11

78 4 1
                                    

GÖKHAN
17 EYLÜL 2012
Lisenin ilk günüydü. Etraf heyecanlı ve ürkek dokuzuncu
sınıflarla ve kol kola girip çete gibi dolaşan enteresan kız olu­
şumlarıyla çevriliyken bizim ekip bir pencere önüne dizilmiş,
ortaokulda sıkıldığımız zaman uydurduğumuz, beyin öldüren
saçma oyunlarımızdan birini oynuyorduk.
Yaprak, kırmızı kazak giymiş bir kız önüm üzden geçerken,
“D ört etti!” diye ciyakladı. “Öndeyim!”
O yunum uz, önüm üzden geçen insanların üzerindeki renklerle alakalıydı. Hepimiz birer renk seçiyorduk, on olan kazanıyordu. Hiç sevmediğim halde, diğerleri benden önce davrandığı için sarı renk bana kalmıştı. Hom urdanarak elimdeki
m uzum un kabuğunu usulca soyup sertçe büyük bir ısırık aldım. “U lan ben hâlâ sıfırım! Bir tane sarı şey giymiş insan olmaz mı koskoca okulda!”
“G örünen o ki, Gökkuş bana dondurm a ısmarlayacak.”
O dönem ergenliğin verdiği asabiyetle kendi genlerimde
dedemden kalan agresiflik kanımda Dwyane Wade and Lebron
James misali bir uyumla hareket ettiğinden, Yaprak’ın bu lafının
karşılığı olarak orta parmağımı havaya kaldırıp, “Alırım,” dedim. Ali, parmağımı havada yakaladı. Hem en vitesi R’ye takıp,
Buzparm akvarya kanka,” dedim. “O dondurmadan alırım anlamında...”
Parmağımı Ali’den kurtarıp güzel kız radarlarını sonuna kadar açarak gelen geçen her kıza yarı erotik yarı embesil “aklında
kalayım” bakışını atan Sinan’ı dürttüm . “Lan bu Ali ne zaman
girecek ergenliğe ya? H erif o evreyi direkt atlayıp genç yetişkinliğe geçti galiba.”“Kanka, bence Ali direkt orta yaşlı doğdu.”
“Direkt ‘next next next finish’ yaptı ailesi herhalde.”
Ali konuştuklarımızı duyup ayağıyla ayağımı hafifçe dürttü.
“Duyuyorum yalnız.”
Sinan kafasını kulağımın dibinden çekip ortaya konuşmaya
başladı. “Varsa bir form ülü bana da yapalım diyorum kanka. Ergenlik bir zehir gibi her gün öldürüyor beni...” Beklemediğim
bir hamleyle okul gömleğinin üstünden om zunu açtı. “Baksana
buralarıma kadar sıçradı haysiyetsiz sivilce klanı.”
“O ğlum sıkayım mı lan...” Yaprak akrep gibi açıp kapattığı
kıskaçlarıyla benim üstüm den Sinan’a uzanmaya çalıştı. Sinan
siyah bir gece sonrası ayılan Yeşilçam aktrisleri gibi dramatik bir
yüz ifadesiyle om zunu kapatıp kendini geriye attı. “U zak dur
benden! O yun m u benim bedenim!”
“Sinan bebeğim, valla acıtmayacağım...”
Yaprak’ın elini alıp Sinan’dan uzaklaştırdım. Ama ergenlik
bir tek bana ve Sinan’a değil, Yaprak’a da ağır vuruyordu. Ama
en çok inadına... Pencerenin m erm er pervazının üstünde ayağa
kalktı. H enüz daha vücudu gelişmediği, üç kilo ve üç santim
olduğu için bir cambaz gibi arkamdan yürüyüp Sinan’ın üstü­
ne atladı. Sinan’ın yüzünde “Allah’ı olan defansa koşsun” yüz
ifadesi görüp elimdeki m uz kabuğunu olduğu gibi aşağı salıp
ayaklarımı yukarı çektim. Pencere pervazının üstünde dikkatlice yükselip Yaprak’ı kedi gibi ensesinden yakaladım.
“Dikkatli olun düşmeyin,” dedi Ali büyük bir sakinlikle.
‘Yaprak sen de bırak uğraşma şunlarla.”
Yaprak, “Alikuşum ya ne olur sanki sıkıversem bir tane...”
derken, Sinan kendini aşağı atıp koridorun karşısına geçti. “Ben
kantine gidiyorum ya, azıcık güzel kız göreyim,” diye bahane
uydurup koşarak yanımızdan ayrıldı. Tehlike geçince Yaprak’m
ensesini bırakıp bir artistik jimnastikçi edasıyla iki elimi yanlara
açarak Ali’ye doğru yürüdüm . “Oğuz nerede lan?” diye sordu­
ğum an, pencereden O ğuz’un sesini işittim.
Şşş Gökhan, çeksene lan beni yukarı!”Pencereden sarkıp baktım. Dengesiz O ğuz’un sesi pek de
dengeli sayılmayan bünyemde aynı kutuplu mıknatıs etkisi
yaptığından az kalsın bahçeye düşüyordum. Kendi kontrolüm ü
sağlayıp koridora ayak bastığım an, pencerenin önünde debelenen O ğuz’a dönüp çemkirdim.
“N e yapıyorsun oğlum sen? Hasta!”
“Lan çeksene beni! Düşeceğim şimdi!”
O ğuz’u kafasından tutup çekmeye çalıştım. Yaprak, koşarak
yanımıza gelip elime vurdu. “N e yapıyorsun be! Çocuğun boynu çıkacak!”
Elimi O ğuz’un boynundan hem en çektim. Koltukaltına
elimi soktum yukarı çekmek için, gıdıklandı. Yaprak saçından
tutup çekince bu defa ben yükseldim. “Kızım yemin ederim
bomboş bir tipsin ya! Bana diyene bak, herifi Rapunzel gibi saç­
larından çekiyor!”
“Kanka Rapunzel’i saçlarından çekmiyorlar. Rapunzel şatoya oğlan atmak için saçlarıyla adamı yukarı çekiyor. Ö rnek ters
oldu.”
“Oğuz sence de çok saçma bir zamanlama değil mi karde­
şim bu düzeltme için?” Bize mimiksiz bir ifadeyle bakan Ali’ye
döndüm . “Ali el atsana oğlum, çekemiyoruz!”
Hepim izden daha uzun olan toramanımız, O ğuz’u belinden
kavrayıp içeri çekti. Oğuz koridora top gibi yuvarlanırken Yaprak’la birlikte tekrar pencere önündeki m ermere oturduk.
Yerde debelenerek güç bela kendine gelen Oğuz gülerek yanımıza geldi. “Tuvaletteki pisuarı söküp arka bahçeye sakladım.
Çıkışta gizlice eve götüreceğim.”
Yaprak’la aynı anda “Ne?!” diye bağırdık.
“Kanka tuvalete bir gittim, pisuar sallanıyor... Azıcık çekiş­
tirdim çıkardım. Biraz dezenfekte, azıcık temizlik... Harika bir
saksı olacak. Oda dekorasyonu...”
Ali oturduğu yerden sakince konuşmaya dahil oldu. “Ulan
m üdür falan görürse anamızı ağlatır.” Kafasını iki yana sallayıp,
‘Yeni bir sayfa açamadan, o sayfaya sicilimiz yazılacak,” diye
umutsuzca konuştu.“M erak etmeyin oğlum, her şeyi gizlice hallettim. Tuvaletten çıkarken sınıfın masa örtüsünü kafama sardım. Kimse beni
teşhis edemez.” Elini kupasını kaldırır gibi havaya kaldırdı.
“Harika biriyim.”
Renklerle aram iyi değildir. O gün oynadığımız renk oyununda sıkça kaybederdim. Testosteron oranı yüksek birkaç
renk dışında hiçbir renkten de hoşlanmazdım. Ta ki, koridorun
ucundan bize doğru yürüyen onu görene kadar...
Sarıydı. Saçlarından ya da giydiği kıyafetinden dolayı değil...
Bayağı, sapsarıydı etrafı. Işık saçıyordu sanki. Tıpkı bir güneş
gibi... Küçücük bedeniyle, kocaman güneşi solda sıfır bırakırdı
hatta.
Sanki, dünya birden 0,5X’e çekmişti hızını. Film yavaşladı.
Ağır çekimde yürüyor gibiydi. Bana geliyor, benim aklım ona
gidiyor ama bir türlü aramızdaki mesafe bitmiyordu. Yemin
ederim, o an hayat arka planına bir şarkı koymuştu. Zihnim de
romantik bir şarkı onun hareketleriyle uyum lu olarak çalıyordu.
Hayatımda gördüğüm en güzel kız, salına salına önüm den
geçerken gözucuyla bana baktı.
Kesinlikle, sarıydı.
“Kazandım...” diye fısıldadım gözlerimi kızdan ayırmadan.
“Bu defa kesin ben kazandım.”
Büyü çok ani bir şekilde bozuldu. Yaprak, kız hâlâ bana bakarken enseme vurup, “Kanka sence nasıl şarkı? D ün Youtube’ta keşfettim,” dedi.
İçimden Yaprak’a acayip sağlam bir küfür gönderdim ama
dilim tutulduğu için dışarı dökemedim. Hem , gözlerimi kızdan ayırıp sövmek için bile Yaprak’a dönemezdim. K z kafasını
önüne çevirip elindeki kâğıtlara bakarak yürümeye devam ederken gözüm merdivenlerden çıkan çocuğa takıldı. Telefonuyla
oynuyor ve önüne bakmıyordu. Kafamdaki otomatik sistem,
gözümün koordinatını ikisinin tam ortasındaki, benim attığım
m uz kabuğuna çevirdi.Saniyenin onda biri kadar gibi bir sürede, çocuğun o muza
basıp bir dakika önce âşık olduğum ve m uhtem elen evlenece­
ğim nazlı yârimle çarpışacağını ve sevdiceğimin elindeki kâğıtların yere düşeceğini, bu esnada göz göze gelip romantik bir
tanışma yaşayacaklarını düşündüm .
Ve bu senaryoyu engellemek için aklıma ilk gelen şeyi yaptım. Yanımda oturan Yaprak’ın ayakkabısını çekip çocuğa doğru
fırlattım. Ayakkabı çocuğu sıyırıp merdiven boşluğundan aşağı
düştü. Çocuk şoke olup kendini geri çekerken sevdiceğim muz
kabuğuna basıp düştü. Oğuz, o m uz kabuğunu benim attığımı
söyleyince kız sinirlenip hızla aşağı indi. Ben O ğuz’u öldürm eye teşebbüs ettim. Yaprak ayakkabısını aramaya tek ayak üstünde aşağı koştu. Sinan ne olduğunu anlamadan gelip bana katıldı.
G ünün sonunda her şey aynı kalsa da, Gökhan Karademir o
günden sonra farklı biriydi.
içinde güneşi taşıyan, âşık biri.
“O değil de, koskoca ayakkabı yer yarılıp içine girmişti. Hâlâ
aklım almıyor.”
“Sen ayakkabıyı bulamayınca zorla Gökhan’ın ayakkabılarını
giymiştin, değil mi?”
“Kırk üç numara ayakkabıları sürüye sürüye canım çıkmış­
.”
“Kızım sana da yaranılmıyor. Tutup ayakkabımızı verdik giy
diye! Ben de okul çıkışma kadar ayağımın altına bloknot defter
geçirip yürüdüm o gün!”
Dramalardan sorum lu devlet başkanı! Hey... O nu fotoğraf
çektirelim diye yaptık ya oğlum. Koşa koşa gidip Kamil Abi’den
terlik kapıp gelmiştim sana.”
Gökhan bozulup, ‘Yani doktorun önünde şimdi...” diye homurdandı.
‘Yalnız...” dedim gülerek. “Bayağı komikmişiz o zamanlar.”Sinan parmağıyla hemşire kıyafetli O ğuz’u ve çarşafa dolanmış kendisini işaret etti. “Sence hâlâ değil miyiz?”
“Yaşarken öyle gelmiyor da, üstünden vakit geçip anlatınca
fark ediyorsun işte.”
Hepimiz anlamış gibi doktora döndük. Ellerini birbirine
sürterek kendinden emin bir şekilde gülümsedi.
“Şimdi anladınız mı?”
Oğuz lafa girdi.
“Anladım. M emeler değil, Yaprak’ın ayakkabısıymış uçan.”
Oğuz aptal oyununu sürdürm ek için işi provoke etmeye
çalışsa da aslında hepimiz bal gibi anlamıştık. Yaşımız, olayları
abarttığımız bir evredeydi. Başka birini sevmeyecekmişiz gibi
âşık oluyor, başka acı çekmeyecekmişiz gibi depresyona giriyorduk. H em de durduk yere. Ama bunlar problem değildi. Yanı­
nızda, bunları birlikte yaşayacağınız sevdikleriniz olduğu sürece, ileride hatırlayıp güleceğimiz anılara eviriliyorlardı.
Gökhan, Merve yüzünden paranoyakça davransa da yanında
ona yardım eden ve işleri her zaman daha da karıştıran biz oldu­
ğumuz sürece zararsızdı.
Oğuz, ortalığı karıştırıp bizi tehlikeye atsa da onun arkasını
toplayacak bir biz olduğumuz sürece komikti.
Sinan, âşık olup ölecekmiş gibi ağır depresyona girse de
onun nazını çekecek bir biz olduğu sürece tatlıydı.
Biz... Bir aradayken çok aptaldık. Ve bu, bize iyi geliyordu. N e yaşarsak yaşayalım, kalbimizde hangi kadın ya da erkek
olursa olsun, başımız hangi kayanın altına sıkışırsa sıkışsın de­
ğişmeyecek tek bir şey olacaktı:
Biz.
Aptal biz.
Ve aptal biz’irı dostluğu.

1432 kelime

4 N 1K 2 FİNAL OLDUHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin