakalayabilmiştim. Buradaki birinci haftamı tamamlamak üzereydim ve birkaç gün sonra ağustos ayına merhaba diyecektik. Sıcaklar hiç değişmemişti ancak sabaha karşı olduğu zaman enfes bir serinlik oluyordu. Sanırım buranın en sevdiğim yanı sabaha karşı olan an olmuştu. Güneşi kucaklarcasına içime hapsedebiliyordum sanki. Sağ tarafım bir kasaba ve sol tarafımsa bir denizdi ucu bucağı olmayan. Bir de çok uzaklarda sislerle örtüşen sivri dağlar vardı. Birkaç gündür uyku düzenimi tutturmuş haldeydim ve güneş doğmadan yarım saat önce uyanıp terasa çıkıyordum. Lakin bugün diğer günlerden farklı olarak gördüğüm bir rüya ile uyanmıştım. Beni uyandıran ise telefonumun sevimli alarm sesiydi. Bu anı kaçırmamak için alarm kuruyordum tabii ki.
Bahçedeki gibi salıncağın bir benzerini de terasa kurdukları için bir köşeye kıvrılmış gökyüzüne yayılan turunculuğa bakıyordum, aynı zamanda düşünüyordum. Gördüğüm rüyaya dair herhangi bir detay hatırlamıyordum ancak birkaç kelime sürekli zihnimde kendi kendine tekrar ediyordu. Sanki çok önemliydi bu üç kelime.
Limonata, şövalye ve ağaç.
Kesik kesik ışıltılı görüntüler rüyamda gündüz yaşadığımı işaret ediyordu ama bunun dışında hiçbir şey yoktu. Bir de gerçekçi oluşu vardı tabii. Rüyaya kendimi o kadar kaptırmış halde uyanmıştım ki uyandığım için sanırım biraz üzgündüm de ama bunun şimdilik bir önemi yoktu.
Keskin gözlerim etrafa tehditkâr bakışlar savururken kelimeleri mırıldandım defalarca olduğu gibi. Mırıldandıkça anlam kazanacaklarına emindim.
"Limonata, şövalye ve ağaç... Aferin şövalye."
"Susarsan sana limonata alırım!" Arkamdan gelen sesle irkilerek kalktığımda Oğuz görüş açıma girdi gülerek. "Hey, hey sakin ol! Korkutmak istemedim. Dalmış mıydın? Kusura bakma," diyerek yanıma oturunca ona uykusundan yeni uyanmış huysuz bir kız bakışı gönderip göz devirdim.
Bugün ne mutlu ne mutsuzdum ama huzursuz olduğuma emindim. Şu kelimeler kafamı çok kurcalıyordu ve hiçbir anlamları yoktu sanki.
"Uzanıyordum yalnız, şuraya oturur musun?" diye iteklediğimde Oğuz omuz silkti gıcık gıcık.
"Bana ne canım, buraya oturdum bir kere. Hem en sevdiğim yer burası. Çok istiyorsan yat," diyerek eliyle dizine vurunca alt dudağımı sarkıtıp gözlerine ve vurduğu dizlerine dik dik baktım. Ne saçmalıyordu Allah aşkına? İyice vidaları gevşiyordu bu adamın da.
"Ben niye senin dizine yatıyorum be? Kalk git şuradan, asabım bozuk bak zaten!" Başımın altındaki kırlenti alıp ona sert olduğunu düşündüğüm bir güçle vurduğumda Oğuz oflasa da gerçek bir sinir olmadığının farkındaydım. Ona vurduğum kırlent darbelerini eliyle engelleyerek bana bakmaya çalıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Koyu Kestane: Ekim
ChickLitBasit bir hikâyem var. Oldukça basit... Bir annem var, asla elini tutup da bu kadın benim annem diyemediğim. Bir babam var, asla yüzünü göremediğim, sırtımı dayayamadığım. Bir tane ablam var, hiçbir sırrımı paylaşamadığım, bana yol göstermeyen, en...