Kurşundanmışçasına ağır göz kapaklarımı hafif aralayarak gözlerimi beni yutan karanlıkta gezdirdim. Kulaklarım suyun altındaymışım gibi uğuldayıp dururken, başım da ayrı bir taraftan deli gibi ağrıyordu.
Elim karnıma gidip orayı sıvazladı. Açtım.
Ayaklarımı yataktan sarkıtıp, ellerimin desteğiyle de üst vücudumu kaldırarak oturur pozisyona geçtim.
Mutfaktan ağrımı giderecek bir şeyler bulmak amacıyla ayağa kalkıp, karanlıkta köşelerinden içeriye ışık sızdıran kapıya yürüdüm. Kulaklarımdaki uğultu geçer gibiydi fakat baş ağrısı hala olduğu yerdeydi.
Elim alışkanlıkla kapının soluna gidip kolu aradı. Dokunduğum yerde kapı kolunu bulamayınca sarsakça elimi kapının üzerinde dolaştırmaya başladım. Elime kapının sağında kalan soğuk bir metal çarpınca hiç düşünmeden tutup çevirdim. Kapı içeriye doğru açılırken kendi odamın kapı kolunun tokmak şeklinde olmadığı kafama dank etti ama artık geçti.
*
Önümde krem renkli bir halının zemini kapladığı, tavanından iki avize sarkan bir salondu görmeyi beklediğim. Beyaz fayansla kaplı, spot aydınlatmalı bir hol değil.Yavaş yavaş nefes alışlarım sıklaşırken, aklımda 'neredeyim ben' ifadesi kendini yineleyerek yükselmeye başladı. Burası evim değildi. Bildiğim, tanıdığım hiçbir yerle en ufak bir bağlantısı yoktu. Hastaneye bile benzemiyordu.
Elimi beyaz duvarlarda sürüyerek yürümeye, yürüdükçe de hızlanan soluklarla koşmaya başladım. 'Nasıl geldim buraya ben?'
Otel gibiydi. Duvara belli aralıklarla kapılar dizilmişti. İçlerindekiler kimdi peki?'
Düşündükçe daha da telaşa kapılırken, holün ileride keskin bi kavisle sola dönüşünü gözlerim kapılarda olduğundan fark edemeyip tüm gücümle duvara tosladım.
Acıyı hissetmiyordum. Çabuk toparlandım. Koridor üç-dört metre ötede bir asansörle son buluyordu. Bacaklarımdaki son gücümle koşarak asansörün kapısına vardım.
Çağırma düğmeleri lüks hastanelerde olduğu gibi iki taneydiler. Elimi alışkanlıkla ikisine de basıp kapının açılmasını bekledim. Sürgülü kapı otomatik olarak açıldığında ilk tereddüt ettim. Fakat görünürde bir merdiven olmadığından tek çıkış yolum buymuş gibi görünüyordu.
Dev asansörün içine girince, aynaya yansıyan görüntüm gözüme ilişti. Gözlerimin altı morarmıştı. Kaşımın üstüne beyaz bir yara bantı yapıştırılmıştı ve alt dudağımın kenarı yaraydı. Elimi yüzümde dolaştırırken ilkin nasıl oluştuğu hakkında bir fikrimin olmadığı yaraların, yavaş yavaş zihnime dolmaya başlayan görüntülerle okulda yediğim dayağın hatırası olduklarını hatırladım. Beşe bir!
Ardından hastanedeki görüntüler, okuldan bir haftalık rapor almıştım, sonrasında babamın beni arabasıyla alıp eve götürmesi. Ve---!
Bulanık da olsa bir şeyler hatırlamaya zorladım kendimi. Buraya nasıl gelmiştim? Neredeydim? Peki neden kendimi hatırlamaya zorluyordum?
Yeniden sıklaşan nefesimi kontrol etmeye çalışarak dikkatimi asansörün üzerindeki düğmelere yoğunlaştırdım. Normal bir asansörde katların yazdığı yığınla düğme bulunurken bunda yalnızca dört tanesi vardı. İkisi katlar arası gezinti görevini görürken ikisi de kapıların kontrolünü sağlıyordu herhalde. Tabii bu sadece bir tahmindi. Elimi içe dönük okların bulunduğu butona(→←) değdirip bastırdım.
Kapı kapanırken, sağ kolumda bir şey fark ettim. İç tarafta, tam da damarımın üstünde küçük bir bant duruyordu. Hastaneden kalma olamazdı. Her ne kadar vücudum kavga sebebiyle oluşan çürüklerle dolu olsa da, hastaneden çıkarken sağ kolumda yara bantını gerektirecek bir hasar olmadığından adım gibi emindim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SAF KATLİAM
Actionİşte ben... Önüme sürülen kurallara bir türlü uyamadım, fakat kendi yolumu yaratabilecek güce sahipte olamadım. Hiçbir zaman çok cesur değildim, fakat zorlukların karşısında sinecek kadar korkak da... Birisini canımı yakacak kadar çok sevemedim, bir...