XVI

485 42 8
                                    

Kütüphanede sessizce kitabımı okurken, giriş kapısının yanındaki masada oturan görevli bir kadın bana doğru sesleniyordu.

Elimi saçlarıma atıp biraz karıştırdım, birinin bana seslenmesini beklemiyordum.

Oturduğum sandalyeden kalkıp kadına doğru ilerledim, vardığımda elinde sarılmış bir kutu duruyordu veya ona benzer bir şey; ne olduğunu tam olarak anlayamamıştım.

"Bunu Gökyüzü adında genç bir kız yaklaşık 1 hafta önce size teslim etmem gerektiğini söyledi." Dedi, şaşkınlıkla gözlerimi araladım.

'Gökyüzü, bana neden bir şey bıraksın ki?' diye düşünmeden edemedim.

"Ah, teşekkür ederim."

Uzattığı kutuyu alarak yerime ilerledim, ilk önce kutuyu masanın üzerine koydum ardından yavaşça sandalyeye geri oturdum.

Gözlerimi saniye içerisinde birkaç defa art arda kırpıştırdım.

Onu uzun süredir görmemiştim, o gün Gökyüzü'yü beklesem de kütüphaneye gelmemişti.

Onun evine de sırf onu görmek için gidememiştim.

Fakat bazen dışarıda, bazen kütüphaneye giderken görüyordum. Çok nadirleşmişti gelişi buraya, bunun farkındaydım.

Elimi kutuya attım ve açılmaması için olan bantı kopardım, bu küçük bir kutuydu ve içinde de sadece bir paket vardı.

Daha da şaşırdım.

Paketi açtım, elim istemsiz paketin içinden çıkan defterin üzerinde dolaştı, siyah kaplamalı, mat bir defterdi.

3 sayfa hariç bütün sayfalar yırtılmıştı.

İçini açmaya karar verdim.

Kaşlarımı çatarak okumaya başladım...

"Sevgili Günlük,

Hapsolma fikri bana bu kadar güzel gelmemeliydi, birinin o naçizane güzelliğinde veya zihninde... Gözlerinde veya gülüşünde...

Yeterince anlamsızdı anlam dolu olması.

İnsan insanı güzelliği ile tutsak bırakmamalıydı.

Kalbim onun yanındayken asla normal atmazdı, ritmi bozulur; gözlerimiz buluşunca ise yerinden çıkardı.

Derler ya, "gerçek aşk yanında huzurlu hissettiğin kişidir, kalbinin ritmini bozan değil" diye...

Ben buna inanmadım, inanamadım.

Çünkü onu görmüştüm.

Saçlarının ipeksiliği, dudaklarının kırmızılığı, fil dişi rengindeki soluk teni, gözlerinin o alıcılığı; Kitaplara bakışı, el yazısı, düşünceleri ve hayalleri... Hitap edişinden, suskunluğuna...

Zihnim onun olmuştu.

Kalbimse zaten bende durmuyordu. Kalp denen, artık bana ait bir parça değildi.

Nasıl anlatsam bilemiyorum ama aşk yanında acıyı getirdi.

Benim mükemmel bir ailem, sıkı bir dostum ve kitaplarım varken, nedendi bu acıya olan saçma açlığım?

Doyumsuzluk? Aç gözlülük? Maymun iştahlılık?

Belki de sahip olduğum her şey sadece bana yetmiyor, acıya doymak istiyordum, açlığı ben; aşkın acısıyla doyuracaktım, bu ise yanlış bir doyurma şekliydi.

O nedenledir bu yazıların varlığı.

İnsandık; sever geçerdik, düşer kalkardık.

Benimki kalkma veya geçme isteğimin olmamasıydı, bunda ise kimsenin bir etkisi yoktu.

Ben göçsem de, göçmesem de... Bu hislerim, güzelim çillerinin varlığı hiç solmayacak, gözlerindeki pırıltı asla gitmeyecek olan o güzel insanaydı.

Bilmesini ne kadar isterdim oysa; kirpiklerinde sallanmak, gözlerinde deliler gibi koşmak, dudaklarından kırmızı bir şarap tatmak istediğimi... Sanırım bunlar benim en müstehcen arzularımdı.

Ki gerçekleşmese de sorun değildi benim için; bunları bana hissettiren bir insan vardı sahiden.

Fiziksel dokunuşlar, ruha hitap edebilirdi elbet... Ama benim bunlara ihtiyacım yoktu. O bana dokunmadan da ruhuma erişmişti.

Kim olduğu önemli değildi, çok güzel bir insan tanımıştım, bu ne olduğundan daha önemliydi.

Bir keresinde, "Eğer yaralarını sarmama izin verirsen, bana dilediğini diyebilirsin..." Demişti bana.

Çok korktuğumu itiraf etmeliyim, korkmuştum çünkü bunun herhangi bir akışı değiştireceğinin bilincindeydim.

Yine de izin verdim.

Ama o an, doyumsuzluğum beni çıkmaza sokmuştu. Bir süre bunu görmezden gelmek iyi bir sürece sokmuştu her şeyi, bir süre sonra ise hiçbir şey yetmemeye başlamıştı.

İçime sığmamaya başlamıştım, duygularım bana asla yetmemiş; yaralarım sargılarının ardından kanamaya devam etmişti.

Saçma cümleler belki ama tam olarak böyleydi.

Ancak böyle anlatabilirdim hislerimi.

Kendime yetmezken insanlara nasıl yetebilirdim?

Onun bana ait olmayan, başka bir insana olan sevgisi ile nasıl başa çıkabilir, ailemi ve dostumu üzmeden nasıl normal bir hayat sürebilirdim?

Belki yapardım.

Ama bunu yapmamayı seçmek her şeyin en basitiydi.

Zor olan düşüncelerdi, artık zoru seçmek istemiyordum. Yeterince içerisinde bulunmuştum. Hiçbiri bana daha sağlıklı hissettirmiyordu.

Ben aşkı, acısıyla kabullenemiyordum.

Kaçmak, gitmek ve unutulmak... Ne kadar çekici gelmişti, bilemezsin.

Ve kaçtım, gittim.

Tüm benliğim, aşkım ve sevgimle...

Gökyüzü."

Kalmıştım, olduğum yerde; öylece.

Yerimden hızla kalktım, tüm kütüphane bana dönerken, çantamı apar topar topladım, ceketimi ve kutuyu alıp oradan hemen çıktım.

Merdivenlerden de bir o kadar hızla inmiştim, daha önce bir defa gitmiş olduğum evine koşarak, yolları iki defa düşünmeden gittim.

Gün ışığı yeşil bitkilere vururken, günümün bu denli kararacağını düşünmemiştim.

Evinin önüne vardığımda bahçe kapısını açıp içeri daldım, giriş kapısına geldiğimde ise hiç beklemeden çaldım.

Biraz bekledikten sonra kapı yavaşça açıldı, açan kişi annesiydi.

Yeterince üzgün görünüyordu, fazlasıyla yıpranmıştı.

Bir şey dememe kalmadan beni görür görmez sarıldı.

Gözlerinden akan yaşları hissediyordum, o kadar sessiz ve içten ağlıyordu ki...

"Gerçekten... O?" Dedim, sözümü bitirmeden başını olumlu anlamda sallamaya başlamıştı bile.

Kollarımı sıkıca hüznün dibinde olan kadına sardım.

Gökyüzü tüm bu dünyada kalacak insanlara ne yapacağının farkındaydı ve o bunu yine de seçmişti.

Bu ise geride kalan insanlara yapılacak en ağır şeydi.

Renkli GxGHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin