Ali Rahmet

1K 66 17
                                    

'Daha kaç sefer bırakıp gideceksin? Daha kaç sefer kalan ben olacağım ardında? Seni kaybetmemek için, gemileri yakmaman için daha kaç sefer gidişini izleyeceğim.'

- Ağam, iyi misin? Gençten bir delikanlıydı koluna dokunan.

- Sağol evlat iyiyim, iyiyim.

- Yamanların Büyük Hanım'ı değil miydi o? 'Aladağ benim eserim!' diye yürüyen.

Hünkar'ı son gördüğü noktaya bakarak gururla gülümseyip onayladı. Kibrin günah olduğunu bilirdi bilmesine de mevzubahis Hünkar'ın kibri ise tevazu küfür gibi gelirdi...

- Yalnız o nasıl bir öfkeydi öyle Ağam. Bir an silahını çıkaracak da kocas... Terbiyesizliğini son anda farketmiş olacak ki cümlesini tamamlayamadan başını önüne eğdi. Affet Ağam, ben... ben öyle deme...

Ali Rahmet yumruğunu sıktı. Karşısındaki gence değildi öfkesi, Hünkar ile aralarındaki uçurumaydı. Varlığı ile yaşamına anlam katan kişi artık düşmanıydı. Üstelik kendini müdafaa etti diye.
Evet insanoğlu sadece sonuçlara bakardı; sebepler, hakikatlar umurlarında olmazdı. Belli ki Hünkar için de öyleydi; hakikatlerden önemliydi sonuç! Maktul "sevgili kocasıydı" ne de olsa; iki kere kendisine tercih ettiği Adnan Yaman.
"Sevgili Eşim Adnan ve ben sağlam bir evliliğin temelinin sevgi olduğunu..."
Toplu nikah töreninde duymuştu bu cümleyi Hünkar'ın ağzından. Kıskançlığın soğuk ellerini hissetti sırtında. Bu kadar kolay olabilir miydi; silinir miydi hisler zamanla? Yirmi yıl, kırk yıl hatta asır bile geçebilirdi aradan ama  hisler gerçekse ilk günkü gibi direnmeliydi.

- Tapudaki adamlarla konuştum. Kumral, güzel bir kadın dediler, Demir'le de çok ilgiliymiş, aynı annesi gibi dediler. Tam hatırlamıyorlar ama ismi şey...
- Hünkar işte o kadın, kabul et Ali Rahmet!
- Rana, sana sormadım. Avukat konuşsana, neymiş ismi?
- Şey Ali Rahmet Bey, kadınla konuşmamışlar ama şey diye duymuşlar Sultan gibi bir şeymiş.
- Peki Sultan ne? Soyadı yok mu bunun?
- Ali Rahmet Bey, Yamanların tanıdığı görüştüğü herkesi soruşturduk ama maalesef Sultan isimli biri yok.
- Hünkar'dır kesin.
- Hünkar değil dedim Rana, bir başkası.
- Nasıl başkası, neden bu inat Ali Rahmet? Hünkar işte apaçık ki Hünkar Yaman...
- RANA SUS, SUUUSSS!

Ellerindeki sıcaklık, cezaevi görüş odasının sislerini dağıtıp Kale'ye döndürdü. Genç, eline kapanmış af diliyordu.

- Bak evlat, Yaman Hanım ile konuşmamız gereken bazı meseleler vardı ama öyle kan davası falan değil, başka mevzular var. Ben cezamı çektim çıktım, kin tutulacak bir durum yok aramızda. Sen şimdi işin aslını bil de yarın öbür gün...

- Ağam, haşa ben, ben... ben... Heyecanımı bağışla, karşımda koskoca Fekeli Ağa'yı görünce sadece konuşmak istedim. Yoksa dedikodu yapmak ne haddime. Burda olan burada kalır, değil Hünkar Yaman ile Ağam kim olsa bu böyledir. Görmedim duymadım, haşa!

Utancı her halinden belliydi, daha fazla üstüne gitmenin anlamını yoktu. Eliyle omzunu sıvazladı.
- Afferin, her zaman böyle ol evlat. Adın ne senin?
- Asım. Ağam, üşümüşsündür mangalı getireyim içerden. Hem kahve de yaparım istersen.
- Kahve için geç oldu, başka zamana artık. Beni yalnızlığımla başbaşa bırak kafi.
- Emrin olur Ağam.

Asım giderken arkasından sessizce söylendi: "Ehh be Asım, Yaman Hanım gelmeden çıkarsaydın ya şu mangalı! Kahveyi görünce belki onun da aklına mazi düşerdi, kalbine..."
O kadar çok beklemişti ki burada Hünkar'ı kaybetmenin acısı mekanın her zerresine sinmişti. Geldiğinde bayram yerine dönen Kale yokluğunda cehennem azabına dönüşüyordu. Yeniden beklemeye takadi yoktu.  Arabaya atlayıp şehre doğru sürdü.

Hünkar'ın tek bir sözü, tek bir gülüşü için kalbini söküp atardı. Ama bunu hissettirememiş, mutsuz etmiş olmalıydı ki tüm kalpsizliğine, sadakatsizliğine rağmen seçilen hep Adnan Yaman'dı. Ne yapmasa neyi söylemese böyle olmazdı, diye yıllarca düşündü.

Gençliklerinde buluştukları çeşme başına gelince indi arabadan.
Karşıdaki boş alanda atlarını yarıştırırlardı. Rüzgar, belli belirsiz sesler getiriyordu o yönden; "Aslaaa yetişemezsin Ali Rahmet."
Bir toz bulutunu dağıtır gibi elini havada savurdu; "Öne geçtiğimde seni göremem de ondan." Nafile, ne cevap geldi ne de zamanın tozu dağıldı. Kendi haline güldü. Gecenin kör karanlığında hayaletlerle konuşuyordu. Dağ tarafına çevirdi başını. Kulübe gözüküyordu ay ışığında, anısını kovdu hemen.

Şair haklıydı; bu şehirde başını ne yöne dönse kara yıkıntılarını görüyordu ömrünün. Biliyordu ki hayaletler, şehir yüzünden değildi. "Hakikatler açığa çıkmadıkça seni her gördüğümde, böyle olacak galiba."

Konağa döndüğünde geceyarısı olmuştu. Herkesin uyuduğunu düşünerek sessizce kapıyı açtı. İlk karşılayan Yılmaz'ın öfkeli sesiydi: "... ben çıkıyorum şimdi. Çırçırdan adamları toplayıp şirketi basacağım. Hayır, hayır Çetin sen soruşturmaya devam et. Çiftlikteki adamlar da ayrılmasın. O Demir iti..."

"Evlaaat." diye bağırdı. Yılmaz yine kendi başına işlere kalkışmıştı demek. Çiftliğe adam göndermek neydi? Ya Hünkar'a bir zarar geldiyse... Yok yok, o kazaydı isteyerek zarar vermezdi Yılmaz. Kalbinin daraldığını hissetti. "Evlat, Sen ne..."

"Ağam, iyisindir inşallah! Çok merak ettik!" Sağ eline yapışan Nazireydi konuşan.

- Burdayım işte neyimi merak ettiniz?
- Nasıl neyi merak ettik Baba nerdesin sen? Sofra hazırlatıp kimseye haber vermeden çıkmışsın evden.
- Yok bişey evlat biraz hava almaya çıktım saati farketmemişim? Kafasını çevirince sofrayı gördü. Nasıl da unutmuştu; acıktığında adım atmayacağını tüm konak halkı bilirdi. Ama geri adım atamazdı artık.
- Çetin çıkarken telefonun çaldığını söyledi. Baba bak Yamanlar mıydı arayan tehdit mi ettiler seni, gidip o konaklarını başlarına yıkayım...
- Destur de Yılmaz, değil Yamanın Demir feriştahı gelse beni tehdit edemez. Hem sen benim sözüme itimat etmiyor musun, ben yalan mı söylüyorum?
- Estağfurullah Baba o nasıl söz... Sadece sofrayı kurdurup habersiz çıkınca telaşlandık . Çetin, çıkarken telefonun çaldığını da söyleyince...
- Siz de benim oyuna geldiğimi sandınız bak evlat ben yirmi yıl bu ülkenin en belalı hapishanelerinden sağ çıkmışım, dünkü çocuk mu beni oyuna getirecek ben kurdum kurt. derken bir yandan da Yılmaz'ın omzunu sıvazladı. Hadi boş yere telaş etmişsiniz.

Yılmaz, gülümseyerek telefona döndü.
"Alo Çetin, evet babam geldi. Yok yok düşündüğümüz gibi değilmiş. Hava almaya çıkmış sadece. Bilmiyorum Çetin. Sen ordaki adamlara da söyle geri dönsünler. Tamam, sabah konuşuruz."
- Evlat neredeki adamlar? Yoksa sen...
- Yaa ne yapsaydım Baba bu adam kaç defa canımıza kast etmedi mi yine bi şey yapmıştır dedim.
- Dedin dedin de ne yaptın?
- Şirkete gittim. Ama mersindeymiş işte ben de konağa ve mersine adamlar yolladım, soruştursunlar diye.
- Ahh be evlat Demir ile ilgisi yoktu. Ne yaptın sen? Ortalığı karıştırmadın inşallah!
- Demir ile ilgisi yoksa kimle ilgisi var peki? O Hünkar yılanıyla mı ilgisi var? Arayan o muydu? Söylesene Baba.
- Yaman Hanım'ı karıştırma evlat!
- Neden Baba? Söyledim sana kaç defa yılanların hası o ka...
- YILMAZ YETEERR!!!

Bu saatte Hünkar'ı arayamazdı. Hem arasa ne diyebilirdi. Konaktan çıkıp arabasına atladı. Yamanların çiftliğini kolaçan etti. Kendi adamları yoktu şükür, bir vukuat çıkmamış gibiydi. Konağın yan kapısına park edip Hünkarın odasını gözledi. Konağın tüm ışıkları kapalıydı. Demek olanlardan haberi yoktu. 'Hırsız gibi konağı gözlemeye' devam etmenin manası da yoktu. Arabayı Yamanların şirketine sürmeye başladı. Oradakileri de kontrol etmek gerekirdi sonra Çırçırdakilere bakması gerekti...
"Ee be Yılmaz, ne gerek vardı bu yaygaraya..."
Karşı yönden gelen yeşil mercedesi görmesi ile fren yapması bir oldu.

ZAMANIN TOZUHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin