"Saçların uzamış." diye fısıldıyor.
"Keselim mi?"
"Hayır."
Onun bana verdiği ancak kendisine ait olan yataktayız. Bacaklarımız hafif kırık ve iç içe. Yüzümü izliyor. Hoş bir izleyiş değil. Sevmiyorum. Yine bir şeyler ters, depresyona girmiş gibi. Dilde dolanan, ufacık bir sıkkınlıkta "depresyona girdim" modunda değil. O uzun süredir iyi değil gibi. Güldüğünü gördüğümü hatırlamıyorum. Güldü mü? Gülmedi. Gülümsemedi de. Belki Hoseok'a gülümsüyordur.
Kaç ay oldu bilmiyorum. Kapalı bir alanda hiç durmayan ve kaçan ben kişisi, —bunun fobiyle alakası yoktu ve evet, okuldan da kaçtım- ne kadar uyuduğumu bilmediğim, ne kadar güneşi izlediğimi saymadığım haftalardır yalnız iki kez dışarı çıktı.
Ama biliyorum. Bir hafta geçti. Onunla aynı evde kalıp hiç çıkmadığım koca bir haftayı saydım. Parmaklarımla. Unutmamak için kalemle çizik attım. O beni yıkadıkça izlerin üzerinden geçtim. Duş aldık. Beş gün boyu gözü kapalı itirafları yapmaya devam ettik. Annesinin ve babasının sürekli kavga ettiğini, bir erkek kardeşi olduğunu fakat öldüğünü, lisede asosyal olduğunu, kızlar tarafından beğenildiğini, ilk öpücüğünü bana verdiğini, yirmi altı yaşına kadar, bilinçliyken insanlarla temasa, yakın arkadaşlarına sarılmak dışında geçmediğini, odasına kapanıp sürekli film izlediğini ve kitap okuduğunu, kedilere alerjisi olduğunu ve eşcinsel olduğunu öğrendim. Ona her şeyimi anlatmaya başladım. Daha çok konuştuk. Çok söz hayvan yükü, az söz insan yükü derler. Hayvan yükü daha hafif geldi. Bu yüzden hep konuştuk. Uyuduk. Romantik gibi görünse de, sevgililer gibi değiliz. Onu bir kez öpebildim. Dizine yatıp durdum. Hoseok'un yasını tuttum. Öldü o.
"Daha önce de saçlarımı kestim. Üçe." diyorum tavana dönerek. Elimi karnımın üzerine bırakıyorum.
"Hmm.." diye mırıldanıyor, hâlsiz.
"Öylece oturuyordum bir gün. Sonra yaşlı bir kadın geldi. Bankta. Saçımın bir hastalıktan dolayı böyle olup olmadığını sordu. İnsanlardan nefret etmeye devam ettim. Kimse kimseye bu soruyu rahatça soramaz diye düşünüp kanser olduğumu söyledim. Utandı, yanakları kızardı. Üzgünüm deyip gitti. On iki yaşındaydım."
"O zamanlar akıllı bir çocukmuşsun." diyor. Kıkırdadığına yemin edebilirim. Fakat hâlâ hüzünlü. Hastalığa kapılmış gibi.
"Güldünüz..." diyorum. Gülüşünü görmeye layık olmadığımı düşünüp gözlerimi tavanda tutmaya devam ediyorum. Bunun âni olmasını istemediğimi düşünüyorum. Gülümsemesini istediğim bir anda, —kendimi buna layık gördükten sonra- isterdim. Ancak o 'tatlı' âşıklardan olmadığımızı hatırlıyorum. Bundan yakınmam. Bak yine midem bulandı. Ne bu bulantı şimdi? Âşık bulantısı. Hayır ben âşık değilim. Aklıma onlar geldi. Bulantı.
Yanıt vermiyor.
"Şu an akıllı değilim."
"Değilsin."
"Gözleriniz kapalı değil, parmaklarımı da tutmadınız. Sanırım o kadar cürret gerektiren bir itiraf yapmadınız."
"Ne demezsin."
"Ne?"
"Hiç." diyor. Tavana dönüyor. "Yemek yiyelim mi?"
•••
2014. Jeon ve Yoongi on altı, Jimin on beş yaşındaydı. Okudukları okul, babalarının ayakkabılarını öpecek -sahiden öpecek kadar ailesinin köpeği olmuş ve aşağılanmış zengin çocuklarla doluydu. Bu kişiler, komplekse girmemek için başkalarını ezikliyor, fiziksel ve ruhsal zarar vermekten çekinmiyordu. Ergenler acımasızdı, hiçbir şey yapmasan bile yanında bitiyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
narcotique
FanfictionPsikolojik bir çöküşün öyküsü. "O ev bir cennet, Taehyung, ben ise Adem'im." diyorum, gözlerim koyu irisleri arasında mekik dokuyor. "Bir kez tadıp pişman olmadığım yasak meyveyi benden koparıp alamazsınız."