가장 완벽

222 39 33
                                    

bölümde ölüme dair birkaç şey yer alıyor, etkilenebilecek olanlar lütfen dikkatli olsun uyarısı.

"ten, kayıtlı olmayan bir numara arıyor."

güneşin, tepesindeki yerini çoktan almış olmasına rağmen gecenin verdiği yorgunluktan dolayı bu saate kadar uyanmamış olan taeyong, yanı başındaki komodinin üstündeki telefonun çalmasıyla uyandı.

telefonu eline alıp ekrandaki rakamları gördüğünde uyku mahmurluğuyla hangisinin telefonu olduğunu anlayamadı, telefonu çevirip arkasına bakınca ancak anlayabildi.

ten telefonu alıp aramayı cevapladı ve kulağına yasladı. bu sırada taeyong da doğrulup oturdu, sonra da ten'in alnını öptü ve yataktan inip louis'yi aramaya koyuldu.

"evet, benim ebeveynlerim. bir sorun mu var?" ten ise yıllar sonra, arayan kişiden anne ve babasının ismini duymasıyla doğruldu, birden uykusu açılıverdi.

telefondaki kişi konuşmaya devam ederken duyduklarıyla kocaman açıldı gözleri, eli ayağı boşaldı. öyle ki kollarındaki louis'yi severek içeri giren taeyong, ten'in yüz ifadesini görünce endişelendi.

louis'yi bırakıp yaklaştı ten'e, neler oluyor dedi birkaç kez ama cevap alamadı. yatağa düşmüş telefonun ekranında aramanın hâlâ açık olduğunu görünce alıp karşıdaki kişiyle konuşmaya başladı.

,

taeyong ve ten seoul'e giden uçakta yan yana oturuyorlardı. ten tamamen taeyong'un göğsüne yaslanmış, kolları beline sarılı. taeyong sırtını okşarken ağlayası var ama ağlayamıyor.

çok dolu hissediyor kendini, vücudu ağrıyor çünkü -bunun farkında bile değil- çok kasmış kendini. ağlasa biraz rahatlayacak belki ama ağlayamıyor işte. dişlerini sıktığından çenesi ve başı ağrıyor.

senelerdir görüşmüyor olsalar bile gerçek ailesinin, kendini büyüten insanların, geçirdikleri kaza sonucunda ölmelerini hemen kabullenemiyor. nasıl davranması gerektiğini de bilmiyor gerçi.

yıllardır bir kere bile konuşmadılar, sabah arayan kişi aramamış olsa bundan haberi bile olmayacaktı ama olmuştu işte, sindiremiyordu.

aklındaki onlarca, birbirine karışmış düşünceyi bir düzene sokmaya çalışırken kafasını kaldırıp taeyong'a baktı. bir söyleyeceği yoktu, bakmasının bir amacı da yoktu, bakmak istedi sadece.

taeyong, ona bakan bebeğinin saçlarını okşayıp alnını öptüğünde eski pozisyonuna döndü.

taeyong ise yüzünün sadece birazını görebildiği bebeğini izlemeye devam etti. sımsıkı sarmıştı ten'i, şu an yapabileceği en iyi şey buymuş gibi geliyordu.

sabah arayan kişi tarafından bu haberi almışlardı. taeyong ne yapacağını bilememiş, sarılmıştı ten'e sadece.

bilmiyorum hatırlıyor musunuz, ten evden ayrılmadan önce onun duygusal bir çocuk olduğundan bahsetmiştim. artık çocuk değil ama hâlâ duygusal, bu yüzden taeyong ağlamasını beklemişti ama ten ağlamamıştı.

apar topar uçak bileti almış ve hazırlanmışlardı, louis'yi, kedi sahibi olan bir arkadaşına bırakmıştı taeyong. ikisine küçük bir valiz hazırlamıştı, şimdi de uçakta, seoul'e gidiyorlardı işte.

doğrusu taeyong da ne yapacağını pek bilmiyordu. daha önce böyle bir durumla karşı karşıya gelmemişlerdi ya hiç, bu yüzden ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. sadece şu an yapılacak en iyi şeyin, ten'e yanında olduğunu hissettirmek olduğunu düşünüyordu, işte bu yüzden sırtını okşarken öpücükler konduruyordu saçlarına.

uçaktan indiklerinde hava kararmıştı, taksi çağırdı taeyong ve bir otele geldiler. kıyafetlerini değiştirip yatağa girdiklerinde yine uçaktaki gibiydiler, taeyong ten'i sımsıkı sarmış, ten de taeyong'a sımsıkı sarılmıştı. ne uçağa binmeden önce ne de otele gelene kadar pek konuşmadıklarından artık bir şeyler söylemesi gerektiğini hissetti taeyong.

ten'in omuzlarından tutup biraz doğrulmasını sağladıktan sonra yanağını okşadı, "bebeğim." ten'in kendini çok fazla kastığının farkındaydı, yüz ifadesinden anlaşılıyordu bir kere.

gözleri parlamıyordu, yanaklarının rengi gitmişti sanki. ten ona baktı, konuşmaya sesi yetmeyecekmiş gibi hissettiğinden "hm?" diye cevap verdi.

"eğer ağlamak istiyorsan, sorun değil, ağlayabilirsin. içinde tutmana gerek yok." sanki bunu bekliyormuş ten, gözleri doluyor yavaşça, gözlerindeki çaresizliği görebiliyor taeyong.

"hyung, ben nasıl hissedeceğimi bilmiyorum." cümlesinin sonuna doğru ellerini yüzüne kapatıyor ten, ağlıyor. taeyong kucağına çekiyor ten'i, sırtını yatağın başlığına yaslamışken.

ten ağlıyor, taeyong saçlarını seviyor.

"yıllarca ayrıydık hyung ama kalbim yine de çok acıyor." ten hıçkırıyor, bazen kekeliyor. "bir şey değişmeyecek ama onların artık nefes almıyor oluşu bana mümkün değilmiş gibi geliyor, ne yapacağımı bilmiyorum hyung."

"ten, bu çok normal bebeğim, tamam mı? ne olursa olsun onlar senin ebeveynlerin ve onları seviyorsun, bunun için üzülmen normal."

taeyong duraksıyor, ateşe körükle mi gidiyorum acaba diye düşünüyor birkaç saniye. "kaybın için çok üzgünüm ten, yemin ederim çok üzgünüm." taeyong, ten karşısında ağlarken hiç iyi hissetmiyor, çekiyor kendine, sımsıkı sarılıyor.

bir şekilde sabah oluyor. ikisinin de uyuduğu söylenemez. kalkıp giyiniyorlar simsiyah ve gözlük takıyorlar.

cenazenin yapılacağı mezarlığa varıyorlar. çok kalabalık sayılmasa da bir sürü kişi gelmiş cenazeye. ağlayan birkaç kişi görüyorlar, ten tuhaf hissediyor. aslında en önde olması gerekirken arkalara geçiyor ten, ardından da taeyong. izliyor sadece.

tanıdık ama yaşlanmış bazı yüzler görüyor, bu da tuhaf hissettiriyor, midesi bulanıyormuş gibi hissediyor ten. taeyong'un elini tutmak, ona sarılmak istiyor ama yapamaz. zaten onlara bakıp fısıldaşan birkaç kişi gördü, daha fazlasını istemiyor.

cenaze bitiyor, yalnızca taeyong ve ten kalana kadar bekliyorlar. sonunda herkes gittiğinde ten'in avcuna bir öpücük bırakıp hafif uzaklaşıyor taeyong. ten anne ve babasıyla, yıllar sonra konuşurken onu izliyor.

üzülüyor, çok üzülüyor. biricik sevgilisi bu hâlde olduğu için kahroluyor gibi hissediyor, hiç kıyamıyor. bir süre sonra geliyor ten. "gidelim." diyor. elini tutuyor taeyong'un, otele geri dönüyorlar.

ertesi gün taeyong ablasıyla buluşmak için tek başına çıkıyor otelden. ten'i yalnız bırakmak istemiyor ama her zaman kore'ye de gelmiyor, ablasını görmek için fırsatı da olmuyor hâliyle. ten de bunu söyleyip gitmesi konusunda ısrar edince buluşuyor işte taeyong ablasıyla.

özlem gideriyorlar. ablasının küçük bebeğini seviyor taeyong. buluşma çok uzun sürmüyor çünkü ne kadar ablasıyla buluşması konusunda ısrar etse de ten'in ona ihtiyacı olduğunu biliyor taeyong. sımsıkı sarılıyor ablasına ve ayrılıyorlar.

otele geri dönüyor, kıyafetlerini değiştirip yataktaki ten'in yanına kıvrılıyor. ten gülümsüyor taeyong'a, yorgun belki de içten olmayan bir gülümseme ama taeyong sorun etmiyor hiç, biliyor çünkü hâlini.

ten'in saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıp yanaklarını öpüyor çok kez. ten'e daha iyi hissettirebilmek için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, başarıyor da.

her zamanki gibi, ne olursa olsun taeyong ve ten gün sonunda yine birbirlerini seviyorlar.

24/01/2021, 01.45

1k okunma için hepinize tek tek teşekkür ederim.

when the wild wind blows, taeten Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin