sabah, hafta sonu olduğundan ten'in alarmı çalmıyor bu yüzden biraz geç uyanıyorlar.
önce taeyong uyanıyor. gözünü açtığı gibi ten'ini görüyor, kedi gibi kıvrılmış yatıyor hâlâ aynı yerde. gözlerini balkonun sürgülü, cam kapısına çeviriyor. gördüğü üzere bugün hava çok güzel, güneşli ve serin.
ten'in yanağını okşarken gülümsüyor istemsizce. sonra dün gece geliyor aklına. gülümsemesinin silinmesi bir saniye bile sürmüyor. kalbi can çekişiyor gibi hissediyor, aniden bir ağırlık çöküyor.
bebeğinin yüzünü incelerken havadan nefret ediyor. onların sorunlarla cebelleştiği, ten'in yorgunluktan bayıldığı ve taeyong'un onları olumlu etkilemeyecek bir kararı aldığı gecenin sabahında, güneş tepede parladığı için nefret ediyor.
öten kuşlardan da, hafif hafif esen rüzgardan ve hışırdayan yapraklardan da nefret ediyor. ten'in böyle yorgun düşmesini sağladığı için kendinden nefret ediyor. kazaya sebep olan, arabadaki o üç kişiden de nefret ediyor.
herkesten ve her şeyden nefret ediyormuş gibi hissediyor. sadece birkaç santimetre ötede, gözlerini açmaya çalışan oğlanı hariç. normal saatinden fazla uyudu ya, alışkın değil, uyanmaya çalışıyor.
gözleri onu izleyen taeyong'unkilerle birleştiğinde gülümsüyor, asla bilinçli değil. kaldırdığı kafasını taeyong'un göğsüne bırakıyor, "günaydın hyung." taeyong da gülümsüyor şimdi.
birkaç dakika önce herkesten ve her şeyden nefret ediyordu ya, şimdi o düşüncelerinden eser kalmadı. öten kuşlara ve hışırdayan yapraklara binlerce kez teşekkür etmek istiyor önündeki manzaraya eşlik ettikleri için.
parmaklarını ten'in saçlarına daldırıyor, "günaydın canım." ten bu şekilde taeyong'a bakmaya çalıştığında ve boynu ağrıdığından bakamadığında doğrulup oturuyor ve konuşuyor. "iyi uyudun mu?" dün olanları hatırlıyor ama tekrar konusunu açmaya gerek yok.
"uyuyakalmışım hyung. keşke uyandırsaydın beni, yerimize geçerdik." taeyong konuyu açmak istemediğini anlıyor, sorun değil. ten nasıl istiyorsa öyle davranacak. "iyi uyudum ten. sen bana sımsıkı sarılıp beni ısıttığın için, harika uyudum."
ten memnun. "harika hyung!"
kalkıyor ve mutfağa gidiyorlar. ten taeyong'un sandalyesini masaya yaklaştırıp ona doğraması için sebzeler veriyor. kahvaltıyı birlikte hazırlıyorlar ve yiyorlar. gerçekten, dün ten bayılıp habere çıkmamış ve taeyong da bunu televizyondan öğrenmemiş gibi davranıyorlardı.
en azından öyle davranmaya çalışıyorlardı. çünkü taeyong ten'e baktığında tekrar düşüp bayılacak sanıyordu. çok korkuyordu. ten gayet iyi gözüküyordu ama etkilendiğinden sanırım, bir şey olacak diye çok korkuyordu taeyong.
ne yapsam, ten'le nasıl konuşsam diye düşünüyordu. içinde fırtınalar koparken dışına hiçbir şey yansıtmıyordu. ten de bunu biliyordu ya, bundan dolayı endişeleniyordu. taeyong böyle bir konuyu bu kadar çabuk kapatmazdı.
aklında başka şeyler vardı, başka şeyler düşündüğünü biliyordu ama her ne düşünüyorsa, onları yanıltmak ve iyi olduğunu kanıtlamak için kocaman gülümsüyor ve kahkahalar atıyor, yorgunluğu bir kenara bırak otuz sekiz sene sonra ilk kez yataktan çıkmış kadar dinç hissediyormuş gibi davranmaya çabalıyordu.
ikisi de birbirini kandırmaya çalışıyordu, ikisi de kandıramadıklarının farkındaydı. yine de sürdürdüler bunu. kahvaltıdan sonra banyoya gittiler.
ten önce taeyong'un kıyafetlerini çıkardı ve sonra da kendi soyundu, girdiler küvete. sıcak suyla keyif çattılar biraz, yine mantıklı sayılamayacak şeyler hakkında konuştular, biraz öpüştüler. sonra yıkanıp çıktılar.
çift pijamalarını giyip yatağa girdiler. saatlerce dizi izlediler. yemek yapmaya üşenip dışarıdan söylediler ve yataktan çıkmaya üşenip yatakta yediler. birlikte ve birbirlerini olmak üzere bir sürü fotoğraf çektiler.
birlikte sosyal medya hesaplarında dolaştılar. saçma sapan videolar izlediler. işte hava kararana kadar böyle boş boş vakit geçirdiler. şimdi de yan yana yatmış, izledikleri dizinin jenerik müziğini dinlerken tavana bakıyorlardı.
birkaç dakika böyle geçti, sonra taeyong doğrulup sırtını yatağın başlığına dayadı. ten de doğruldu ve taeyong'a doğru oturdu. şimdi konuşulacak şeyler vardı, ikisi de biliyordu bunu.
birkaç dakika daha böyle geçti çünkü taeyong nereden başlayacağını hiç bilmiyordu. basit değildi ki, hiç basit değildi. toplasan on cümle söyleyecekti belki ama çıkmıyordu işte kelimeler ağzından.
ten'in gözlerine de bakamıyordu, parmaklarını kıtlatmaya çalışıp kelimeleri sıralamaya çalışıyordu sadece.
"benim yüzümden bu hâle düştün ten." ten itiraz etmek için açtı ağzını ama taeyong ona baktı, bir şey söylemedi ama susması gerektiğini anladı ten.
"zaten yoruluyordun, zaten işin başından aşkındı. şimdi bir de ben kaldım başına." duraksıyor. "yemin ederim seni çok seviyorum ten ve yemin ederim beni çok sevdiğini de biliyorum ama böyle devam edemeyiz."
şimdi ten'in yanağını okşuyor. "sen daha çok gençsin ten. yürüyemeyen birine bakıcılık yapmak için, tamamen eve bağlı olmak için ve bunca yükün altından kalkabilmek için çok gençsin sen." ten'in gözleri dolu.
"ben sana hiç kıyamıyorum, ben sana bir tane bile dayanamıyorum ten. içim gidiyor benim sana."
"böyle olmanı istemiyorum. sen daha iyisini hak ediyorsun canım. birlikte yürüyebileceğin biri lazım sana." ten'in dudakları titrerken gözyaşı taeyong'un eline damlıyor.
"beni kore'ye gönder ten. ailem acır bana, alırlar beni yanlarına." belki taeyong devam edecekti ama hayır, ten buna daha fazla dayanamazdı. hışımla biraz daha yaklaşıyor taeyong'a.
artık çok sinirli hissediyor, gözyaşları akmaya devam ederken taeyong'un yanaklarını avuçları arasına alıyor.
"unutma taeyong, ben senin ailenim ve sen benim ailemsin; ben senin evinim ve sen benim evimsin." şimdi taeyong'un da gözleri dolu. "benden gitmene asla izin vermem. tamam mı hyung?"
taeyong kollarını sımsıkı sarıyor ten'in beline, en çok ne kadar yaklaştırabilecekse o kadar yaklaştırıyor ten'i kendine. birlikte ağlıyorlar.
bir saat önce kahkaha attıkları yatakta ağlıyorlar şimdi. taeyong özür dilerim diye mırıldanıyor çok kez. birkaç dakika sonra ağlamasını durdurmaya çalışıp taeyong'a bakıyor ten.
"yemin ederim hyung, bir daha böyle bir şeyi bana söylemeyi bırak, aklından geçirirsen bile küserim sana." sesi titriyor ten'in.
"gitmene izin vermem ama konuşmam da seninle. yıllarca asık suratımı çekmek zorunda kalırsın." gülümsüyor ikisi de, buruk belki biraz kırgın bir gülümseme.
birbirlerine değil, içinde bulundukları duruma kırgın oldukları bir gülümseme.