YEMEK

18K 803 25
                                    


  Benim kadar sahipsiz odamda kıyafetlerimi ütülüyorken kapı zilinin çaldığını duydum. Annem bir süre sonra bana seslendi. Ütüyü dik olarak ütü masasına bıraktıktan sonra ne olur ne olmaz diye fişi çektim ve annemin yanına gittim. Kapının önünde bir adam, elinde bir paket tutuyordu. Üzerindeki kıyafetten, adamın kargoda çalıştığı anlaşılıyordu. Annem, paketin bana geldiğini söyledi. Adam hemen paketi bana uzattı. Düşünmeden aldım. Paketin üzerinde adım yazıyordu. Sonrasında gönderen bölümüne gözüm ilişti, “Mehmet Ersoy!” diye fısıldadım. Annem bir şey söylemeden içeriye gitti. Adam bana imzalamam için bir kâğıt uzattı. İmzaladım. Adam kâğıdı alıp gidince kapıyı yavaşça kapattım. Bir nevi bombayı elimde ve yüreğimde taşıyarak odama gittim. Ütülediğim kıyafetleri yatağımın üzerine koyduğumdan, onların üzerine oturdum. Paket hala elimdeydi. İçinde para olduğunu düşündüm çünkü babam yıllarca, annem evlendikten sonra bile, benim için, annemin hesabına para göndermişti. Hayatım boyunca babamı görmek bir yana, onunla konuşmamıştım. Paketi bir beklenti duymadan açtım. İçinden son model bir cep telefonu çıktı. Bir de kart. Kartta sadece tebrik ederim yazıyordu. İki gün önce üniversite yerleştirme sonuçları açıklanmıştı. Üniversiteyi kazanmıştım. Duyan herkes beni kutluyordu. Telefonun hattı içindeydi ve açıktı. Arayacağını anladım. Bekledim. Yaklaşık bir saat geçtiğinde telefon çaldı. Önce ekrandaki kayıt edilmiş isme baktım. Mehmet Ersoy yazıyordu. Parmağımla çağrıyı cevapladım ve sonsuzluktan gelen bir kurtarıcının sesini duyma hevesiyle telefonu kulağıma koydum. Zor bulduğum sesimle “Efendim!” demeyi başardım. “Nasılsın kızım?” ... “Teşekkür ederim, siz nasılsınız?” ... “Seni kutlarım.” ... “Sağ olun.” ... “Bir şeye ihtiyacın olursa beni aramaktan çekinme.” ... “Olur.” ... “Görüşmek üzere.” ... “Görüşürüz...” karşılığını vermemle konuşma sonlandı. Ardından telefonu kapatınca sinyal sesiyle kalakaldım. Baba kız ikilisinin ilk konuşmasıydı. Kelimeler, sanki ağzımdan dökülmüştü. Ne söylediklerimin ne de duyduklarımın benim için bir anlamı vardı. Daha çok gerçek ve hayal arasındaydı. Araf’tı. Yataktan kalktım. Telefon elimde görünmezliğimle evden çıktım. Sahile kadar yürüdüm. Sahilde boş bir bankın üzerine oturdum. Gözlerim, mavi sonsuzluğa açıldı. Sadece mavi vardı. Mutlu değildim. Üzgün değildim. Şaşkın değildim. Duygusuzdum. Ağlamam gerekirdi, belki bağırmam. Suskundum. Sakindim. Hiçbir şey hissetmiyordum. Düşünmüyordum. Maviydim. Güneş batana kadar su gibi şeffaftım ve ışığımı yansıttım. O gün o bankta bir kez daha umudumu öldürdüm. Yeniden doğacağını, büyüyeceğini ve öleceğini bildiğim halde…
  Sonrasında vakti geldiğinde üniversiteye kayıt oldum. Bir yurda yazıldım. Babam yine aradı, onun evinde kalmamı istedi. Yurtta kaldığımı söyledim. Ertesi gün yurda geldi, kaydımı sildirdi ve beni evine götürdü. İtiraz etmedim. Onu ilk görüşümdü. Mutluluktan ağlamalıydım. Çocukluğumda kalan hayallerimde olduğu gibi ona sarılmalıydım. Bana beni sevdiğini söylemeliydi. İçimdekileri yüzüne vurmalıydım. Olmadı. Eve kadar konuşmadık, eve geldiğimizde beni evdekilerle tanıştırdı ve odamı gösterdi.
  Beş yıl boyunca karşılıklı konuştuğumuz tek gün dün sabahtı. Yeliz için endişelendiğini anlattı. Fırat’tan da bahsetti. Babam ilk defa benimle düşüncelerini paylaştı. İçinde yine ben yoktum. Benden bir ricası vardı. Yaradılışım gereği kabul ettim.
  Dün gece Fırat ve Yeliz’in hayatına dâhil oldum. Onların dünyasına adım attım ve elbette devamı gelecekti…
  Hastaneler benim yuvamdı. Acildeydim. Doktor Murat ve Feride akşam yemeğini yiyorlardı. Onlar gelince ben gidecektim. İkisini temsilen bekliyordum. Bir vaka olursa onlara haber verecektim. Özel ve pahalı bir hastane olduğundan genellikle olduğu gibi bugünde sakin bir gündü. Çoğunlukla olduğu gibi bir yandan ders çalışıyordum.
  Her sabah yaşanan rutinle Selim Taşkıran hastaneye uğradı. Neyse ki biz karşılaşmadık. Şansım yaver gitmişti. İmzalatmam gereken bir dosyayı ne olur ne olmaz diye Ayşegül adında bir hemşireye paslamıştım. Feride beni görmüş ama bir şey sormamıştı. Hiç kimsenin aklına dün gece Selim Taşkıran’la konuştuğum gelmezdi, özellikle bir gece kulübünde. Ayşegül de dünden razıydı zaten. Dosyayı elimden aldığı gibi uçarak gitmişti. Doktor Nur’la arkasından haline gülmüştük. Acilden çıkmadığım için koridorda karşılaşma tehlikesi yaşamadım. Beni hatırlar mıydı ya da tanır mıydı bilmiyordum ama onunla hastane içinde konuşmak, kesinlikle istemiyordum. Geçerli sebeplerim vardı. O yüzden tedbirli davrandım.
  Feride hemşireydi. Aynı dönem işe başladık. Benden bir yaş büyüktü ve arkadaş sayılırdık. İkimizin de ertelediği nöbeti olduğundan bugün yirmi dört saat hastanede olacaktık. Gün içinde konuşma fırsatımız oldu ama o dün gece izlediği filmden ne kadar etkilendiğini, ballandırarak bahsetti. Demir Çeneli Melekler’i izlemişti ve bu filmi ona ben önermiştim. Sayesinde filmi yeniden izlemiş kadar oldum. Şikâyetçi değildim. Film tekrar tekrar izlenmeyi hak ediyordu.
  Kitap, film, müzik ve spor, bunlar insanlarla iletişimimi sağlayan etkenlerdi. Ben hayat hakkında konuşabilen biri değilimdir. Bugüne kadar hiç kimseyle paylaşımım olmadı. Kapalı kutuydum. PANDORA’nın kutusu…
  Dün ki konuşma da babamla aramızda kalırdı, Atakan’ın tahmini olmasa.
  Geceyi gün boyunca düşünmeyi reddettim. Düşünecek bir şey yoktu. Görevimi yerine getirmiştim ve ilk gecenin dosyası kapanmıştı.
  Ders çalışmak, hayatımın her evresinde kaçış noktası oldu. Başarımı kaçtıklarıma borçluydum. Zeki değildim ve hiç olmadım. Haddinden fazla okuduğum kitaplar beynime kazındılar ve bende bu sayede okuduğum her okulda birinciliğe kapak attım.
  Arkadaşlıklarımda da iyi bir dinleyici, komik ve sır küpü vasfını üstlendim. İnsanları kıramamam kırılmama neden oldu. Kırıla kırıla bu günlere geldim. Sevmediğim huylarımla… Kaçış kapısı çalışkanlığımla… Kalabalık yalnızlığımla…
  Feride içeriye girince kitabımın arasına kalemimi koyarak kapadım ve ayağa kalktım.
  “Sen geldiğine göre ben gideyim.”
  “Dur kızım. Ne oldu tahmin et.”
  Anlamsızca yüzüne baktım. Merak etmesem de “Ne oldu?” dedim.
  “Yemeğimiz bitmişti. İki sohbet ediyorduk. Özlem var ya şu veznede çalışan, siyah saçlı olan. Yanımıza geldi ve Selim’in Murat’ı çağırdığını söyledi.”
  “Selim kim?”
  “Şu hastanede çalışıp da Selim Taşkıran’ı senin kadar yok sayan başka biri yok. Erkekler de dâhil.”
  Olayı abartmasa olmazdı. İçimi çok bilinmeyenli bir huzursuzluk kapladı. Bu saatte hastanede ne işi vardı? Başına bir şey mi gelmişti acaba? Murat’la arkadaş değillerdi. Olsalardı muhabbet arasında mutlaka duyardım. Murat'la hatırı sayılır bir geçmişim vardı.
  O anda Murat içeriye girdi. Suratı asıktı. Yüzümde görmeyi istemediği, sevmediği bir şey varmış gibi gözlerime baktı. Duygusuz bir tavırla “Selim Bey seni çağırıyor Seda.” dedi.
  “Beni mi?”
  Şaşkınlığımı gizleyemedim. İkisi de pür dikkat bana bakıyordu. Sessizliğim üzerine Murat başka bir şey demeden gidip masasına oturdu. Feride nefes almayı bırakıp tek derdi buymuşcasına gözlerimin içine baktı. Omuz silktim.
  “Ben gideyim o zaman.”
  Kendimi nedense suçlu hissettim. Odadan çıktığımda kimsenin pek tercih etmediği merdivenlere yöneldim. Merdivenlerden benden beklenmeyecek bir performansla, aheste aheste üç kat yukarıya çıktım. Koridorun ıssızlığı, içimdeki belirsizliğin getirisi tedirginliğimi açığa çıkardı. Odanın kapısının önünde soluklandıktan sonra, kapıyı tıklatıp içeriye girdim.
  Selim beni görmesiyle birlikte daha fazla sabrı kalmamışcasına oturduğu masadan ayağa fırladı.
  “Seni almaya geldim. Yemeğe gidiyoruz.”
  Söylediklerini farklı duymuş ya da yanlış anlamış olmalıydım şüphesiz. Belki de aramızda o samimiyet olmamasına rağmen bir sebepten bana şaka yapmaktaydı. Başka bir olasılık dahilimde bile değildi. Ben yüzüne derece kazanmaya aday alıklığımla bakmaya devam edince “Yeliz Fatih’in, Fatih de benim başımın etini yedi.” diyerek açıklamada bulundu.
  Bu böyle olmayacaktı. Aklıma gelen ilk cümleleri kurdum.
  “Olmaz. Gelemem. Ben çalışıyorum.”
  “Ben Murat’a söyledim. Birkaç saat sensiz idare edecekler.”
  “Tam olarak ne söylediniz?”
  Şimdi kafaya takacak başka bir problemim yokmuş gibi ilk aklıma geleni ağzımdan kaçırdım.
  “Seni yemeğe götüreceğimi, sana kıyafet aldığımı.” dedi eliyle koltuğun üzerindeki elbise kılıflarını gösterirken.
  Bittim ben. Bittim. Hastanede dedikodu alıp yürüyecekti. Haksız da değillerdi. Daha önce hastaneden kimseyle yemeğe gitmemişti. Bırak yemeğe gitmek özel olarak konuşmamıştı bile. Başka ne düşüneceklerdi?
  “Bir günlük ömrün kaldı demedim. Sadece şaka yapıyorum. Kardeşini tanıdığımı, birkaç saat sana ihtiyacı olduğunu ve sana izin verdiğimi söyledim.”
  İçimin rahatladığını söyleyemem.
  “Kıyafet kısmı da şaka değil mi?”
  Olumsuz anlamda başını salladı.
  “Gideceğimiz yer senin kıyafetlerine uygun değil. Rahatsız olursun.”
  “Olmam!” diye atıldım hemen.
  “Gerçekten önemli değil. Kimin ne düşündüğü umurumda olmaz.”
  Hastane benim alanımdı. Hastanede yürüyüp gidecek bir dedikodudansa tanımadığım insanların bakışlarını ya da sözlerini kaldırabilirdim. Buradaki insanları da çok tanımasam da birlikte çalıştığım insanlardı.
  “Senin umurunda olmayabilir, benim umurumda. Oraya birlikte gideceğiz. Bu kıyafetleri giyiyorsun. Seni dışarıda bekliyorum.”
  Emrini vermesiyle birlikte odadan çıktı.
  Gri, dar paça bir kot üzerine buz mavisi bir sweatshirt giymiştim ve ayağımda beyaz spor ayakkabılarım vardı. Kıyafetleri giymeyebilirdim ve o yemeğe gitmeyebilirdim. İşin ucunda Yeliz vardı ve babama verdiğim söz.
  İki kıyafet kılıfı vardı. Üstekini açtım, içindeki siyah tek omuzlu bir elbiseydi. Kumaşı kalındı. Ardından alttakine baktım. Onun içinde de uzun bir kaban vardı. Poşetin içinden ayakkabı kutusunu çıkardım, sonra da ayakkabıları. Yapacak başka bir seçeneğim olmadığından vakit kaybetmeden giyindim. Çıkardığım kıyafetlerimi kılıfın içine koyup fermuarı çektim.
  Kapıyı açınca Selim'in kapıya yaslı oluşundan kaynaklanan, yakın temas içeren bir arbede sonunda kayıp vermeden aramızdaki mesafeyi olası şekilde ayarladık. Bakışları bir garipti.
  “Hazırım.”
  Az önce yaşananları silip süpüren sözüm üzerine eski haline büründü.
  “Saçların?”
  Saçım atkuyruğuydu.
  Omzuma sürtünerek yanımdan geçip masanın üzerindeki küçük bir torbadan saç iğnesini çıkardı. “Al.” diyerek bana doğru uzattı.
  Bir düşündüm 'yapabilir miyim acaba' diye ancak oluru yoktu.
  “Ben bununla saçlarımı toplayamam. O Yeliz’in uzmanlık alanı.”
  “İzin verir misin?”
  Başta duyduklarıma inanamadım. Düne kadar sokakta görse tanımayacağı birine, bir yabancıya, bugün bu yaptıkları benim algılarımın sınırlarını aştı. Şimdi bu çok gerekli miydi? Bana göre değildi de, bana bakışındaki kıvılcım onun açısından son derece önem arz ettiğini resmen haykırıyordu. Yanlış anlamış olma ihtimalime karşılık açıkça sormakta yarar vardı.
  “Saçımı mı toplayacaksınız?”
  “Yıllar sayesinde bu konuda uzmanlaştım.”
  İlginçti. İçinde bulunduğumuz durum komple ilginçti.
  Benim için sorun yoktu. Eğer istiyorsa bir kuaföre emanet ettiğim gibi saçlarımı ona da emanet ederdim. Saçımdan tokayı çıkarıp arkamı döndüm. Saçıma dokunduğunda ürperdim. Tüylerim diken diken oldu. Ellerinden vücuduma elektrik akımı geçti sanki. Rahatsızlığımı gidermek adına bir konu açmalıydım.
  “Bunun nasıl olduğunu sorabilir miyim?”
  “Aslında ilk olacaksın. Genelde tokaları çıkarmakta üzerime yoktur.”
  Dilimi eşek arısı soksaydı da konuşamasaydım. Utandım. Namahrem anlarını benimle paylaşmasına hiç gerek yoktu. Elleri nazikçe işini yaparken sessizce bitirmesini bekledim.
  “Tamamdır. Sayende bir meziyetimi daha öğrenmiş oldum."
  Arkamı dönüp yüzüne baktım.
  “Tamamsa çıkalım mı?”
  Başını sallayınca birlikte kapıya yönelmiştik ki ayağım burkuldu. Gayri ihtiyari ona tutundum, aynı zamanda o da beni tutmuştu. Kısa bir bakışma sonrası bıraktım. Beni bırakmadan önce “Yardıma ihtiyacın var mı?” diye sordu.
  “Topuklu ayakkabı olmasaydı iyiydi. Dikkatli olurum.”
  Güven vermek adına gülümsedim. Beni bırakıp kapıyı açtı. Önden çıktım. Birlikte asansöre bindik. Şansıma asansör boştu. Direk otoparka indik. Binanın altında otopark olması işime gelmişti. Bizi gören olmamıştı. Tabi kameraları varsaymazsak. Güvenlik görevlileri kesin bizi görüyordu. Görünmez değildik netice de.
  Siyah, son model, süper pahalı olması muhtemel, spor bir arabanın yanına geldik. Kapımı açmasını garipsedim. Bir dürtünün acelesiyle çabucak yerime geçişimle kapımı kapattı. Yadırgadığım bu his, hem tanımadığım bir yabancı olmasından hem de tanıdığım bir uzaklığa ev sahipliği yapmasındandı. Arabanın önünden geçerek yanıma bindi. Oyalanmadan arabayı çalıştırdı. Daha önce babamın ve Fırat'ın pahalı arabalarına bindiğimde bu kadar rahat hissetmemiştim. Bu rahatlık, beni fazlasıyla rahatsız etti. Odasında duyumsadığım parfüm kokusu burada daha da yoğundu. Selim'in kokusunun insan üzerinde farklılaştırıcı, ayrıştırıcı bir özelliği vardı. Selim'in tam olarak tarif edilemediği için dikkat çeken bir yanı vardı. Yol boyunca konuşmadı. Trafik yoktu, belki de bu sebeple arabayı hızlı kullandı. Yarım saat geçmemişti ki restorana vardık. Boğazın kıyısında bir yerdi. Kapım bu seferde vale tarafından açılınca arabadan indim. Selim arabanın anahtarını valeye verdikten sonra yanıma geldi. Bana dönüp kolunu gösterdi.
  “Koluma girebilirsin. Düşmeni istemem. Bunu kendi menfaatim için rica ediyorum.”
  Bünyeme aşırı gelmesine karşın değiştirmediğim uysallığımla koluna girdim. İçerisi ultra şık bir yerdi. Yabancı filmlerdeki restoranlara benziyordu. Fazla kalabalık değildi. Masaların yarısı boştu. Biz içeriye girdiğimizde bakışların çoğu üzerimizde toplandı. Yeliz ve Fatih köşede oturuyorlardı. Yanlarına gittik. Yeliz beni görünce gülümsedi. Kabanımı çıkararak yanımızdaki garsonlardan birine verdim. Diğer garson oturmam için sandalyemi tutunca bu ortamdan dolayı öleceğimi düşünerek yerime oturdum.
  "Merhabalar!"
  Yeliz telefonunu çıkarıp elime tutuşturdu.
  “Babama seni hastanede ziyaret edeceğimi söyledim. Onay bekliyor.”
  Arama tuşuna çoktan basmıştı. Telefonu kulağıma götürdüm. "Efendim." Babamın sesiyle rolüme büründüm. “Baba benim Seda.” ... “Yeliz’e inanamadım. Senin yanındaysa sorun yok.” ... “Benim yanımda!” Yalan sayılmazdı. Sadece eksik bilgiydi. Hastanede değil restorandaydık. “İki saate evde olur.” Yeliz kızgınlığını benden sakınmadı. “Tamam, söyle yolda oyalanmasın.” ... “Söylerim. İyi akşamlar.” dedikten sonra telefonu kapattım. Telefonu uzatırken engelleyemediğim bir zevkle “Geç kalmayacakmışsın!” dedim.
  Telefonu elimden alıp çantasına koydu.
  “Hastaneye ne zamandır bu kılıkta gidiyorsun?”
  Yeliz'den misilleme anında geldi.
  “Bu akşamda Selim Bey’e yakalandım ama insafsız değildi. Makyaj yapmadı.”
  O an aklıma saçıma dokunuşu geldi. Selim’e gözüm kayınca bana bakarak gülümsediğine tanık oldum.
  Fatih'in bakışları, Selim'le ikimizin arasında gidip geldikten sonra bende karar kıldı.
  “Hoş geldin. Makyaja ihtiyacın yok zaten.”
  Fatih’e dönerek “Bence makyaja kimsenin ihtiyacı yok.” deyip iltifatını geçiştirdim. Aynı anda “Siparişleri verelim.” dedi Selim.
  Garson gelip görevini yerine getirdi. Menüyü ellemedim. Fatih ve Yeliz siparişlerini verirken Selim alenen beni izliyordu.
  “Siz ne alırsınız Seda Hanım?”
  Selim'in sorusunu beklemiyordum.
  “Ben yeni yedim, içeceklerle de pek aram yoktur. Size afiyet olsun.”
  Sipariş stresi yaşamaktansa aç kalmayı tercih ederdim.
  “Bizim görevimiz bittiğine göre biz kalkalım.”
  Selim şimdi birden neden kalkmak istedi anlamadım. Yeliz’i Fatih’le yalnız mı bırakacaktım?
  “Otursaydık, biraz daha vaktim var.”
  “Gidiyoruz!”
  Sanki buraya keyfimden gelmişim gibi bir de bana yerli yersiz kızıyordu. Yeliz’e döndüm.
  “O zaman önce biz Yeliz’le bir lavaboya gidelim.”
  Yeliz bana baktığında yüz ifademi çok doğru algıladığından bir şey demeden yerinden kalktı. Birlikte tuvalete gittik.
  Girdiğimiz gibi vakit kaybetmeden “Ondan hoşlanıyor musun?” diye sordum.
  “Hayır!”
  Hayır mı?
  “Yemek teklifini niye kabul ettin?”
  “Sadece arkadaşız. Farkında değil misin? Fırsat buldukça bana değil sana yazıyor. Ayrıca abisi de sana karşı boş değil. Birini seçsen iyi olur. Böylece sonradan sıkıntı çekmezsin.”
  Böyle bir konuşma beklemiyordum. Bir an ne düşüneceğimi şaşırdım. Saçmalıklarını bir kenara atıp mantıklı düşündüm. Demek ki Yeliz için ne Fatih ne de Selim bir tehdit değildi. Öyleyse mesele kapandı.
  “Pekâlâ, sorun yok öyleyse. Ben gidiyorum. Sen de eve geç kalma!”
  “Kalmam.”
  Yeliz'in söyleyişi ve sırıtışı insanı çileden çıkaracak cinstendi. Aldırmadan tuvaletten çıktım, o da ardımdan geldi. Masaya varınca Yeliz yerine oturdu.
  “Size iyi eğlenceler!”
  Kinayeli vurguma engel olamadım. Selim ve Fatih hakkımda ne düşünüyorlardır kimbilir?
  “Seni yeniden gördüğüme sevindim.”
  Fatih'e, söylediğine karşılık olarak gülümsedim. Böyle durumlarda ne yapıldığı ya da ne söylendiğiyle ilgili en ufak bir fikrim olmadığından gülümsedim. Dışarıdan, hoşuma gitmiş gibi algılanmamıştır umarım.
  Selim elinde kabanımla yanıma geldi. Kabanı giymem için tutunca giymek zorunda kaldım. Selim masadakilerle vedalaştıktan sonra kolunu açınca hayatın benim dışımda gelişen olağan akışını bozmadan koluna girdim. Dışarı çıktığımızda o şekilde bir iki dakika arabanın gelmesini bekledik. Araba gelince valeye fırsat vermeden kapımı açtı. Ben de uysallığı elden bırakmadan koltuğa oturdum. Arabaya bindiği gibi çalıştırdı. Yine sessizdi.
  Yolculuğu ikimiz içinde en katlanabilir hale getirmek için camdan dışarıyı izliyordum. Bir şey söylemeden, önce yavaşladı sonra da arabayı park etti. Bir açıklama yapmadığından dolayı endişeye kapıldım.
  “Ne oldu?”
  “Geldik.”
  Etrafa yeniden bir bakındım. Deniz kıyısındaydık.
  “Burası hastaneye hiç benzemiyor.”
  “Önce yemek yiyeceğiz.”
  Karşı çıkmak niyetiyle ağzımı açmamla “Yemek yemediğini biliyorum ve mazeret kabul etmiyorum. Seda Hanım!” diyerek beni konuşturmadı. Ardından fikrimi önemsemeden arabadan indi. Benim tarafıma geçerek kapıyı açtı. Bir süre tepki olarak hiç kımıldamadan sadece yüzüne baktım. Kontrol edemediğimden dolayı sinirden gülüp arabadan indim.

sessiz SEDAsızHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin