Sanki hissetmiştim de ona göre giyinmiştim. Çiçekler üzerime bezense ancak bu kadar keyif alabilirdim sanırım geldiğim yerden. Araba bir patika yolda durunca etrafta kimsenin olmaması başta biraz ürkütmüştü. Telefonla Alpay abiyi aramak istesem de Oğuz beni hiç sallamadan arabadan inip devasa büyüklükteki çınar ağacının yanına gidince çantamı arabada bırakıp ben de indim. Buraya neden geldik bilmiyordum ama manzarası oldukça güzeldi ve bu güzellik neden geldiğimizi sorgulamama engel olmuştu. Çimenler o kadar uzundu ki ayaklarımda onların serinletici hissiyle gıdıklanmıştım ama endişelenmiştim de aynı zamanda.
"Oğuz, burada böcek var mıdır sence?" diye bağırdığımda Oğuz bağırtımla durdu. Daha ağaca varamadan bana döndüğünde sorduğum soruda ciddi olup olmadığımı düşünüyordu sanki. Gayet ciddiydim ve endişeliydim. Böceklerden korkardım ben. Buraya basıyorduk ama çimenler uzundu ve burası çayırlık alandı. Böcek kesin vardı, hatta belki de yılan. Düşüncesi bile yürümeme engel olurken zıplayarak arabaya bindim tekrar. Isırılırsam ne yapardım o zaman?
"Böcek varsa gelemem ben! Kene filan, yılan ya da! Isırırsa hastanelik oluruz bak!" Tekrar bağırmamla Oğuz gülerek yanıma geldi ve tam önümde durdu.
"Tamam prenses, omuzlarımızda taşırız seni gerekirse. Gel bakalım. Seni böcekler yılanlar ısırmasın aman," diyerek kolumdan tuttuğu gibi kucağına çekti. Çığlık atarak boynundan tutunduğumda aniden kucağında oluşum beni bir şoka sürükledi. Kalbim gümbürdemeye başladı benden izinsiz ya da durmuş da olabilirdi.
"Geri zekâlı..." diye mırıldandığımda Oğuz gülmeye devam etti. Yavaş yavaş geri çekildim biraz ama hala çok yakındık. Nasıl keyif alabiliyordu bu durumdan? Sırtına bir tane yapıştırınca yalandan inledi ama nihayet beni çınar ağacına yapılan salıncağa getirdi ve oturttu. Terliklerimi yere çıkarıp ayaklarımı serbest bıraktım ve halatlardan tutundum sıkıca.
"Benden izin almadan bana dokunamazsın yalnız. Konuşmuştuk!" diye çıkıştığımda Oğuz arkama geçip yine bana sormadan sırtımdan ittirmeye başlamıştı. Çok hızlı değildi ama yavaş da değildi.
"Yahu ne yapayım? Ne istiyorsun sen de? Sana dokunmadan seni nasıl taşımamı bekliyorsun? Allah Allah ya! Âlemsin kızım sen," dedi bir kere daha kuvvetle sırtımdan ittirirken. Gözlerimi devirdim bir şey diyemeyince. Haklı olabilirdi ama hani biz piknik yapacaktık bugün, Oğuz neden kimseyi beklemeden beni buraya getirmişti ki?
"Biz piknik yapmayacak mıydık Oğuz? Neden buraya geldik ki?" dediğimde Oğuz beni sallamaya devam etti. Her ittirişinde rüzgârlar bana kucak açıyordu ve sanki sıkı sıkı sarıyorlardı. Geriye doğru geldiğimdeyse uzun saçlarım yüzümü örtüyordu ve bu döngü devam ediyordu. Hemen aşağısı yuvarlanmak için ideal çiçek ekili bir tarlaydı. Sonu görünmüyordu ama aklıma Heidi çizgi filmi gelmişti. Tabii o kadar dik bir yerde değildik, ovamsı bir yerdeydik.
Oğuz ona yaklaşınca, "Anı yaşamak diye bir şey var, duydun mu sen onu hiç?" diye bağırınca kahkahama engel olamamıştım artık. Kıkırdayarak Oğuz'a döndüm ancak hızım arttığı için net göremiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Koyu Kestane: Ekim
ChickLitBasit bir hikâyem var. Oldukça basit... Bir annem var, asla elini tutup da bu kadın benim annem diyemediğim. Bir babam var, asla yüzünü göremediğim, sırtımı dayayamadığım. Bir tane ablam var, hiçbir sırrımı paylaşamadığım, bana yol göstermeyen, en...