IU - Jam Jam
---
Çiçekler rengarenk ve taş yaprakları ise iskambil kağıtlarındandı. Çimenler petrol yeşili, fakat soluk tonlardaydı. Gökyüzü ise nane yeşili idi. Bulutlar turkuazdı. Artık bir rüyanın içinde olduğumdan emindim.
Böcekler kocamandı ve bazıları anlıyabileceğim bir dilde konuşuyolardı. Elinde kılıç olan çekirge saçlarımın tek tutamını kesmişti, çiçeği kesmek için doğrulttuğunda. Kılıcını savururken o rüzgarı hissetmiş olmam benim aklımı kaçırmış olma fikrine itiyor. Bu bir rüya olamaz! Bu kadar gerçekken olamaz!
Biraz daha ilerleyince otlaklık yerden çıkıp daha ormana girmiştim. Sık ağaçlar ve küçük su birikintilerine ev sahipliği yapıyordu. Tabiki ne olduğunu bilmediğim hayvanlar veya daha doğrusu canlılar.
Kocaman mantarlar olan boşluğa geldim. Oldukça yüksek bir mantarın üzerinde, tahtta oturan birini gördüm. Tek gözünde cam ve ve piposuyla küstah bir görüntü yakalamıştı. Bana döndü :
"Sonunda geldin aptal"
"Kim, ben mi?!"
"Senden başka aptal yok burda Beatrice."
Birden yediğim linç beni hazırlıksız yakaladı. Kimdi bu ve kendini ne sanıyordu? Kaba ses tonuyla bir şeyler diyor. Ama neden bu duruş, ses tonu ve görüntüsü bu kadar tanıdık?
"Sen de kimsin?"
"Ya kendin hatırla yada siktir ol git"
Girdiğim bu anlamsız sohbet benim karşımdaki kişiyi daha çok hatırlamamı sağladı. En azından şundan eminim bu kişi günlük hayatta her zaman beni sinirlendiren birisi.
Başımın ağrısı beni kavga etmemek için zor tutarken kafamı kaldırdığımda yok olduğunu gördüm. Yoluma devam etmekten daha iyi bir seçenek yok.
Ormanın içlerine tekrar dalınca şarkı sesleri yükseldi. Birisi yada birileri boğazı patlarcasına şarkı söylüyordu. Pek de iyi olmayan bu sesler korkutuyordu. Biraz daha ilerleyince temkinli hareketlerim arttı. Tam önümde koca bir yemek masası, oturanlar ise konser veriyorlardı. Geç olsada bir ağacın gölgesine sığınmıştım.
Masa da pastalar, yiyecekler ve çay fincanları vardı. Tam baş köşede kocaman, silindir şapkalı, bacakları masanın üstünde, şapkasını öne eğmiş, yalnızca sırıtması görünen aşırı dikkat çekici biri oturuyordu.
Biraz konuştuktan sonra herkese sus işareti yapıp, şapkasını kaldırdı. Benim arkasına saklandığım ağaca bakıp korkunç kahkahalar attı. Masanın üstüne tamamen çıktı ve bağırdı "Bir misafirimiz varr! Hadi çık ordan" tüylerimi bile ürperten bu hafif tiz tonlu, korkunç sese uymalıydım. İçimden bir ses uymazsam kötü olabileceğini söylüyordu.
Daha fazla saklanmayarak açık alana geçtim. Sakin ve yavaş adımlarda ilerledim. Yemek masasının bana dönük olan başına 1 metre kala durdum.
Masanın üstündeki yemekleri saça saça, fincanları kırarak, paldır küldür masanın üzerinden koşmaya başladı. Neyseki 1 metre uzakta kalmıştım. Ellerimle başımı korusamda elime çay damlaları sıçramıştı. Masanın üstünden eğilip bana şapka çıkarmıştı. Şapkasının içinde küçük, porselen fincan vardı.
"Hanımefendi bize, bu davete katılır mısınız?"
Güzel bir davet olmuştu ortasına kadar. Aslında başta bu korkutucu gelen kişi, şapkacı, kötü değildi. Korkutucu yassı gözleri gülünce daha çekiliyor. Bu da korkutucu havasını biraz olsun yumuşatıyor.
Davet güzel geçsede sonunda asker sesleri duymamız ile işler değişti....
---
Aslında daha uzun yazmak istememe rağmen burda yeni parta geçmek zorundayım ne yazıkki. Telefonum yazdıklarımı kendince siliyor bu nedenle 4. Kez yazışım. Gerçekten bıktım. Umarım anlayışla karşılardınız
-🐙
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Flowers Are Dead 🌺 [BİTTİ]
Fiksi RemajaYanaklarındaki ıslaklık kızıl, keskin güneşte daha bir belli olmuştu. Çünkü Güneş artık onun yüzüne bakıyordu. Gözleri kısılmıştı. Gözlerindeki damlalar yağmur gibi birden bastırdı. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Donakaldım. Ve öylece izledim...