Buğra’nın arkasından tek omzunda asılı olan çantasının diğer askısını da omzuna atışını izledim. Tolga’nın kardeşi olsun olmasın onu sevmiştim. Çok kısa süredir tanışıyor olmamıza rağmen ondan ayrılmak beni çok üzmüştü. Sanki onun gidişiyle güvende gitmişti. Her şeyi bir kenara bırakarak dedeme ulaşmak için bende arkasından hareketlendim. Bavulumu çeken Tolga sessizce yanımda ilerliyordu. Sonunda İstanbul’un sıcağına adım attığımızda havaalanının önünde sıralanan taksilerden birine odaklanarak hareketlendim. Fakat artık bavulumun tekerleklerinden gelen sesi duyamadığımı fark ederek arkamı döndüm ve Tolga’yı sanki duvara çarpmış gibi kaskatı halde yaklaşık 10 adım gerimde gördüm.Gözleri bir noktaya sabitlenmiş öylece duruyordu. Gözlerinden yine o bilindik siyah gölgeler kol geziyordu. Gitmek istiyordum. Bir an önce gitmeliydim. Ama Tolga’daki tuhaflık taksinin kapısında olan elimi çekmeme sebep oldu. Geriye dönerek Tolga’nın yanına ulaştım. Baktığı yöne döndüğümde önce Buğra’yı gördüm. Bir adam ile kucaklaşıyordu. Kır saçlarına rağmen dik duruşluydu. Sinirli olduğu belli olan bir mizacı vardı. Bu ifadeyi tanıyormuşum gibi hissettim ve daha dikkatli bakmaya çalıştım ama nafileydi. Bana yabancıydı. Onu daha önce hiç görmemiştim. Buğra ile kucaklaşmasını bitirerek ayrıldıklarında aralarındaki boşlukta dudakları titreyen elli yaşlarında bir kadın gördüm. Titreyen elini dudaklarının üzerine kapatmış bizim bulunduğumuz tarafa doğru bakıyordu. Gözlerim Buğra’ya takıldı ve yüzündeki acı çeker ifadeyi gördüğümde anladım. Bu iki uzun boylu adamın arasındaki boşlukta ufacık görünen kadın Tolga’nın annesiydi…
Ne yaptığımın farkında olmadan Tolga’nın kolunu tuttum. Elimin altındaki beden sinirle gerilmiş titriyordu. Çatık kaşlarının altındaki gözleri aklarına sisler halinde yayılırken kendini kaybetmesinden ölesiye korkmaya başladım. Kolunu tutmak yeterli değildi. Gözleri, avına atılmayı bekleyen pusudaki bir aslan gibi, hiç kırpılmadan kadına kilitlenmişti. Hemen önüne geçerek yüzünü avuçlarımın içine aldım. İlk defa uzun boylu oluşum işime yaramıştı. Gözleri kadının odağından kurtulup benim gözlerime sabitlendi. Biraz yaklaşarak,
“Burada olmamaları gerekiyordu. Ama yapacak bir şeyimiz yok. Beni duyuyor musun? Kendine gelmelisin.” Dedim ona ulaştığını umarak. Tepkisizce gözlerime bakıyordu. Gözlerindeki sis yine koyu yeşil halini almıştı ama hala siyaha yakınlardı.
“Tolga… Lütfen, seni görüyorum. Üzgünsün, kırgınsın, korkuyorsun aynı zamanda sinirlisin biliyorum. Ama şuan zamanı değil.” Sözlerim üzerine sonunda gözlerini sıkıca yumdu. Sinirli bir şeklide saçlarını karıştırdıktan sonra, belimden kavrayarak şartlanmış gibi taksiye doğru yöneldi. O beni yönlendirirken ben başımı çevirip ardımızda bıraktığımız manzaraya bakma hatasında bulundum.
Buğra’nın kolu annesinin omuzlarına kenetlenmiş, onu yerinde tutmaya çalışıyordu. Kadının bir eli kalbinde yumruk olurken diğer eli ise bize doğru havalanmıştı. Omuzları hıçkırıklarla titrerken ne kurtulmak için çabalıyor nede herhangi ses çıkarıyordu. Sadece içlice gözyaşı akıtıyor ve benim içimi parçalıyordu. Bunca acıya sebep benim ikizimdi. Kadının yüzünde, bedeninde, gözlerinde öylesine ağır bir hasret vardı ki, bunu yaptığı için Tolga’ya bir anda korkunç bir öfke hissettim. Düşünüldüğünde oda acı çekiyordu ama ketumdu. Öfkesini üzüntüsüne kalkan yapan bir yapısı vardı. Çok yaralıydı. Ama yaralamaktan da geri kalmıyordu. Ne acı ki bunu bilinçli yapıyordu…
Taksiye bindiğimizde birkaç dakika sessizce oturduk. Şoför arkasına döndü, Tolga’dan talimat bekliyordu ama Tolga’nın gözü bir şeyi görmüyor gibi uzaklara dalmıştı.
“Darülaceze Hastanesine gidiyoruz” diyerek şoförü yönlendirdim. Tolga hala sakinleşememişti ama artık gözleri daha olağan bir renge dönüşmüştü. Artık ağırlık yeşildi. Yeniden elimi yanağına götürerek şekillendirdim ve bana bakmasını sağladım. Gözleri benimle buluştuğunda renkleri daha belirginlerdi. Kederi bana çarpıyordu. O gözleri bir kez daha görmüştüm. Yılmaz Bey’in hastane odasından çıktığında da bu renklerdi. Yeniden gözlerini kapatarak alnını alnıma dayadı. Bu yakınlık yeterli gelmemiş gibi beni kucağına çekerek başını boynuma gömdü ve bana sıkıca sarıldı. Taş gibi sert duruşu ve sert mizacının aksine sadece başının okşanmasına muhtaç ufak bir çocuk gibi davranışı içimi acıttı. Ona istediğini vererek dudaklarımı alnına götürdüm ve saçlarını okşadım. Uzun bir süre bu şekilde yol aldık. Köprü çıkışına geldiğimizde bir anda konuşmaya başladı ve içimden derin bir oh çekmeme sebep oldu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gökkuşağının gözleri...
RomantiekToy, yalnız bir genç kız ve gizemli gözlere sahip bir adam... Sadece ikisinin görebildiği büyülü bir bilinmez... Bir insanı anlamak için sadece gözlerinin içine bakmak yeterli midir? Peki ya güvenmek için?