wind

518 61 10
                                    

ten daha duygusal bir çocuktu. taeyong'u kendinden bile çok seviyordu, bunu düşünmek endişesini biraz azaltsa da korkmadan edemiyordu.

eve geldiğinde hemen konuşmaya cesaret edemedi. önce yemek yediler. sonra salona geçtiler. annesi ve babası küçük, tüplü televizyondan dizi izlerken ten bin bir farklı düşüncenin içinde boğulacağını hissetti.

vakit geçiyordu, ten'in bir yerden başlaması gerekiyordu ama yapamıyordu. çok korkuyordu, taeyong'dan ayrı kalacak diye, kötü şeyler olacak diye çok korkuyordu.

çok seviyordu taeyong'u. öyle bir seviyordu ki, kendi canından alıp onunkine koymak istiyordu. sevdiği adamla olabilmek için konuşmaya başladı.

"sizinle konuşmam gereken bir şey var." iki çift göz ten'e döndü. bir an bakışların altında eziliyor sandı ten. "söyle canım." annesi gülümserken konuştu. ten içinden, lütfen söyledikten sonra da böyle gülümse anne diye geçirdi.

"ben," diye başladı cümleye ve duraksadı. annesinin ve babasının yüz ifadeleri değişmişti bir sorun olduğunun farkına varmış gibi.

"erkeklerden hoşlanıyorum." bu iki kelime işte. bu iki kelimeyi söylerken o kadar zorlandı ki. cümlesini bitirdi ve anca yedi saniye sonra bakabildi ebeveynlerinin yüzüne. ikisi de şaşkındı. böyle bir şey beklemiyorlardı.

"sen, ne dediğinin farkında mısın?" babası konuştuğunda, ten bu ses tonunun her zamanki ses tonundan farklı olduğunu ve artık birkaç dakika önceki gibi korkmadığını fark etti.

"artık ne olursa olsun." dedi içinden, kendi kendine. onaylarcasına salladı başını. bir süre sessizlik oldu. "odana git." oh, ten üşüdü. annesinin sesi buz gibiydi. "hayır konu-" "odana git!"

ten konuşmak istedi, anlatmak istedi. bunun kötü bir şey olmadığını söylemek istedi. ama annesi izin vermedi. mecbur kalktı ten. ayaklarını yere sürerek yürümeyi severdi, ama yapmadı.

omuzları düşmüş bir şekilde girdi odasına. kendini yatağına bıraktı, cenin pozisyonu aldı. şimdi ne yapacaktı? ailesi ona ne diyecekti? taeyong konuşmuş muydu, nasıl tepki vermişlerdi?

bunlar gibi bir sürü şey ten'in aklında dönüp duruyordu. ama "taeyong beni bırakır mı?" sorusu hiç gelmedi aklına. çünkü biliyordu ten; ne taeyong onu bırakırdı, ne de ten taeyong'u bırakırdı.

yapamazlardı işte. insan nefes almadan yapamaz ya, bu ikisi de birbirleri olmadan yapamazdı. ten düşüncelerinin arasında boğulurken camına vuran boncukların sesini duydu.

o anda o kadar rahatladı ki, anlatmaya benim kelimelerim yetmiyor. eve geldiğinden beri ilk kez rahat bir nefes aldı. ilk kez dudaklarını ısırmayı bıraktı. hatta bir süredir kendini sıktığından akıtamadığı gözyaşı aktı sağ gözünden.

hemen kalkıp pencereye adımladı. bu boncukların sesi var ya, taeyong ve ten bunun sayesinde iletişim kuruyorlardı.

ten penceresinin kenarına ufak bir delik açmış oradan ip geçirip birkaç boncuk bağlamıştı. ip aşağı uzanıyordu. zaten ten'in evi çok yukarıda değildi, üçüncü katta oturuyorlardı.

taeyong ne zaman buraya gelse o ipi hafifçe çeker, boncuklar cama vurur ve ses çıkarırdı. ipin diğer ucunda da bir kanca vardı. taeyong bir şey söylemek istediğinde kağıda yazıp kancaya geçirirdi. veya bir şey vermek istediğinde o kanca sayesinde verirdi işte.

tabii kancada bir de plastik vardı. bir gün annesi camları silerken ten'e sormuştu "bu ne böyle?" diye. ten de "kediler ipe dokunduğunda ses çıkarıyor, ben de mama veriyorum" demişti.

gerçekten kediler ve bazen köpekler dokunuyordu ipe. işte bu plastik onlara zarar gelmesin diyeydi. çok şükür ki inanmıştı annesi. işte uzun zamandır böyle iletişim kuruyorlardı.

ten açtı pencereyi. aşağı baktı. gecenin karanlığına rağmen taeyong'un gülümsediğini görebildi. ayrıca yanındaki bavulu ve sırtındaki çantasını da. elinde de bir kağıt vardı.

taeyong kağıdı kancaya geçirdi. ten önce odasının kapısını kilitledi, sonra da çekmeye başladı ipi. kağıt ona ulaştığında bir saniye beklemeden açtı kağıdı.

kağıdın içinde papatya vardı bir tane. taeyong'a bakıp papatyayı gösterdi ve öpücük attı, havadan. sonra okudu kağıttaki cümleyi. "babam beni evden kovdu."

şok olmak istedi ten ama olmadı. bunu zaten bekliyordu, ki taeyong'un yanındaki bavul zaten bunun habercisiydi.

hemen masasına ilerledi ten ve bir kalem aldı. "henüz bir şey demediler, sadece odana çık dediler. bence yarın benimle konuşacaklar." ten çekmecesinden bir anahtar aldı. ve önüne gelen ilk defterden bir kağıt koparıp kağıdı anahtara sardı.

"bodruma git canım, sabah ilk iş yanına geleceğim. seni çok seviyorum." ten istiyordu ki şimdi gidebilsin yanına. kollarının arasına alıp geçecek diyebilsin istiyordu ama yapamazdı, bunu taeyong da biliyordu.

ten kağıdı kancanın ucuna takıp aşağı saldı. taeyong kağıttaki yazıyı okuyup yukarı baktığında içinde anahtar olan kağıdı aşağı attı ten. taeyong eğilip aldı. sonra yukarı baktı.

ten avcunu öpüp taeyong'a üfledi. taeyong gülümseyip plastiği kancaya taktı ve apartmanın önüne ilerledi. taeyong gözden kaybolduğunda içeri girip pencereyi kapattı ten ve kapısının kilidini açtı.

sevgilisiyle doğru düzgün konuşamamışlardı ama yüzünü 5 dakika görmek bile ten'e inanılmaz bir huzur vermişti. taeyong'u yanında olduğu sürece her şeyin üstesinden gelebilirdi.

taeyong ve ten daha önce bu bodruma gelmişlerdi. etrafa cılız bir ışık veren bir lambası, birkaç eski koltuk ve diğer apartman sakinlerinin eşyaları vardı.

taeyong kapıyı kapatıp koltuğa attı kendini. çok tozluydu ama şu an bunu düşünecek durumda değildi. şu an düşünecek çok daha önemli birkaç şeyi vardı.

bundan sonra ne olacaktı mesela? ten'in ailesi ne diyecekti? en önemli olan buydu. ten'in ailesi ne diyecekti? bu sorunun cevabı ikisinin de hayatına yön verecekti.

o geceyi iki aşık, aralarında birkaç metre arayla, akıllarındaki sorularla ve kalplerindeki aynı endişeyle geçirdiler. toplasan bir saat bile uyumadılar.

when the wild wind blows, taeten Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin