Erhan, Ali daha masaya oturur oturmaz, Ben kalkayım artık, yengen evde bekler,” deyip göz kırptı.
Bu, Ali’yi o kadar rahatlattı ki aniden ayağa kalkıp, “Yaaa öyle
mi?” dedi.
Erhan, A li’nin bu tepkisine şaşırsa da belli etmemeye çalışarak ayağa
kalktı. A li’ye sarılıp, “Dikkat et kendine. Bir eksiğin, ihtiyacın olursa
da çekinme,” deyip yanından uzaklaştı.
Masadaki boş pizza tabakları ve içeceklere bakıp, Asıl sen bir ihtiyacın olursa beni ara abi,” dedi Ali gülerek. Masaya tekrar oturup beklemeye başladı.
Beş dakika sonra garson kız masaya gelip boşları aldı. Ali, ona yardım edip boş kolaları içeri götürdü. Mekânın sahibi orta yaşlı, güler yüzlü kadınla sohbet etti. Lavaboya gidip elini yüzünü bile yıkadı. Ama
toplamda on dakika vakit geçirebildi.
Büyük bir sıkıntıyla masaya döndüğünde Oğuz’un telefonu çaldı.
Bir süre çalan saçma melodi yüzünden ekşittiği suratıyla Oğuz’un kaktüs desenli çantasına baksa da, telefonun susmayacağını anlayınca çantayı kucağına alıp fermuarını açtı ve içindeki telefonu bulmaya çalıştı.
Çantanın içinde dünyanın en gereksiz şeyleri vardı. Oğuz’un çantasının içinin kafası kadar karışık olduğunu bilse de, eline gelen televizyon kumandası karşısında şaşırmaktan kendini alıkoyamadı. Güç bela
telefonu bulduğunda Zeliş Sultan’m aradığını gördü. Telefonu açtığı an,
arama sonlandı.
Bıkkın bir ifadeyle telefonun tuş kilidini açıp Zeliş Sultan’ıgeri aramaya niyetlendi ancak mesaj kutusunda Yaprak’ın adını görünce panikle mesajı açtı.
Yaprak’ın “Gelip çıkar beni şuradan” mesajını görünce panikledi.
Üste çıkıp Oğuz’un Yaprak’a en son yolladığı mesaja baktığında ise
kan beynine sıçradı. Telefonu sinirle kapatıp Oğuz’a küfrederek anahtarı aramaya başladı. Çantanın ön gözündeydi. Anahtarı alıp çantaları
masada bırakarak koşar adım kafeden çıktı.Ya sen ne hasta bir herifsin ya? Hayatımdan üç saat çaldın. Hem ne
için? Manisa havası almak için!”
“Kanka öyle düşünme ya... Manisa havası her zaman bana iyi gelmiştir. ”
“Oğuz, sadece on dakika durdun Manisa’da.”
“Kanka işte o dakika otogarda durup böyle içime çekiyorum havasını. ” Hızlı hızlı nefes alırken, elini senkronik bir şekilde inip çıkan
göğsünün üzerine koydu Oğuz. “Böyle böyle... O yetiyor bana.”
“Kes sesini ya, kes!”
Gökhan sinirle kapıdan girip hızla Oğuz’dan uzaklaşırken Oğuz
melodik bir şekilde, “Ciğerlerimiz temiz havayı içine çeken süngerler
gibidir,” diyerek Gökhan’ı takip etti. Üç saat önce birlikte oturdukları
masayı boş gördüklerinde şaşırdılar.
Gökhan lavaboyu kontrol ederken Oğuz masanın altında çantaları
gördü. Yüzünü buruşturup yerdeki çantasını kaldırırken kendi kendine,
“En sevdiğim kaktüslü çantamı yere atmışlar... ” diye söylendi.
Gökhan, çantasının üstündeki tozları silkeleyen Oğuz’un yanına
gelip, “Yoklar,” dedi. “Eve mi gittiler acaba?”
“E çantalar burada... Böyle bırakıp gitmezlerdi-” derken p u f minderin üzerindeki telefonunu gördü. “Bu nasıl bir sorumsuzluk ya?” dedi
yarı sinirli yarı üzgün bir halde. “Telefonumu sandalyeye bırakıp gitmişler bir de!”
“Kim ne yapsın lan senin psikoloji bozacak resimlerle dolu telefonunu!”
“Kanka öyle deme ya ...” derken telefonunu eline aldı Oğuz. Tuş
kilidini açar açmaz Yaprak’ın mesajıyla karşılaşınca, “Eyvah!” diye çığ
lık attı. “Yaprak!”
Etrafımız kocaman kitap raflarıyla çevriliydi. Hava hafiften
kararmaya başladığı için, içerisini yalnızca mezuniyet süsleri kutusunda bulduğum uz küçük ışıklar aydınlatıyordu. O an
o kadar huzursuzdum ki... H er anlamda içim içimi yiyordu.Annemlere haber veremediğim için endişeliydim. Yanımda Barış ile ikinci defa bir yerlerde kapalı kaldığım için gergindim.
Oğuz’un sorumsuzluğu yüzünden kızgındım.
içimdeki duygu geçişleri ve omuzlarımda hissettiğim yüke
daha fazla dayanamayıp ortamın loş havasına güvenerek ağlamaya başladım. Fark edilmeyeceğini düşünürken sessizce ağlayacağımı farz etmiştim. Ancak içimi çeke çeke ağladığım için loş
ışık işe yaramadı ve Barış saniyesinde fark etti durum u.
Bana bakmadan, üzerindeki gömleğin manşet yerleriyle yanaklarımı kuruladı.
N eden ağladığımı sormaması beni şaşırtsa da rahatlattı.
Birkaç dakika içim dışıma çıkana kadar ağlayıp kendimi rahatlattıktan sonra Barış’a döndüm . Aynı anda o da yüzünü bana
çevirdi. Bir şey söylemek için dudaklarımı araladığım an, “Burnun akıyor,” dedi. Elim otomatik olarak yüzüm e gitti. Göm le
ğimin bilek kısmına burnum u silip utanarak, “Beynim akıyor
olabilir,” dedim. “O kadar çok ağladım ki akacak yaş kalmadı.
Beynim sıvılaştı, akıyor böyle...”
Gülüp hafifçe başımı okşadı. “Senin en çok bu yanını seviyor
olabilirim,” dedi. Elini kafamdan çekmesi için başımı salladım.
Eli düşmedi. O da inatla elini geri çekmedi. “Çeksene elini ya,”
deyince, gülerek daha da karıştırdı saçlarımı. Rahatsız olup biraz yana kaydım. Kolumdan tutup beni tekrar eski yerime çekti.
“Neyim ben ya, tavla pulu mu? Şak oraya çek, şak buraya
it!” Sinirlendiğimi belli etmek için sesimi biraz yükselttim ama
cümlelerim Barış’ın sarı kafasında nasıl karşılık bulsuysa, çekinmek yerine sağlam bir kahkaha attı.
“Oyunları seven bir adam ve tavla pulu kadın...” deyip alaycı
bir tavırla güldü. “Harika benzetme.”
“Hoşlanmadığım şeyleri ısrarla yapman beni deli ediyor
y a...” dedim pes edip. Boynunu işaret ettim. “Kolyeni göstermekten rahatsız oldun, ne o diye sormadım bile! Neden? Ç ünkü ben saygılı ve anlayışlı bir bireyim Sırık. Yani ne olduğunu
gizliyorsan, rahatsız oluyo-” Kolye birden köstekli saat gibi gözüm ün önünde sallanmaya başladı. “N e yapıyorsun be?”
“Aklın kolyede kaldı bakıyorum,” dedi iğneleyici bir ses tonuyla. “Al bak içine.”
Elini itip, “İstemez, konu o değil!” diye tersledim. “Anlamı
yorsun. Ö rnek verdim ben. M isal...”
Kolyeyi kucağıma bıraktı. İsteksizce zincirinden tutup havaya kaldırdım. Gözlerimi kısıp, “Hayır bir de çok çirkin ya,”
dedim kolyeye bakarken. Gerçekten de öyleydi. “Eski sevgilinin
falan mıydı? Anısı mı vardı? Ya da büyülü kolye falan mı? Aksi
durum da birinin bunu takmasına imkân yok zaten.”
“Bakmayacaksan ve hakaretlerin bittiyse alabilirim,” dedi.
Vermedim. O kadar laf ettikten sonra eminim hikâyesini
merak edecektim. Öngörülü bir insan olarak fırsatım varken
kolyeyi burnum un ucuna kadar soktum. “D üdük gibi,” dedim.
Kafamı düşünüyorm uş gibi yana yatırıp baktığımda tepemizdeki m inik lambaların cılız ışığında, içi açılabilen minik bir tüp
kolye olduğu fark ettim. Barış’a dönüp, “Doğru söyle içinde
ne var bunun,” dedim şüpheyle. “Bak öyle yasaklı madde falan
kullanıyorsan, bunun içine sakladıysan direkt narkotiği ararım
valla. Hiç acımam.”
Cevap vermeyip hafifçe tebessüm etti. Dalgayı uzatmayıp
tüpün üstündeki m inik kapağı çevirerek dikkatlice açtım. Tek
gözümü kapatıp içini görmeye çalıştım. Bir şey göremeyince,
“Eee, bunun içinde bir şey yok,” dedim hayal kırıklığıyla. “Dikkatli bak,” deyince tüpü iyice gözüm ün içine soktum. Benim
beceremeyeceğimi anlamış olacak ki, kolyeyi çekip aldı elimden. Küçük tırnaklarıyla dikkatlice içinden bir şey çekip çıkardı.
Anlamak için yaklaştığımda parmaklarının arasında iki tel saç
gördüm.
“O ne be?” diye sordum anlamak için. “Nasıl bir hastasın ya
sen? Kıl tüy falan taşıyorsun kolyende...”
Saç tellerinden biri sarı, diğeri koyu renkti. Sarı renkli saç telini işaret edip, “Annem evi terk etm eden toplayıp temizlemişti.
Bahsetmiştim, belki hatırlarsın. Sanki ondan geriye bir iz kalmasın istemişti. Ama bu teli yastığının üstünde buldum o gün.
Sonra saklamak için bunun içine koydum,” dedi. Kalbimden
öyle bir ses geldi ki, karşılığı kırılan bir cam sesiyle aynıydı. Ona
acıdığımı düşünmesin diye tepki vermedim. Anlatmaya devam
etti. “Diğeri ise...” dedi sesine yumuşak bir tını verip. “Seni
Ali’nin yanına gönderdiğim gece arabada buldum. O n koltukta ...” Gülümsedi. Saç tellerini tekrar tüpün içine tıkıştırırken
devam etti konuşmaya. “Sana o gece ben kazandım demiştim.
Bazen küçük bir saç teli her şeyden çok um ut verebiliyor çünkü.”
Cevap vermek istemedim. Ağzımdan çıkan her şey herkese
haksızlık olacaktı. Barış’ın aşkına haksızlık olacaktı. Ali’nin aş
kına haksızlık olacaktı. Kimseyi üzmemeye çalışırken, kendini
parçalayan bana haksızlık olacaktı. Ben tepki vermeyince Barış
beni rahatlatmak için tekrar saçlarımı karıştırdı. Bu defa kendimi geri çekmedim. En azından onu yapmadım...
Ancak, yine evren adalet tartısında ağırlığı benim üstüm e
bindirdi çünkü tam o an kütüphanenin kapısı açıldı.
Ve içeri paniklemiş bir halde Ali girdi.
Küçük ışıkların aydınlattığı, yüzlerce kitap dolusu bir rafın
önünde bağdaş kurup oturm uş bizi... ve Barış’m usulca saçları
mı karıştırdığını gördü.
Beş saniyelik bir fırtına gibiydi o an.
Birkaç saat önce, Barış masanın altında gizlice beklerken
Ali’nin dudaklarının dudağıma değdiği zaman dilim i... O da
beş saniyeydi. Aynı zamanda o an Ali’nin yüzünde dünyanın en
soğuk ifadesini gördüğüm zaman dilimi d e ...
Daha önce beş saniyenin o kadar uzun olabileceğini düşünmemiştim hiç.
îlk defa, beş saniyede ikisinin aşkının altında ezildiğimi hissettim.
Aşkı daha yeni yeni kavrayan aptal bir kızın üstüne fazla gitmiyor
musunuz?
Böyle sormak istedim ama beceremedim.Sadece, “A li...” diyebildim. Kendime geldiğim an ayağa fırladım. D urum u toparlayabilmek için, “Sonunda!” diye bağırdım kendimi zorlayarak. “Biz de Oğuz yüzünden...” derken
midem ekşidi. O n kişi aynı anda yum ruk atıyor gibiydi. M idemi tutup bir adım geri çekildim. O an Barış girdi devreye.
“Yanlış anlamanı istemem. Bizimle alakasız, tatsız bir mecburiyetti,” dedi beni kurtarmak için. “Ü zgünüm .”
Ali bir şey söylemeden yanıma gelip, “İyi misin?” diye sordu.
Usulca başımı salladım. Konuyu o anki gerilimden uzaklaştırmak için, “Oğuz salağı yüzünden,” dedim ağlamaklı ağlamaklı.
“Kilitledi bizi... Bilmeden tabii.”
“Ben kitap almaya gelmiştim,” diye bir yalan uydurdu Barış
durum u kurtarabilmek için. “O ara eşek şakası yaptı arkadaşınız
sanırım. Bir baktık kilitliyiz... Kimse de duymadı sesimizi...”
Ali, Barış’a sert bir bakış atıp, “Açıklama istediğimi hatırlam ıyorum ,” dedi.
Barış, diğer insanların yanında ördüğü duvarları anında inşa
etti. Ukala bir tavırla, “Sakin ol y a...” dedi gülerek. “Gerilecek
bir mevzu yok. Sadece birtakım aksilikler...”
Barış’m bu tavrı Ali’yi sinirlendirdi. Boynundaki damarları
belli oluyordu nefes alırken. Barış’a bakmamaya çalışarak derin
bir nefes aldı. “Sakinim ben zaten,” dedi olabildiğince alçak bir
sesle.
Birkaç saniye sessizlik oldu. Ali bana, ben ona baktım. Tüm
vücudum o anın gerilimini ve baskısını kaldıramadığından titremeye başladı. Böyle şeyler, bana o kadar ağır geliyordu ki...
ağlamamak için kendimi zor tuttum .
Dudaklarımı aralayıp bir şey söylemek istediğim an, evren
bana o gün içinde ilk defa yardım etti. Oğuz ve Gökhan, açık
pencereden içeri perdelere tutunarak Tarzan tipi bir giriş yaptılar.
Ü çüm üz de onlara baktık. Gökhan kendini kurtarıp yere
zıplarken Oğuz perdeyi koparıp yere düştü ve düşerken güç
lükle dizdiğim seyyar kitap rafını devirdi. Kendimi tutamayıp,“Oğuz sen öldün!” diye bağırarak ona saldırdım ama ulaşamadan Ali beni belimden tutup çekti. Oğuz ise Gökhan’ın arkasına
saklandı.
Ali kollarında çırpman beni sımsıkı tutup, Y eter!” diye ba
ğırdı. Çırpınmayı bıraktım korkuyla. Kollarım gevşetip bir adım
geri çekildi. Y eter! Cidden yeter!”
“Kanka...” dedi Oğuz çekinerek. “Valla ben böyle olsun istem e-”
Ali tahammül sınırının sonunda olduğunu belli etm ek için
Oğuz’un cümlesini bile bitirmesini beklemeden, “Oğuz kes sesini!” diye bağırdı. “Herkes sussun! Beynimi sikiyorlar şu an
zaten! Birkaç dakika sessizlik istiyorum!”
Tek tek herkesin yüzüne baktım. Barış boş bir ifadeyle bizi
izliyordu. Gökhan hâlâ olayı anlamamıştı. Oğuz tedirgindi. Ali
ise kaos ve sinirin aynı anda bünyesini çarpmasından dolayı dumura uğramış gibiydi. Herkes Ali’nin kafasını toparlayabilmesi
ve sinirini yatıştırabilmesi için susuyordu. Kendi kendine, “Ben
artık gerçekten bıktım,” dedi Ali. Kütüphanenin ortasında kü
çük daireler çizerek yürümeye başladı. “Ben cidden artık dayanamıyorum. Arkanızı toplamaktan, sürekli pisliklerinizi tem izlemekten bıktım!”
Sinirle sonradan pişman olacağı şeyler söylüyordu. Em inim
söyledikleri benim kadar Gökhan ve O ğuz’u da şaşırtmıştı ama
sinirli olduğu için sesimizi çıkarmadık.
En sonunda durup bezgin bir ifadeyle, “Gerçekten yoruldum ,” dedi.
Gökhan konuşsa ortam fena gerilirdi, bunu bildiğimden ona
döndüm . Kendisi de bunun farkında olduğu için ses çıkarmamayı tercih etti. Oğuz, kendini suçlu hissetmiş olacak ki ortamı
yumuşatmak için öne atılıp, “Tamam ya, eve geçelim, ben sana
masaj yaparım kanka. Alırım yorgunluğunu,” dedi.
Dişlerimi sıkarak kısık sesle, “O ğ u z...” dedim. Y apm a.”
Y a söz!” dedi pişkince. “Valla bundan sonra yok başka bir
olay! Em in ol, sakin ve sessiz bir hayatımız olacak artık. Sen
yeter ki sakinleş.”“Em inim !” dedi Ali kinayeli bir şekilde. “Hiçbir şeyden bu
kadar emin olmamıştım!”
“Valla oğlum! Sahil kasabasına yerleşmiş emekli m em ur hayatı gibi...” Oğuz kendini zorlayarak güldü. “Sessizlik, olaysız
bir hayat, h u z u r...” derken kütüphaneyi itfaiye sesi doldurdu.
Hepimiz donup kaldık.
Ali ben demiştim der gibi ellerini havaya kaldırdı. Oğuz ise
pencereye koşup dışarı baktı. Gülerek bize dönüp, “Şey...
Anahtarı kaybedince panikledim burada kalacaksın diye. Sinan’a itfaiyeye falan haber ver demiştim de... Sinan ve itfaiye
aşağıda...”
“Şimdi yandık işte. M üdür mahvedecek bizi! Etrafa bak,
aşağıda itfaiye... Kırık avize, dağılmış kitaplar... Bu saatte hâlâ
okulda olan biz!”
Oğuz, ellerini teslim olur gibi yukarı kaldırdı. “Ben sıçtım,
ben temizleyeceğim,” dedi. “Bana bırakın.”
Hepim iz ne yapacağını merak ederek korkuyla O ğuz’a baktık. Pencerenin önüne gitti ve ayaklarını sarkıtarak pencereye
oturdu.
“N e yapıyorsun geri zekâlı?!” diye bağırarak yanına koşarken, bana dur işareti yaptı.
“Bırak... Sizi kurtarayım Yaprak.”2018 kelime