6.BÖLÜM: "RUHUN AVUÇLARI"

72 27 33
                                    

Tarçın kokan, duvarları hafif kızıl ve turuncu, duvarları düz renge boyalı tatlı bir mekanın içindeydik.

A dostlar evet! Birlikte oturuyorduk!

Kalbim yine yumruklarını göğüs kafesime sallamaya devam ediyordu. Sakin olmak istiyordum ama söz konusu sen olduğunda bu imkânsızdı gönül yaram.

"Ne istersin?" Önümde duran, zarfa benzetilmiş menüyü aldım avuçlarıma. Sende benim hareketlerimi takip ederek eline aldın ve o kara gözlerini diktin sayfalara.

Saçlarından akan birkaç saç tutamı bir halı gibi döşemişti alnından fayansını. Dokunmak, içim yana yana sevmek istemiştim sızım seni. İçim küle dönüşene değin sarmak istedim kimsesizliğimizi.

Aynı an da bakışlarımız birbirimiz ile kesişti.
Aynı an da dudaklarımız kelimelerimizi kustu,
Ve aynı an da bir ömrü solumak istedi benliğim.

"Sert bir türk kahvesi, yanında da unlu kurabiye."  Dudaklarımız sustuğunda dillerimiz gönüllerimize bir sevgi bağını bahşetti.

İkimizde şaşkındık, ikimizde gariptik ve hiçbir gariplik bana bu kadar normal gelmemişti.

Çok geçmeden istediklerimiz geldi önümüze.
Ben sana hâlâ doyamadan, çekingence bakıyordum. İnan bana bu elimde değildi Yusufum. Seven insan bakmaya bile kıyamaz ki kaldı ki yüreğim sussun. O sana baktıkça ağlıyor ama ağladığı derdinin de sen dermanının da sen olduğunu biliyor.

"Önce sen içmelisin." Dalgın dalgım bakıyordum ki o güzel sesin beni sıyırıp attı o dünyadan. Önümdeki sıcacık kahveyi avuçlarımın arasına aldım. Fakat, elim öyle bir yanmıştıki ufak bir çığlıkla bağırdım. Elimden hemen aldın kahveyi, üflemeye başladı dudaktan rüzgârların yaralı avuçlarıma, yaralı ruhuma ve seni isteyen o bağrı yanık kalbime. 

"İyi misiniz?" Ellerime dokunduğun an kesilmişti sızımda ağrımda. Başımı sallamakla yetindim sadece. Endişeli gözlerin eski parıltılarını kazanırken yerine sindi ruhum. Bakışları sen, dünyası sen en büyük arzusu ve miladı tamamen sen...

Ayıp olmasın diyerekten gülümsedim. Bakışlarımız kesiştiği an da sen de gülümsedin ve o yanaklarındaki mezarlar yeniden gün üstüne çıktı.

Bir mezardın üstelik sen Yusufum.
Kefenden ruhumu sarıp sarmalıyıp sende uyuttuğum.
Ve uykumdan uyanmayıp sana meftun olduğum.
Bir mezar, bir aşk ve bir mutluluktun sen.
Adını kaybedilmişlerin koyduğu, kimsesizlerin sarıldığı,
Bir umuttun sen.
Benim umudum.

Beraber kahvelerimizi içerken, kurabiyelerimizi yerken bu anı asla unutmayacağımızı biliyordum.

İnsan sevmeden durabilir derdim eskiden. Sevmeden yaşamayı becerir ve ben kontrollü biriyim, kimse nevrimi döndüremez. Kimse kalbimi açamaz ve kimseye gönül bağlayamam.

Öyle değilmiş...

Hayat bir tokadını sertçe geçirmişti ruhuma
Ebedi bir ders almıştım ondan. Fakat yine de minnettardım Yusufumu bana kazandırdığına. Öyle ya  kaybedince bazen daha iyi anlardık ve kaybederken daha çok bir şeyleri başarırdık.

Gözlerin, bakışın ve ruhun bugün öyle bir güzel gülümsemişti ki bana, unutmak isteseydim kendimi mahvederdim inanınki. Yaralı parmakların her bardağı kavrayışında onları alıp bağrıma basma isteğimi hiç çekemedim.

"Parmaklarınız..." Boğazından geçtikten sonra kurabiye, kahvenin o sert kokusunu solumaya başladık.

"Yara ve kırıklık dolu."

"Neden?"

"Bilmiyorum. Sadece yara ve kırıklıklarla dolu." İrkilerek kaşlarını kaldırdın ve güzel benliğin haykırdı sorularını. "Peki ya siz, avuçlarınız yıkık dökük." Suratımı botlarıma çevirerek konuştum. Sana yalan söylemek istemiyordum Yusufum. Dudaklarım mühürlü olsun isterdim ama sana yalan konuşamazdım. "Yıktılar," dedim. "Yıkık dökük bir virane artık avuçlarım." Susmuştuk artık.

Sözcüklerimiz sahile vuran o sert dalgalar gibiydi ancak o an, o dalgaların okyanusun dibine çekildiğini hissettim.

"Yıksalarda bir kurtuluş vardır." Dedin, sesinde çürümüş bir toprakta ölüm kokan çiçekler vardı.

"Var ancak ben yoruldum." Umutsuzdum. Avuçlarımdaki kırgınlıklar, teker teker değil bir bütün olarak geliyordu üzerime. Hayatın kırgınları şayet avcumda toplanmış, seni bana hediye etmişlerdi. Bu kifayetsiz bir hediye olsa da kırılmış bir umutsuzluğu sarmak hiçbir zaman basit olmazdı.

"Yorgunluğunuzu anlıyorum, Züleyha hanım." Anlıyor musum sahiden beni Yusufum. Herkes gibi anlıyorum diyip, umursamazlıktan gelmezsin sen değil mi? Sen çünkü bende ki heplersin. Hep dediklerim, iyikilerim.

"İsterseniz..." Mekanın açılan kapısıyla saçlarımı öpen rüzgârı hissettim. Kumral saçlarım asi ve telaşsız bir şekilde sallandı havada.

"Size yardım edebilirim." Dedin ve yüreğime oturan mutluluğun haykırışlarına sebep oldun. Nasıl, Tanrım ne diyordun!?

"Na...nasıl?" Dedim, yüreğimdeki haykırışların dudaklarına bir kilit vururken.

"Şöyle." Pantolonunun cebinden küçük bir not kâğıdı ve ucu eskimiş, küçücük kalmış bir tahta kalem çıkardın.

Birkaç saniye bir şeyler karaladın oraya. Elime tutuşturduğunda şaşkın gözlerimin büyüdüğü, kocaman olduğunu hissetmiştim.

"Beni yanlış anlamayın lütfen fakat ben kendime hakim olamadım, istemezseniz anlarım. Ben..."  Sıkıntılı gözlerin bana ruhumi geri bahşedecek miydi? Yoksa oraya beni gömecek ve hiç istemediğim gibi beni bana vermeyecek miydi?

"Sizinle konuşmak istediğimi fark ettim. Normalde birdenbire olmaz ancak ben...." Sıkıntıyla iç çektin.

"Özür dil..."  Lafını kestim aniden.

"Olur." Yanaklarımın kızardığını hissediyordum.

Sahiden bir umut olacak mıydık?
Biz umudun içine ekilen o filizler olacak, büyüyecek miydik?
Biz...

Kelimelerim nedensiz, tek korkum hayatımın olması sensiz...
Yusuf...
Yusufum...
Canımın canı, ruhumun ruhu.
Sahiden böyle mi hissediyorsun sende?

Çünkü ben kalbimi artık senden kurtaramıyorum.

*
Mayıs/2019

Kısa hikayemizin bir iki bölüm sonra finalini vereceğim.
Bilginize.

UNUTULMUŞ BİR SIZI Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin