Aşkımın altı yok, üstü yok. Aşkım yükselmeyecek, aşkım düşmeyecek. Ben ortadayım ve durduramıyorum. Peki neyi? Nancy Wilson'ın "seni sevmeyi" diye devam eden bu sözlerinin aksine ben neyi durduramadığımı ayırt edemiyorum; aşkımı mı, yoksa zihnimdeki kafasızın arada bir çıkıp nasıl da âşık olduğum yalanını ya da gerçekliğini tekrarlayıp durmasını mı? Yalan mı gerçek mi olduğu bilinmeyen aşkımın altı yok değil, üstü de yok değil zira kendisinin varlığı dahi şüpheli.
Eski plağında çalan müziğin sözlerini kendimce yorumluyorum. Melodi salondan geliyor, bizse onun odasındayız. Biz. Aynanın karşısındayım yine. Ve göğsü yine sırtımın yakınında. Saçlarımı küçük küçük kısaltıyor. O, yansımadan gördüğüm üzere kaşlarını çatmış ve işine odaklanmışken ben, düz bir yüzle kendimi seyrediyorum. Arada omuzlarım ve göğsüm titriyor. Refleks olarak yaptığım bir eylem yahut o tarz bir durum. Tik gibi ya da. Titreme siye kandırıyorum kendimi.
"Saçlarımı kazıyın."
Elleri duruyor. Devam ediyorum kendimi izlerken. "Üçe vurun."
"Hayır, Jeon."
"Evet, Bay Kim." Nefes veriyor. "Ruhsal çöküntülerimin acısını saçlarımdan çıkarmayacak kadar ergenliğin üzerinden atlamış, evden kaçacak kadar da çocuğum ben."
Makası yanına bırakıp omuzlarıma ellerini bırakıyor, alnı enseme yaslanıyor, yeniden nefes veriyor. Teşekkür ederim Bay Kim, diyorum. Sesli soluklarınızdan hâlâ yaşadığınızı hatırlamak güzel.
"Biliyorum, Jeon." diyor yeni öğrenmemiş gibi. Yahut belki de Sokrates'in maotik tekniğini kullanıyorum; düşünse aklına gelmeyecek, duysa yabancı hissetmeyecek bir cümleydi kurduğum.
"Neden sunduğum bir teklifi hiç kabul etmiyorsunuz? Hep beni reddetme hâlindesiniz." diyorum, hodri meydan. Bir şeyleri itiraf etme vakti geldi.
"Saçlarına kıyamam." diyor savaşımı karşılıklı hâle getirerek. "Başka bir şey iste, tamam mı? Söz yapacağım."
Biraz öne ilerleyip bedenimi ona çeviriyorum. İkimiz de bağdaş kurmuş bir vaziyette otururken dizlerimiz birbirine değiyor. "Öpün beni." diyorum, dememle yutkunuyor, gözleri bir saniyeliğine dudaklarıma kayıyor. "Fakat o günkü gibi." Duygularınız bana armağan edilmiş gibi.
Üst dudağını ısırıyor, başını eğiyor. Akabinde avuçlarından destek alarak ayağa kalkıyor ve beni odada yalnız bırakıyor. Şarkı çoktan bitti, evin içinden gelen ufak tıkırtılar dışında, sessizliğin yemiyim. Yutkunuyorum. Konuşmamız gereken epey mevzu olduğunu biliyorum, biliyor. Gereklilikleri bir polis olarak dahi o kenara koyarken benim çok hevesli olmadığım konulara başlama amacım yok. Fanusun içinde yüzen sağlıklı balık sahiden benim değil, yine de Mephisto'ma ihanet ederek onu izliyorum. O da bir iki dakika sonra odaya giriyor, elinde makineyle. Ben buna bitiyorum. Eski pozisyonumuza döndüğümüzde tıraş makinesi titriyor. Benim gibi. Hiç, neden titrediğimi sormuyor. Sahi o hiç, bir şey sormuyor. Kurduğu en uzun cümlelere, susuz kalmış bir insan kuruluğuyla yutkunuyorum.
Yeniden kendimi izlemeye koyulduğumda elinde makineyle bir süre duruyor. Başlaması için hiçbir eylemde bulunmuyorum, bir süre kafasında tarttıktan sonra -zira bazılarımızda hâlâ var, ve evet zihnimdeki üzerine alınman için söyledim. Kafasız olduğundan anlamazsın. Şimdi anladın mı? Umarım anladın.- başımın ardında titreyen makineyi ve dökülen saçlarımın hafiflettiğini hissedebiliyorum. Tenim gözükmeyecek şekilde kazıyor, her yeri. Bir önleri bırakıyor, azıcık kâkülüm kalıyor.
"Yeter mi?" diyor bıkkınca; kesmekten yorulmuşa benzemese de, saç tellerimin bir bir düşüşünü izlemekten yorulmuşa benziyor. Yanıt vermiyorum. Ona genç hanımlar gibi trip attığımı zannetmesini sağlayacak şekilde ayağa kalkıp ensemi kaşındıran ve hâlâ biraz üzerimde bulunan saçlarla lavaboya ilerliyorum. Aslında işemeye gidiyorum. Lisedeyken de işemeye gittiğimi söylerdim. Bazıları güler, bazıları gözlerini büyütüp güler, bazıları da içinden gülerdi. İşemekten değil de işemeyi söylemekten daha doğal bir şey yokmuşçasına belirtirdim. Bunu söylemenin de normal bir şey olduğunu açıklamaya çalışsam da, müdürden dahi aldığım uyarı bazı şeylerin bazı yerlerde söylenmemesi gerektiğiydi. Ben de sessizce çıkıp gitmeye başladım sınıftan. Dersi bölmüyordum ve yapabildiğimin en naziği buydu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
narcotique
FanfictionPsikolojik bir çöküşün öyküsü. "O ev bir cennet, Taehyung, ben ise Adem'im." diyorum, gözlerim koyu irisleri arasında mekik dokuyor. "Bir kez tadıp pişman olmadığım yasak meyveyi benden koparıp alamazsınız."