KIRMIZI

44.1K 927 28
                                    

  Her akşam olduğu gibi, yine göz doyurucu bir biçimde donatılmasından dolayı yemek masası, salonun hâkimiydi. Beş kişi için fazlasıyla fazlaydı ancak bu kimsenin dikkatini çekmedi. Dört ayın sağladığı pratiklikle artık daha rahat hizmet eden Nergis, Nurcan Hanım’ın harikulade olan yemeklerini servis ettikten sonra mutfağa çekildi. Önlerindeki yemeği bitirmek sanki masadakilerin tek sıkıntısıydı. Sadece çatal bıçak sesleri, birbirinden bağımsız olarak konuşmaktaydı.
  “Baba bu akşam Tuğçe’nin doğum günü partisi var.”
  İkincil ailemle yemeğe başladığımızdan beri diken üstünde oturdum ve nihayet Yeliz beklenti dolu bir sabırsızlıkla bombayı patlattı. Bunu beklediğim halde, kelimelerin bir çığ gibi üstüme çökmesiyle ağzımdaki lokmayı zorlukla yutabildim. Daha dün babamdan herkesin önünde -buradaki herkes sadece benim, diğerleri aileden- gece dışarı çıkmasıyla ilgili fırça yemesine rağmen Yeliz’den böyle bir performansı ne yazık ki sıkıntıyla bekliyordum. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi, Yeliz akşam yemeği için fazla abartılı bir kıyafet giyip, makyaj yaparak bunu göze sokmasıydı. İkincisi de, babamın garipten de garip bir şekilde Yeliz ve Fırat’a ablalık yapmam için bu sabah bana söz verdirmesiydi.
  Babam tok sesiyle  “İzin vereceğim ama bir şartım var.” deyince nefesimi tuttum. Devamında gelecek sözleri az çok tahmin edebildim. “Bundan sonra Seda’yla birlikte, istediğin zaman gece dışarı çıkabilirsin.” demesiyle tahminlerimde haklı çıktım.
  Tüm gözler kısa bir süreliğine bana çevrildi.
  Yılların ıssız gözleri bir anda şaşkın, kızgın, kararsız, ifadesiz, sert ve soğuk bakışlara ev sahipliği yapar mıydı?
  Ben… Ben daha bir yaşına basmadan annem ve babam ayrılmışlar. Babam anneme, annemin doğduğu yer olan Tekirdağ’da bir ev almış ve bir miktar para vermiş. Babam boşandığı gibi evlenmiş. Ben annemle büyüdüm. Annem de ben on yaşındayken Gökhan babamla evlendi. Bir yıl sonra da sahip olduğum en küçük kardeşim Görkem doğdu. Üniversiteyi İstanbul’da kazanınca babamın yanına gelmek zorunda kaldım, çünkü babam yurtta kalmama izin vermedi. Ne de olsa o Mehmet Ersoy’du. Zengin, soylu, başarılı iş adamı… Ben böylelikle bu ailenin zorunlu ferdi oldum. Pek göz önünde olan biri değildim ta ki şu ana kadar. Yerimi yurdumu bilemesem de haddimi bilirdim. İşte sırf bu nedenle, istesem bile karşılayamayacağım bu bakışlar, gözlerimdeki duvarı aşamazdı.
  Yeliz’in “Ne?” diye cırlamasıyla ortam değişti.
  “Olmaz, kesinlikle kabul etmiyorum.”
  Yeliz’in sesine yansıyan öfke, içinde bulunduğumuz durum için aşırıydı ama diğerleri gibi bende umursamadım. Bunu duydum ya ölsem de gam yemezdim. Yüreğime su serpildi. Yedi kat ele ablalık yapabilirdim ama onlara yapmam bence de mümkün değildi. Bunu babama dile getiremediğim için sabahtan şu zamana kadar kıvrandım durdum.
  “Sen bilirsin. O zaman dışarı çıkamazsın.”
  Söyleyeceğini söyledikten sonra babam hiçbir şey olmamış gibi yemeğini yemeye devam etti.
  Yeliz bir hışımla annesine döndü.
  “Anne bir şey söyler misin lütfen!”
  Yeliz en muhtemel manevrayla topu annesine attı. Bir insana annesi böyle zamanlarda lazımdı. Bir anne kızını gerekirse babasına karşı bile savunurdu. Baba kızını elbet çok severdi ama anne daha da çok severdi, değil mi?
  “Hayatım Fırat’la birlikte gidecekler zaten.”
  Özge Hanım beklediğimiz açıklayıcı asisti yaptı. Sonuçta yanında abisi olacak başka birine ihtiyacı yok demekti bu. ‘Seda kim oluyor’ demekti. Birçok açıdan haklıydı.
  Masanın üzerinde tabağımın yanında boş boş duran ellerimi faaliyete geçirip önümdeki peçeteyle lüzumsuz bir savaş başlattım. Kimse tarafından fark edilemeyecek kadar basit, aslında herkesin düştüğü yanılgılar kadar açık bir dışa vurumdu. Bedenimin benden bağımsız sorunlu hareketleri işte… Benim kadar yanlıştı.
  Hiç fark edilmeyen biri, aslında önemsenmeyen bir hiçtim…
  “İyi ya onunda bir ablaya ihtiyacı var zaten.”
  Mehmet Ersoy’dan fena… Hem de çok fena bir gol…
  O anda Fırat’la göz göze geldik. Kızgın gözlerinde beni çevirme yaptı. Sanki ben can atıyordum onlarla birlikte gitmeye. Suçu bende araması saçmalıktan başka bir şey değildi. En az içinde bulunduğumuz saçmalık kadar, saçmaydı. Babamın evlatlarına, beni abla olarak göstermesi kadar aykırıydı.
  “Seda’nın doğru dürüst kıyafeti bile yok. Baba rezil olmamı mı istiyorsun?”
  Hayatımda bir Yeliz’in aşağılayıcı tavrı eksikti, o da tamamlandı. Buyur buradan yak! Yeliz’den beş yaş büyük olmama rağmen bana abla demezdi. Bunu hiç dert etmedim, şimdi söylediklerini de dert etmediğim gibi.
  “Sende kendi kıyafetlerinden birini verirsin. Nasıl olsa sende giyemeyeceğin kadar çok var. Değil mi?”
  Babamın bu eylemi, henüz çözemediğim bir inattan kaynaklıydı. Bugün bana, şimdiye kadar şahit olmadığım bir baba profili çizdi. Üzerinde düşünmeye korktuğumdan ciddiye alamadım.
  Yeliz “Ama baba…” diye itiraz edecekken babam “Bu konu burada kapandı. Ya birlikte gidersiniz ya da gitmezsin. Seçim senin.” diyerek emsalsiz maçı bitirdi. Seyirciler şoktaydı.
  Çatırdayan ortamda Yeliz bir hışımla masadan kalkınca sandalyesi yeri boyladı. Ardından topuklu ayakkabısı sayesinde çıkardığı protestolu sesle, salonu asilce terk etti.
  Kazanan, kazanmaya alışık Mehmet Ersoy…
  Olanlardan sonra bu mesele böyle son bulduğu için rahatladım. Biliyorum rahatsız olmam gerekirdi ama onlarla gece kulübüne gitmektense Yeliz’in hakaretlerini duymayı yeğlerdim. Aramızda hiçbir zaman sıcak bir iletişim olmadı zaten. Yeliz de Fırat da beni bırak ablaları olarak insan olarak bile görmediler. Bunu, daha birçok şeyi kabullendiğim gibi kabullendim. Onlar için eve gelen bir besleme gibiydim.
  Neyse ki bu katlanılacak son yıldı. TUS’u (tıpta uzmanlık eğitimi giriş sınavını) kazandığımda buradan ferahlatıcı yalnızlığıma gidecektim. Başına gelmeyen için boştu ancak bu hayatta yalnızlığın da kademeleri vardı. Kuşkusuz en ezici olanı kalabalık yalnızlıktı.
  Fırat, izin isteyerek masadan kalktı ve Yeliz’in ardı sıra gitti. Babam hiçbir şey yaşanmamış gibi Nergis’e seslenerek yanına çağırdı, ona tatlıyı ve keyif kahvesini getirebileceğini söyledi.
  Nergis’in babamın önünden yemek kalıntıları olan tabağı aldıktan sonra mutfağa gidişini amaçsızca izledim.
  “Mehmet bu çok fazla olmadı mı?”
  Özge Hanım soğukkanlılığını elden bırakmadığı gibi bu meseleyi de öylece bırakmayacağını gösterdi. Babam cevabı ağzıyla değil gözleriyle iletti. Benim yanımda tartışmak istemediği açıktı. Daha fazlasını duymak istemediğim için izin isteyerek yanlarından ayrıldım. Doğruca odama gittim ve beni mesleğimde başarıya ulaştıracak kitaplarıma gömüldüm. Daha yarım saat geçmemişti ki kapım hafifçe tıklandı ve ardından usulca açıldı.
  Gelen Yeliz’di. Bunca yıldır ilk defa odama teşrif ettiğinden şaşkınlıktan bakakaldım. Suskunluğum, söyleyecek bir söz dilimi bulamayışımdandı. Karşılamamdaki eksikliği umursamadan içeriye girip kapadığı kapıya dayandı.
  “Senden bir şey isteyebilir miyim?”
  Yemekteki kabalığından sonra kibarlığı gözlerimi yaşartacak kadardı. Kesin babamı ikna etmemi isteyecekti de, o bile fikrini değiştirememişken ben kimdim ki babamın fikrini değiştirebilecektim. Yine de hoşgörü çerçevesinde kalarak “Tabi ki.” dedim.
  “Bu gece benimle birlikte gelir misin?” diye sorunca ikinci kez suratına bakakaldım. Benimle birlikte gitmektense gitmemeyi tercih edeceğini düşünmüştüm. Hatta bana hakaret etmek için gelmiş olması bile daha olasıydı.
  “Lütfen bizimle gel.” deyince art arda gelen şok dalgaları beynimi sonunda uyuşturdu. Şu yaşıma kadar başıma böyle bir şey gelmemişti. Yaşadığım hayat bir yana, şu an kardeşimle odamda oluşumuz üstüne de beni yanında istemesi yani onlarla vakit geçirecek olmak bir yanaydı. “Olabilir!” diye bir kelime çıktı ağzımdan.
  Olabilir mi? Ben az önce ‘olabilir mi’ dedim. Benim sesimdi ama... Bunu söylemiş olamazdım. Hayır.
  Yeliz, hayat yarışında büyük ödülü kazanmışçasına sırıttı. Bu kadar mutlu olması garipti. Bu zamana kadar bilerek görmezden geldiği biriyle bir anda ilgilenmesi acaba neyin nesiydi. Onun için bu kadar önemli miydi gece dışarı çıkmak? Beni sayacak kadar…
  “O zaman hemen odama gidelim ve seni hazırlayalım.”
  Bu olamazdı. Ne yapıyorduk biz? Şöyle bir düşününce ikimizin de başka bir seçeneği yoktu ki. Kendimi boşuna yıpratmamalıydım. Babama sabah koşulsuz şartsız söz verdim bir kere. Gitmek zorundaydım. Benim gibi Yeliz de mecburdu. Bu berbat yükümlülük başıma iş açacak gibiydi. Hayırlısı…
  Ve yeniden hoş geldin sabahki konuşmadan beri peşimi bırakmayan gerginlik.
  Hala bir tepki vermeden yatağımda oturmam Yeliz’i harekete geçirdi, yanıma gelip elimden kitabı aldı ve yatağa fırlattı. Kırk yıllık ahbapmışız gibi doğal bir tavırla kolumdan tuttu ve “Hadi ama geç kalıyoruz zaten.” diyerek beni çekiştirdi. Ona uyarak yataktan kalktım ve bu saatten sonra gönüllü bir kukla olarak takip ettim. Odasına gelince beni bırakıp kapıyı açtı, geçmem için eliyle işareti verdi. Talimata uyup odasına girdiğimde parfüm kokusundan tıkanır gibi oldum.
  Ben de onun odasını ilk defa görüyordum. Yatağının başı mor ve yatak örtüsüyse tozpembeydi. Yatağına serilmiş beş değişik elbise vardı. Yerde de ayakkabılar. Perdeler ve gömme dolaplar da tozpembeydi. Yerler beyaz, halılarsa leopar desenliydi. Duvar kâğıdı epeyce hoştu. Yatağının karşısındaki duvarda beyaz çerçeveli, oldukça gösterişli bir ayna vardı. Yanında da büyüklü küçüklü beyaz çerçevelerin içinde kendi resimleri vardı. Resimler dergilerden fırlamışçasına özel çekimlerdi. Hepsinde muhteşemdi. Hayatından son derece memnun olduğu resimlerinden, odasının her bir köşesinden adeta belliydi.
  Ben odayı incelemeye daldığımdan “Evet.” diyerek dikkatimi üzerine çektikten sonra “Seç bakalım.” derken eliyle yatağının üzerindeki kıyafetleri gösterdi. Ben kıyafetlere bakarken “Bunlar sana olabilir diye düşündüm, diğer kıyafetler sana küçük gelir.” diye açıklamada bulundu.
  Duyanda yüz kiloyum sanırdı. Aramızda sadece bir iki beden vardı. Ben otuz altıyla otuz sekiz arası bir bedendim, o da moda dünyasının -bana göre takıntı halinden hallice- güzellik kanunu yerine geçen sıfır bedenlerden biriydi. Sürekli yediklerine dikkat eder, bir kilo alsa günlerce yakınır, diyete girer ve spor salonundan çıkmazdı. Bense oldum olası böyleydim. Ne kilo alır ne de verirdim. Halimden de gayet memnundum. Sonuçta ne mankendim ne de sanat eseriydim. Ben önemsizliğiyle barışık biriydim. Okyanustaki bir balık…
  Benim sessizliğimden sıkılmış olacak ki yatağın başındaki mavi elbiseyi eline alarak bana doğru uzattı.
  “Bence bu tam sana göre.”
  Kolsuz, derin V yakalı, kısacık bir elbiseydi. Benim için rahatlık önemliydi. Bu elbiseyle gece boyunca oramı buramı çekiştirmekten kimseye bir faydam dokunmazdı.
  Benim bir faydam olacak mıydı? Orası da ayrı bir muammaydı. Babamın benden böyle bir istekte bulunması bir bakımdan hala aklımı karıştırmaktaydı. Üstüne düşünmeyi yeğlemediğim bir durum olduğundan çok düşünmedim. Ben bu işler üzerine çok düşünmeyi bırakalı ne de olsa epey oldu, yeniden başlamaya da hiç niyetim yoktu. Zararlı zararlıdır, değişmezdi.
  Ve ben değiştiremeyeceğim olguları öğrendim. Ben de o olguların içindeydim.
  “Bu çok kısa değil mi?”
  Yeliz yüzünü asıp kollarını göğsünün altında birleştirdiğine göre bana sinirlendi.
  “Sen seç o zaman ama elini çabuk tut. Daha makyaj yapacağız.”
  Makyaj mı yapacağız? Allah’ım neydi günahım? Diğer elbiseler çok farklıymış gibi sen seç o zaman diyordu bir de. Aramızdaki iletişimi bozmadan bu duruma adapte olmalıydım.
  “Ben kendi kıyafetlerimle gelsem olmaz mı?” diyerek parlak bir öneride bulundum. Sonuçta oraya kimseyi etkilemeye gitmiyordum. Aksine kimsenin dikkatini çekmesem benim açımdan daha iyi olurdu doğrusu.
  “Olmaz. Rezil oluruz. Hadi ama kırk yılda bir sana işim düştü. Ne olur bir kıyafet giysen. Oradaki herkes böyle olacak zaten.”
  Yeliz resmen çemkirdi ama haklıydı. Onu baştan ayağa inceledim. Üzerinde lacivert kadife omuz ve kolları tülden bedenine yapışan bir üst, yüksek belli kat kat tülden kabarık pembe kısa bir etek vardı. Ayağında eteğinin renginde ayakkabısı vardı. Makyajı abartılı ve takıları göz alıcıydı. Saçını atkuyruğu yapmış ve kabartmıştı. Gerçekten çok güzel görünüyordu.
  Tekrar yatağın üzerindeki kıyafetlere birer birer baktım ve siyah uzun kollu elbiseyi gözüme kestirdim. Diğerlerine oranla gözüme daha uzun göründü. Bir santim bir santimdir. Elbiseyi elime aldığımda sırt detayı gözüme çarptı. Sırtın üst kısmını yani belden üstümü açıkta bırakacaktı ama beni rahatsız etmezdi.
  “Güzel seçim. Hadi vakit kaybetme de üstüne giy.”
  Diğer elbiselere yeniden şöyle bir baktım. İçlerinde en rahat edeceğim kesinlikle buydu. Yeliz’in sabrını tükettiğimi anladığımdan “Tamam.” diyerek beni iteklemesine gerek kalmadan banyoya geçtim.
  Aynanın önüne kremler, parfümler, makyaj malzemeleri güzelce dizilmişti. Duvarlara takılar için özel bir yer yapılmıştı. Bir tarafta kolyeler bir tarafta küpe ve bileklikler vardı. Hepsi bir arada gözüme, yalnızca görsel olarak, çok güzel göründü. Benim ilgi alanım kafamı dağıtan, her biri ayrı bir dünyaya açılan kitaplardı.
  Vakit kaybetmeden elbiseyi kapının arkasına asarak üstümü çıkardım ve giysilerimi katlayarak kirli sepetinin üstüne koydum. Elbisenin arkası açık olduğu için neyse ki göğüs kısmını ona göre tasarlamışlardı. Son olarak sutyenimi de çıkardım ve siyah iç çamaşırı giydiğim için şükrederek elbiseyi üzerime geçirdim. Arkamdaki fermuarı çekerken zorlansam da fazla sürmeden işi başardım. Fermuarı kapayınca aynaya doğru döndüm. Tam üstüme oturmuştu. Mini değildi ama bir yetmişlik boyumla bacak şovu yapıyordum. Yeliz benden birkaç santim uzundu. Bu elbiseyi o giyseydi bu günkü eteği gibi mini olurdu.
  Yeliz kapıyı tıklayınca hemen “Girebilirsin, giyindim.” diye seslendim. İçeri girince önce beni baştan ayağa ifadesizce süzdü.
  “Makyaj zamanı.”
  Beni klozetin üstüne oturtturdu. Evet, omuzlarımdan tutup bir çocukmuşum gibi oturmamı sağladı. Derin bir nefes alıp durumu geçiştirdim. Söylemesi yeterliydi oysa. Zaten ne istese el mahkûm yapacaktım. Sıra makyajdaydı. O makyaj malzemelerine bakarken makyaj konusundaki çekimserliğimden benim için duruma el koymanın tam zamanıydı.
  “Sadece bir rimel ve ruj olsa yetmez mi?”
  Önce yüzümü inceledikten sonra fikrimi beğenmişçesine yüzüne bir gülümseme yayıldı ve gözlerindeki pırıltıyla “İyi fikir.” dedi.
  Önce rimeli sonra ruju sürdü. Eli bu işe yatkındı. Ben olsam şu yaşıma rağmen kırk saatte anca yapardım ama o beş dakikadan kısa bir sürede halletti, üstelik kırmızı ruja itiraz ettiğimde kaybettiğimiz zamana rağmen. Gerçi bana hiç aldırmadan ruju sürdü, orasını karıştırmayalım. Elini tutup onu engellemeliydim. Beni durduran bu gece onun kuklası olduğum gerçeğini bilmemdi.
  Lavabonun altındaki dolabın çekmecesini açarak parlak siyah taşları olan bir saç iğnesi çıkardı. Saçlarım hafif dalgalı ve elbisenin dekoltesini kapatacak kadar uzundu. Bu yüzden toplayacağını anladım. İtiraz edemedim çünkü küçük bir çocuk gibi her şeye mızmızlanmak istemedim. Moda onun işiydi, bana göre gereksiz olsa da onun için önemliydi. Hatta bir ressamın elinden çıkmış sanat eseri gibi dolaşmak yaşam stiliydi.
  Saçlarımı alttan küçük bir topuz olacak şekilde toplayarak iğneyi taktı. Bir saç iğnesiyle bunu başarmış olması bence büyük bir yetenekti. Hiç denememiş olsam da bu konuda ona saygı duydum. Sonra doğrularak karşıma geçip bana şöyle bir baktı. Ne de olsa bu gece bende onun eseri oldum.
  “Tamamdır.”
  Birden merak ederek ayağa kalkıp aynaya baktım. Annem beni böyle görse tanır mıydı bilmiyorum ama ben kendimi tanıyamadım. Modadan hiç anlamayan biriydim. Kıyafet, saç ve makyaj benim için lükstü. Karşımdaki bu yabancı da kimdi? Kendimi beğenmediğimi söylesem yalan olurdu. Şu anda aynadan bana bakan kişi güzel bir kızdı. Alımlıydı. Hatta seksiydi. Kırmızı dudakları yeterdi, diğer bir deyişle parlak trafik levhaları gibi kendine dikkat ettirecekti.
  “Geç kalıyoruz. Abim aşağıda bizi bekliyor.”
  Hemen Yeliz’e döndüm. “Affedersin. Ben ilk defa böyle bir…” cümleyi nasıl tamamlayacağımı bilemedim.
  “Önemli değil. Gel ayakkabılarını da giy.”
  Cümlemi tamamlamama gerek kalmadı.
  “Tamam.”
  Yeliz’in arkasından ben de odaya girdim. Önceden hazırlamış olduğu ayakkabılardan siyah incecik topukları olan bir ayakkabıyı bana doğru uzattı. Ayakkabıları hemen elinden aldım. Topuklarına bakarken tabanın kırmızı olduğunu gördüm. Gerçekten çok şıklardı ama ben bunlarla yürüyebilir miydim işte ondan emin değildim. Şu naçiz yaşamımda bir ilkle daha karşı karşıyaydım. Ben ayakkabılara bakarken üzerime bir parfümü resmen boşalttı. Yüzümü buruşturmadan edemedim. Ayakkabıları hala giymediğim için Yeliz kaşlarını çatınca ayakkabıları anında ayağıma geçirdim. Neyse ki tam oldu. Aslında olmaması daha işime gelirdi ama olan oldu.
  Aramızdaki tek ortak nokta, sanırım, sadece ayakkabı numaramızdı.
  Olayları en yalın haline indirgeyerek benimsemek benim yapı taşımdı. Ben bu sayede ayakta kaldım.
  Yeliz nerden aldığını anlamadığım siyah tokamın taşlarıyla uyumlu küçük bir çantayı elime tutuşturdu. Zafere ulaşan bir komutan edasındaydı.
  “Bitti bu iş.”
  Sonrasında vakit kaybetmeden gümüş çantasının içine telefonundan başlayarak eşyalarını koymaya koyuldu. Aynısını benimde yapmam şarttı.
  “Ben odamdan telefonumu alayım, aşağıda buluşuruz. Üstüme ne giyeceğim?”
  Bana doğru bakmadan “Arabayla gidiyoruz, mekânda sıcak olacak.” diyerek yanıtladı.
  Kısacası bir taraflarımız donacaktı. Uzatmadan odadan çıktım. Bu durum yani benimle gitmek zorunda olması onun için olduğu kadar benim içinde zordu. Koridorda yürürken ayağım burkulur gibi oldu. Hemen duvara tutundum. Küçük bir sızlama dışında önemli bir şey yoktu ama bu gece yanıma bir duvar almam gerekecekti. Yoksa yere düşerek hem kendimi hem de gecelerini rezil edebilirdim. Adımlarımı daha temkinli atarak odama ulaştım. Telefonumu ve cüzdanımdan babamın okulu kazandığımda verdiği, bu güne kadar çok az kullandığım kredi kartını çantaya koydum. Odadan çıkmadan önce ‘endişelenecek bir şey yok her şey güzel olacak’ diye kendimi teselli etmeye çalıştım ama nafile bir çaba olarak kaldı.
  Merdivenleri somut yolla destek alarak indiğim gibi, bu gece kendime inancımı soyut yolla desteklemeye çalışarak kapıya yöneldiğim esnada babam salondan çıkınca karşılaştık. Önce beni şöyle bir süzdü. İçinden ‘ancak böyle benim kızım olduğuna inanabilirim’ tarzında bir şeyler düşündüğüne az çok emindim.
  “Güzel olmuşsun.”
  Cevap niyetine gülümsedim. Sadece güzel olmuştum, onun kızı değil. Surat ifademi korudum.
  “Sana teşekkür ederim. Fırat’ın da Yeliz’in de aklı bir karış havada. Yeliz’i eve de kapatamam. Senin için zor olduğunu biliyorum ama sana güveniyorum.”
  İçim burkulur gibi oldu ama önemsemedim. Yutkunduktan sonra “Önemli değil.” demeyi başardım. Bu yüzden kafa yormayacak, ağlamayacak kadar yaşlıydım. On yaşında annem evlenirken son gözyaşlarımı akıtmıştım yüreğime. Ve bir devir sonsuza dek kapanmıştı…
  Soğukkanlılıkla “Elimden geleni yapacağım.” dedim yine. Sabah konuştuğumuzda da aynı şeyi söylemiştim. Sabah konuştuklarımızın özetini aklımdan geçirdim, babam biricik kızı için endişelenmiş çözüm olarak benden yardım istemişti. Babama biriken bir borcum vardı. Günün birinde ona tüm borcumu ödeyecektim ama şimdilik elimden gelen yalnızca buydu ve ben de, tereddüt etsem de gözüm kapalı kabul etmiştim. Ne çelişkiydi ama…
  Boşlukta kalan düşünceler çelişkiye mahkûmdu, benden onlara.
  “Ben seni tutmayayım. Bizimkiler kızmasın. İyi eğlenceler.”
  Eğlence? Şaka gibiydi. Saygıyla “İyi geceler.” diyerek yanından ayrıldım. Kapıdan adımımı atar atmaz soğuk bedenimi kuşattı. Arabaya kadar ayakkabılarımın el verdiği sürece hızlı olmaya çalışarak yürüdüm. Fırat ve Yeliz arabanın içindeydi.
  Ben arabaya varınca Yeliz kapıyı açarak arabadan indi. Araba çift kapılı olduğundan bir şey söylemeden arkaya geçmem için koltuğu çekti. Bende sessizce yerime geçtim. Ardımdan koltuğu düzeltip hemen yerine oturdu. Kapıyı kapatırken  “Nerede kaldın? Burada ağaç olduk.” diye çıkıştı.
  “Affedersin ama suç bende değil ayakkabılarda. Doğru dürüst yürüyemiyorum. Bu yüzden geç kaldığım için üzgünüm.”
  Babama yakalandığımı ve konuştuklarımızı bilmelerine gerek yoktu. Ayrıca yürüyemediğim yalan sayılmazdı.
  Fırat “Uzatma Yeliz.” dedikten sonra arabayı çalıştırdı.
  Ve eğlence adlı işkencem böylece başlamış oldu.

sessiz SEDAsızHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin