Johann Sebastian Bach - Cello Suite No. 1 in G Major, BWV 1007: I. Prélude
Güneşli bir pazar sabahıydı. Onat bir yandan gözlerini açık tutmaya çalışıyor bir yandan da ağır valizini taşımaya çalışıyordu. Babaannesi birkaç kez yükünü elinden almaya yeltendiyse de Onat dedesinin ona ne kadar çok kızacağını tahmin edebildiğinden kabul etmemişti bu girişimleri. Erkenden uyanıp tembihlendiği gibi gömleğini ütülemişti. Çoğu zaman disiplinden bunalsa da dedesinin onu sevdiğine emindi, bu yüzden kurallara uymak ona o kadar da zor gelmiyordu. Öte yandan sevgisinden emin olamadıkları da vardı. Mesela annesi, babası... Onlar neredeydiler?
"Herkes çocuğunu sever." diye tekrarlıyordu içinden, bazen böyle şeyler düşündüğü için kendine kızdığı da oluyordu. Fakat bu çok acınası bir cümle değil miydi? Onun istediği zorunlu sevgi değil, çevresinde hep gördüğü, tanık olduğu, son derece doğal olan, azami derecede de olsa bir ebeveyn ilgisiydi. Göstermedikten sonra sevmenin bir önemi yoktu ki.
Ebeveynlerinin evlilikleri boyunca verdiği sevgisizlik savaşında asıl kaybeden, yara alan taraf Onat olmuştu. Boşandıktan sonra herkes kendi hayatlarına gitmişti ve bu hayatların hiçbirinde ona yer yoktu. Ağabeyi Ozan üniversiteyi kazanıp Ankara'ya gittiğinden beri daha yalnız hissediyordu. Bu sebepledir ki lise için yatılı okula gidip evdeki disiplinden uzaklaşmayı kendisi istemişti.
İnsana huzur veren açık maviye boyanmış duvarlardaki resimleri inceleyerek yürümeye devam etti Onat. Uzun koridorun neredeyse sonuna gelmişlerdi. Dedesi ona dönüp rahatlatıcı bir gülümseme gönderdikten sonra kapıyı tıklatarak içeri girdi.
Geniş oda son derece pahalı olduğu belli olan koyu kahverengi parlak mobilyalarla döşenmişti. Yerde serili büyük halı pis görünmesine rağmen oldukça asildi. Müdür hanımın masasının arkasında ne işe yaradığı belirsiz deri bir pano, onun yanında da Atatürk resmi ve büyük bir Türk bayrağı vardı. Dosyalarla dolu kocaman bir dolap bir duvarı tamamen işgal etmişti. Geniş yapraklı yeşil bitkilerin yanı sıra perdesiz büyük pencerelerin önündeki çiçek saksıları da odaya ayrı bir hava katıyordu. Odanın sol tarafıysa okulun yıllar boyunca çeşitli dallarda kazandığı ödüllere ayrılmıştı; cam dolabın içinde madalyadan kupaya, plaketten başarı belgesine her şey vardı. Masa ise üzerinde çok eşya olmasına rağmen derli topluydu. Tam ortada duran metal altın sarısı isimlikte "Günay Zen" yazılıydı. İsimliğe sağ tarafında duran zümrüt yeşili bir dolma kalem eşlik ediyordu. Masanın önünde birbiriyle karşılıklı dört sandalye vardı.
Sıcak bir gülümsemeyle karşıladı kadın yaşlı çifti.
"Hoş geldiniz!"
"Hoş bulduk" diye söze girdi babaannesi. "Telefonda konuşmuştuk, ben Adèle Perlman."
"Ah, evet! Ben de sizi bekliyordum. Buyurun!" Abartılı bir ilgiyle buyur etti kadın misafirlerini.
"Ne içersiniz?"
"Ben bir çay alayım" dediğinde aynı zamanda karısının ince parmaklı yaşlı ve narin elini sıkarak ona döndü adam. "Sen ne alırsın hayatım?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir İhtimal
Romance"Saatler ve haftalar işlemez aşkın gövdesine, hatta taşırlar onu kıyametin eşiğine" demişti Shakespeare. Zamanı ve mekanı aşabilecek kadar kuvvetli olan aşk benlikle de savaşabilir miydi? Çizginin çoktan dışına çıkmış olan Neşe ve Onat'ın İstanbul'u...