blow

429 59 20
                                    

bir şekilde sabah oldu. ten erkenden kalkıp taeyong'un yanına gitmek için giyindi. sessiz adımlarla mutfağa giderek bir kaba dün annesinin yaptığı poğaçalardan koydu ve bir şişe su aldı.

bunları çantasına yerleştirdikten sonra kapıya adımladı ama o kapıdan çıkamadı. "nereye gidiyorsun?" yavaşça arkasını döndü. "hava almaya gidiyorum." "sabahın bu saatinde?"

sertçe yutkunurken başını salladı ten. "salona geç, baban seninle konuşacak." içinden "siktir." dedi ten. çantasını kapının yanına bırakıp salona geçti, birkaç dakika sonra da babası geldi.

biraz süren sessizlikten sonra konuştu babası, "yarından itibaren tedaviye başlıyorsun, bu hastalıktan kurtulacaksın."

ten çok şey bekliyordu. olumlu karşılamasını, küfretmesini, evden kovmasını, oğluna sarılmasını hatta ten'i dövmesini bile bekliyordu ama bunu beklemiyordu; istemsizce yüzünü buruşturdu. "ben hasta değilim?"

babasının sesi keskindi. "hastasın ve en fenası bunun farkında bile değilsin." dehşete düştü ten. "hayır baba ben hasta değilim, sadece kızlardan değil erkeklerden hoşlanıyorum bu bir hastalık değil gerçekten."

ten'in gözleri doldu. "ben diyeceğimi dedim. yarın saat on ikide ilk randevun." ten babasının sözünü bitirmesini beklemedi bile. çantasını kaptığı gibi çıktı evden.

merdivenlerden hızla inerken ağlıyordu. zemin kata ulaştığında oturdu ve sakinleştirdi kendini. taeyong onu böyle görürse çok üzülürdü. onu üzmek ten'in isteyeceği son şey bile değildi.

derin derin nefes alıp verdikten ve sakinleştikten sonra alt kata inmeye başladı. cebinden yedek anahtarı çıkarıp kapıyı açtı ve kısıkça seslendi, "hyung?"

taeyong ten'in sesini duyduğunda hızlıca kalkıp ona adımladı. ten kendine doğru gelen bedeni gördüğünde kapıyı kapatıp adeta koştu taeyong'a.

sarıldıklarında rahatladı ikisi de. ten yanında olduğu için şükretti taeyong, aynısını ten'in de yaptığını bilmeden.

ten geri çekildi biraz ve elini tuttu taeyong'un. "dışarı çıkalım." kafasını salladı taeyong. bavulunu orada bıraktı. sırtlarında çantalarıyla çıktılar binadan ve hızlıca yakındaki bir parka gittiler.

kimsenin görmemesi için bir çalılığın arkasına oturduklarında ten çantasından kabı ve su şişesini çıkarıyor. taeyong biraz su içiyor, poğaçalara dokunmuyor.

boğazlarından bir şey geçemezmiş gibi hissediyor ikisi de. taeyong ten'in ellerini tutup gözlerine bakıyor, iyi bir şey olmadığının farkında. iyi bir şey olmuş olsa taeyong'u gördüğü ilk an anlatırdı ten ama şimdi geçiştiriyor gibi, anlatmak istemiyor gibi bir hâli var.

taeyong bunun farkında. "ne oldu canım?" yüzü düşüyor ten'in. taeyong yanağını okşuyor, "söyle bana." ten bunu söylemeye utanıyordu da çekiniyordu da.

"babam, hasta olduğumu düşünüyor bu yüzden yarın tedaviye başlayacakmışım." sessizlik bu iki kişinin arasında.

"ne yapmamız gerektiğini biliyorsun bebeğim, değil mi?" ten kafasını sallıyor, üzgün hissediyor normal olarak. taeyong dudaklarına küçük bir öpücük konduruyor, "seni çok seviyorum bebeğim ve söz veriyorum iyi olacağız. söz veriyorum ten, çok iyi olacağız."

taeyong bir söz verdiyse, onu mutlaka gerçekleştirirdi. bu yüzden gülümseyip ayağa kalktı ten. "ne kadar çabuk, o kadar iyi hyung."

taeyong da kalktı ayağa. toparlanıp ten'in evine yürüdüler. yolda kararlaştırdılar, ten'in yarım saati vardı. yarım saat içinde binadan çıkmazsa bir sorun var demekti.

babası işteydi bu yüzden sorun değildi, sadece annesini atlatması gerekiyordu, annesini atlatmak zorundaydı.

ten hızlıca yukarı çıkarken taeyong bavulunu alıp binayı görebileceği bir şekilde başka bir binanın arkasına saklandı ve biricik sevgilisini beklemeye başladı.

ten sessizce eve girdi. evi yokladığında annesinin yatak odasında teyzesiyle konuştuğunu anladı; bu ten için inanılmaz iyi bir fırsattı.

odasına gidip kapıyı kilitledi ve bavulunu alıp sığdırabildiği kadar kıyafetini içine koydu. gözü kitaplığında duran ailesinin fotoğraf albümüne takıldı.

onu es geçip arkasına sakladığı, içinde yalnızca taeyong ve onun fotoğraflarının bulunduğu fotoğraf albümünü alıp bavulun içine dikkatlice koydu. birkaç çift ayakkabısını ve hırkalarını da koyduktan sonra bavulu sessizce kapattı.

eline en büyük sırt çantasını alıp birkaç eşyasını, uzun zamandır biriktirdiği parasını ve mp3 çalarıyla kulaklığını koydu. sonra aynı taeyong gibi yatağının altından siyah bir kutu çıkardı.

taeyong'a ve ona dair her şeyin içinde bulunduğu kutu. onu da çantasına yerleştirdikten sonra odasından çıkıp sessizce mutfağa ilerledi. birkaç paket hazır rameni, çikolataları ve cipsleri, bulabildiği ve bir paketin içinde olan her şeyi bir poşete yerleştirdi, şu an tek tek çantasına koymakla uğraşamazdı.

sonra buzdolabının üstündeki kumbarayı, kumbaranın altındaki anahtarı aldı ve çantasına koydu biraz vicdan azabı duyarak ama yapabileceği bir şey yoktu, buna ihtiyaçları olacaktı.

bu kumbaraya her gün en az bir kişi para atardı ve ten kumbaranın içinde hatrı sayılır miktarda para olduğunu düşünüyordu.

biraz önce odada hazırladığı, üstünde "üzgünüm, sizi seviyorum." yazılı kağıdı mutfak masasının üstüne bıraktı, onun üstüne de evin anahtarını ve bodrumun anahtarlarını bıraktı. sonra vakit kaybetmeden kapıya yöneldi.

demiştim ya, ten duygusal bir çocuktu. taeyong'un aksine dönüp baktı evine. evini özleyeceğini hissetti ama bu yaptığı için hiçbir zaman pişman olmayacağından da emindi. kapıyı açıp dışarı çıktı ve evinin kapısını belki de son kez kapattı.

when the wild wind blows, taeten Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin