19

91 7 0
                                    

Başarısızlıkla sonuçlanan Tuna’yı kurtarma operasyonum uzun ertesi günü, bir önceki gece hepimiz hareketli ve uzun
bir gece geçirdiğimiz için olsa gerek, Ali, Sinan ve Gökhan ilk
derse beş dakika kalmasına rağmen ortalıkta görünmüyorlardı.
Oğuz ve ben leş gibi suratlarla kantinde oturuyorduk, ikimiz de
kafalarımızı dik tutamadığımız için masaya koymuştuk. R uhum un ağzımdan çıkıp kaçması ihtimalini umursamadan esneyerek, “Niye gelmedi bunlar y a...” dedim kendi kendime.
Benim esnemem yüzünden aynı anda Oğuz da esnemeye
başladı. “Sabah Alilerden çıkıp giyinmek için evime giderken
Ali daha yeni yatağa giriyordu,” dedi ağzını güçlükle kontrol altına alıp. “Uyuyakaldı herhalde.”
“Sabaha kadar uğraştırırsan çocuğu, öyle olur tabii.”
“Ben ne uğraştıracağım ya... Eve gitmeden sızmıştım bile
ben. Sabah da baş ağrım yüzünden erkenden uyanıp eve gittim .”
O ğuz’a cevap vermedim çünkü pek gücüm yoktu, içmemiş
olsam da bir saatten az uyuduğum için Oğuz gibi “akşamdan
kalma sendrom u” yaşıyordum. Şakaklarımda öyle bir zonklama
vardı ki beynimin içinde birisi, boş kaleye penaltı çalışıyordu
sanki. Şakağıma şakağıma takıyordu topu...
Şakaklarımı ovarak gelen geçeni izlerken yanımızdan İremgeçti. Kireç gibi suratı, gerginlikten kabaran saçlarıyla suratımı­
za bile bakmadı. “N e oldu lan?” dedim O ğuz’u dürtüp.
Oğuz ağzından salyalar akıta akı ta, “Ayrıldık biz,” dedi. “O ndandır.”
Şok geçirip O ğuz’un masanın üstündeki erimiş bedenini
sarstım. “Alo! Kendine gel! N e demek ayrıldık?”
Oğuz, sıvı plastik kıvamındaki bedeni masayla bir bütün olduğu için vücudunu güçlükle kaldırıp sandalyede geriye yaslandı. Boynundaki kravatı çıkarıp sıkıca başına sardı. Yüzünü
ekşiterek, “Başım çok kötü ağrıyor ya,” dedi. “Ö lüyorum .”
“Ben ne diyorum, bu ne diyor...” Kafasına sardığı kravatın
ucundan tutup O ğuz’u hafifçe kendime çektim. “Alooo! Niye
ayrıldınız İrem ’le?”
Kendini benden kurtarıp sandalyesini hafifçe ittirdi. Eliyle
kafasını tutup acıdan kıvranarak, “Bağırma bağırma, sus... Anlatacağım,” dedi. Ardından sandalyesini masaya yaklaştırıp dirseklerini masanın üstüne koyarak kendine dayanak yaptı çünkü
aptalın kafası dengede durm uyordu. “Bak şimdi,” diye konuya
girdi. “Ben dün çok içtim ya... O kafayla bana küs olan İrem ’i
aramışım. Norm alde bilirsiniz bana trip atan kızı ben aramam!
Prensibim değil. Ama işte sarhoşluk falan...”
“N e dedin de ayrıldı kız senden kim bilir...”
‘Y ok lan. Öyle değil. Şey oldu...” Sesini alçalttı. “Telefonu
babası açtı.”
Beklemediğim bir yere giden hikâyeye abartılı bir tepki vermek istedim ama ağzımdan yalnızca, “Ne?!” diye bir çığlık çı­
kıverdi.
“Sabahın beşi olunca tabii... Babası duymuş, kim bu diye
sinirlenmiş.”
Anlattığı gereksiz detayları hızla geçmesi için sıklıkla yinelediğim efekti verdim. “Eee?”
“Telefonu direkt kimsin lan sen diye açtı adam.”
“Sen ne dedin?”
“Kanka, o an bir yalan uydurmam gerektiğinin farkındaydım. Ama kreatif yalan uyduracak kafada değildim.”Gözlerimi devirdim. “Hızlı anlatsana şunu!” diye uyardım.
“N e dedin?”
“Babasıyım ben dedim .”
“Yuh!”
“Sonra adam delirdi tabii. İrem ’in babası benim lan falan deyip küfretmeye başladı. Rahatsız mı ediyorsun lan sen kızımı
yoksa diye sordu sonra. Ben de o kafayla aşkın karşılıklı oldu­
ğunu ifade edebilmek için ...” Öksürdü. “Yoo öpüşüyoruz biz
demişim .”
“Babasına?!”
Ağzını olabildiğince yayarak, “H e . d i y e cevap verdi.
İrem ’e acıdığımı belli etmek için sesimi inceltip, ‘Yazık kıza
y a...” dedim.
Oğuz, “Daha bitm edi,” deyip İrem ’e üzülm em daha bitm emişken ikinci şoka hazırladı beni. “Eyvah...” dedim gözlerimi
kapıştırarak. “Eyvah eyvah... Başka ne var?”
“Adam sinirlenince o kafayla şey sandım herhalde...” derken ilk defa utanma belirtisi gösterip gözlerini kaçırdı. “O nunla
öpüşmüyoruz diye kızdı falan sanmış olabilirim yani...” Yutkundu. “İsterseniz sizinle de öpüşebiliriz demişim de...” Başını
pişmanlıkla salladı. “O son içkiyi içmeyecektim partide.”
Şok geçirme hakkımı çoktan doldurduğum için buna tepki
vermedim. Sadece sakin bir tavırla, “Bence şehir dışına falan çık
sen. Bu yaşta öldürülmeni istemem,” diye küçük ve abartılı bir
tavsiye verdim.
“Hiçbirini hatırlamıyorum bile ben... İrem sabah beni çekti
kenara, anlattı. İşte sonra kavga ettik, ayrıldık.”
“Haklı kız. Sorumsuzluk bu yaptığın...”
Benim cümlemi birkaç saniye anlamayıp bana baktı. Sonra
demek istediğim şeyi anlamış olacak ki, “H a ...” diye bir ses çı­
kardı. Kaşlarını kaldırarak yanlış anlaşılmayı ortadan kaldırmak
için, “Yok, o yüzden ayrılmadık,” dedi.
“E niye ayrıldınız peki?” dedim şaşırarak.
Yüzüne umursamaz bir ifade kondurdu anında. Dudaklarınıhafifçe aşağı sarkıtıp, “Sıkıldık ya biz birbirimizden,” dedi. “Sabah kavga ederken evli çifte dönüştüğüm üzü fark ettik. Birden
bir ürperti geldi bize. Ayrılsak mı ya dedik her zamanki gibi aynı
anda. Ayrıldık.”
Konudaki öznenin Oğuz olduğunu hatırlayıp yaptıklarının
ne kadar saçma olduğunu ona söylemedim. Bunun yerine alakasız bir şekilde kafama takılan şeyi sordum.
“Eee, bu kız niye sinirli o zaman?”
Güldü. “D iyetteya... O ndandır.”
İlk ders fizikti. Bizim o kafalarda yaşamamız mucizeyken,
hayat bizi zorlu bir yaşam mücadelesine davet ediyordu adeta.
Dik dur, dersi dinliyormuş gibi yap, sözlülerde bukalem un gibi
kamufle ol ve beyninin kendine öl emri vermemesi için d iren ...
Oğuz, Ali olmadığı için yanıma oturm uştu. İkimiz de fizik­
çinin “kafasını sıraya koyan, ölür” yasasından dolayı arabanın
arkasına konulan kafası sallanan köpek bibloları gibi kafalarımı­
zı bir öne bir geriye güç bela dik tutmaya çalışıyorduk.
Oğuz kulağıma eğilip, “Kanka dersin bitmesine kaç dakika
var?” diye sorduğunda, gözüm zaten dersin başından beri saatte
olduğu için otomatik olarak, “O tuz yedi,” diye cevap verdim.
Oğuz bana bakmadan, ağzını kıpırdatmadan ve kısık sesle bir
şeyler söyledi. Anlamayıp aynı şekilde ben de ona, “N e dedin?”
diye cevap verdim. “Ben ölüyorum ,” diye fısıldadı. “Ö lürsek
yok yazılırız,” diye onu ikna etmeye çalıştım. “Devamsızlık
hakkımız yok O ğuz.”
“Rapor vermezler mi lan ölürsem?” diyerek beni ciddiye
aldı. Kukla gibi bir durmam, dişlerimin arasından konuşmam
ve beynimin yalnızca kabak çekirdeğini dolduracak kadar bir
kısmını kullanmamdan dolayı en son ciddiye alınması gereken
kişi bendim aslında. Ama o an, onunla boş yapmaktan başka
çarem olmadığı için olayı devam ettirdim. “Vermezler oğlumÖlüye rapor verilir mi?”
“Ölürsem fizikçiyi şahit yazarlar, dersi iptal etm ek zorunda
kalır ama. O zaman bizi yok yazamaz.”
Pes edip, “Kanka, çok mantıklı,” dedim. “N e olur öl.”
Dersin onuncu dakikasında kapı çaldı. Gökhan leş gibi bir
suratla, “Girebilir miyim hocam?” diyerek içeri girdi. Fizikçi,
uzun bir aradan sonra Gökhan’ın açığını yakaladığı için m em ­
nun olduğunu belli edercesine bıyıklarının altından güldü. Ba­
şıyla ile tahtayı işaret edip, “Bir şartla,” dedi.
O ğuz kulağıma eğilip, “Tahtaya sırtını daya ve bıyıklarımı
vücuduna sür,” deyip güldü. O ğuz’un bu cümlesi karşısında
kendime hâkim olamayıp kahkaha attım. Fizikçi birden bakışlarını Gökhan’dan ayırıp bana çevirdi. Yüzüme mahcup bir ifade
yerleştirip elimi havaya kaldırdım. “Ö zür dilerim hocam ...”
Fizikçi, dilini ağzının içinde gezdirdiğini belli eden ufak yanak şişliğiyle kaşlarını kaldırarak bir bana bir Gökhan’a baktı,
ikimizi de o an fizik kurallarına göre işkence ede ede öldürm ek
istiyordu m uhtem elen ama kendine hâkim olup yalnızca sınıf
ortasında bizi rezil etmekle yetinebileceği için kurbanını seç­
meye çalışıyordu.
“Gökhan,” diyerek kararını verdi. Neyse ki, fizikçinin gözbebeği oydu ve ben bu ilişkideki kara kediydim ... İçimdeki dramatik Yeşilçam oyuncusu ben günahkâr bir kadınım diye kahkaha
atarken Gökhan’ın yüzünde hüzün vardı.
Tahtaya doğru ilerleyip m osm or gözleriyle fizikçiye baktı.
“Hocam, sekiz saat okuldayız. Bu da dört yüz seksen dakika demek. O n dakika geciktim yani... N e bileyim ... Bilim insanlarıyız sonuçta. Büyük dilime bakmalıyız. Öyle d ü şü -” Durdu.
Ona ters ters bakan fizikçinin hayali sinir ibresinin iyice yukarı
çıktığını sezerek susmaya karar verdi. Bir adım daha attı tahtaya
doğru.
Fizikçi tahtadaki çarşaf çarşaf soruları gösterdi. “Seç birini,
çöz. Doğru yaparsan oturabilirsin. Yoksa, dışarı.”
“Hocam yapayım da... Yani yok yazılırsam m uhtem elensınıfta kalıyorum. Benim açımdan sıkıntı yok ama sizi birkaç
dönem daha fizik dersi yüzünden uğraştırmak istemem. O yüzd e n ...”
“Soru Karademir. S oru...”
Gökhan çantasını yere bırakıp tahtadaki sorulara göz gezdirdi. Eline aldığı tahta kalemiyle sorulardan birinin üzerinde
durdu. Tüm sınıf onu izlerken o kimsenin beklemediği bir şey
yapıp kalemini tahtanın en köşesindeki “Ders:” yazısına çekti.
Ve onun karşısına “Fizik” yazdı. Yüzüne yerleştirdiği ebleh gü­
lümsemeyle, “Hocam, sonuçta herhangi bir soru olabilir dediniz,” derken büyük patlamaya o saniye çalan kapı engel oldu.
İçeri, pijamalarıyla Sinan girdi. “H ocam ... girebilir miyim?”
diye sordu çekinerek.
Tahtadaki Gökhan’ı ve fizikçinin sinirden tel tel kabarmış
saçlarıyla uyum lu kırmızı yüzünü görünce kafasında olası ihtimaller birleşmiş olacak ki, arkasına bakmadan kaçar gibi sınıftan
çıktı.
Fizikçi, Gökhan’a, “Arkadaşını da alıp m üdürün odasına gidin ve derse saygısızca geç kaldığınızı söyleyin,” dedi. Dişlerini
sika sika konuştuğu için sesi kısık çıkmıştı biraz. Gökhan cevap
vermeden çantasını da alıp sınıftan çıktı.
“Lan bunlar ne bok yiyecek” diye sordum O ğuz’a. “Gökhan’ın da devamsızlığı full,” derken, fizikçi bastırdığı öfkesini
çıkaracak kişiyi seçti. Desibeli epeyce yüksek sesiyle, “Yaprak!”
diye bağırdı. Panikle ayağa kalktım. “Tahtaya!”
Derse alınmayan Sinan, pijamalarıyla kantinde otururken yanma
bir hayli sinirli olan Gökhan geldi. Çantasını sandalyeye o kadar hızlı
fırlattı ki sandalye gürültülü bir şekilde yere düştü. Sonra mahcup bir
ifadeyle, “Pardon ya ...” deyip yalandan gülerek sandalyeyi düzeltti. Ters
çevirip sandalyeye oturdu ve çantayı usulca yere bıraktı.
Onu korkuyla izleyen Sinan, “Seni de mi dersten attı?” diye sorduGayet sinirli olan Gökhan elini hafifçe masaya vurup, “Hiç almadı
ki!” diye bağırdı. “İçeri aldı, yerin dibine soktu, sonra da dışarı attı!”
“Benim bir iki günlük devamsızlık hakkım var, sıkıntı yok da...
Sen ne yapacaksın?”
“Müdüregidip ayaklarına kapanacağım artık. Ne yapayım... ”
“Yer mi bu defa?”
“Psikolojim bozuk ayağına yatarım. Okulu yakacağımdan falan
korkup izin kâğıdı verir umarım.” Güldü. “Okulu olmasa da, sınıf
defterini yaksam keşke... ” derken, şakasını ciddiye alan Sinan, “Sakın
ha!” diye bağırdı, “ilk defa birkaç gün hakkım kaldı son aylara... Yakıp
da bu tarihi belgeleri yok etme!”
Gökhan, “Şaka be!” diye yükseldiği an, Sinan’ın pijamalarını fark
etti. “Hem sen niye böyle geldin?”
Sinan, korkuyla sandalyesini iyice masaya ittirdi. Yüzüne kendini
açındıracak bir ifade kondurup kaşlarını hafifçe kaldırarak, ‘Asıl size
sormalı!” diye yakındı. “Beni bırakıp gitmişsiniz dün!”
“Nasıl lan? Sen eve gitmemiş miydin?” Gökhan ani bir şok geçirdi.
“Partinin daha başında ortadan kaybolunca gizlice eve kaçtın sandık!”
“Kanka, ben sizden gizli azıcık uyuyayım diye Tuna’nın yatağının
altına girmiştim. Orada sızmışım, ” dediği an, Gökhan, “Oha!” diye
bağırdı. Sinan parmağıyla sesiz olmasını işaret edip hikâyenin en acıklı
kısmına gelmediğini belli etmek istercesine elini hafifçe sallayıp, “Daha
bitmedi, ” dedi. “Sabah ben nasıl uyandım, bil?”
“Gerçekten şaşırt beni ve normal bir şekilde uyanıp okula geldiğini
söyle. ”
“Kadriye Nine buldu beni! Dünkü partinin pisliğini temizlerlerken
yatağın altına vileda soktu. Panikle gözümü açınca Kaderiye Nine’yle
burun buruna geldim!”
Gökhan, Sinan’ın “yaşlı” fobisini bildiği için bu anı gözünde canlandırır canlandırmaz sağlam bir kahkaha attı. “Nasıl lan?!” diye gül. “Bu nasıl bir kadersizlik ya?”
“Sorma ya... Sonra ben nasıl korktuysam... Yatağın altından timsah gibi sürüne sürüne çıkıp eve bile uğrayamadan okula geldim. Aklım
çıkıyordu!Aklın olsa, geri zekâlı gibi yatağın altına girip uyumazdın. Hasta
herif ya... Neyse.” Ayaklanıp sırt çantasını sıkıca kavradı. “Ben müdü­
rün yanına gidiyorum. Bana şans dile.”
“İnşallah hu defa seni öldürmez adam,” dedi Sinan el sallarken.
“Bol şans kardeşim.”
Gökhan, rüzgâr gibi bir hızla kantinden çıkınca Sinan kendini masaya bıraktı. Birkaç dakika oflayarak bekledikten sonra, bir el burnunun
ucuna bir bardak kahve koydu.
Sinan, dumanı tüten kahvenin kokusunu içine çekip gülümseyerek
oturduğu yerde sırtını dikleştirdi. Kahveyi getiren kişiye bakmak için
kafasını kaldırdığında ise küçük bir şok geçirdi.
“Hazırladın mı anket sorularını?”
Başında dikilmiş, ona doğru gülerek bakan kız, geçen gün pizza
yedikleri kafede çalışan kızdı. “Sen ne arıyorsun ya burada?” dedi şaş­
kınlığını gizleyemeyerek.
Kız, üzerindeki formayı işaret etti. “Ben burada okuyorum da...
Sen neden bu haldesin?”
Sinan toparlamaya çalışarak, “Uzun hikâye,” deyip güldü. Kafasındaki centilmen, kibarlık yapması gerektiğini hatırlatınca kıza kar­
şısındaki sandalyeyi işaret edip, “Oturmaz mısın?” diye sordu. Güleç
genç kız, elindeki kitabıyla kahvesini hemen masaya bırakıp Sinan’ın
gösterdiği sandalyeye oturdu.
Sinan’ın önündeki kahveyi işaret edip, “Şekerli içiyorsun değil mi?”
diye sordu. “Öyle hatırlıyorum da... ”
Anlamayıp, “Nasıl hatırlıyorsun?” diye sordu Sinan.
“Kafeden. ”
Aaa, doğru,” deyip refleksle kahve bardağını kavradı Sinan. “Demek aynı okuldayız... Daha önce-”
“Fark etmemiştin,” diyerek, Sinan’ın kabalık yapmasını engelledi
kız. Alışkınım.”
Kendini bir hayli kötü hisseden Sinan, ellerini sallayarak yanlış anlaşıldığını anlatmaya çalıştı. “Öyle değil ya... ” dedi. “Yani ben, dikkatsizimdir biraz. ”
Beyaz bir yalandı bu. Güzel kadınlar, her zaman Sinan’ın zihnin­de detaylarına kadar kayıtlı kalırdı. Hepsini saniyesinde fark eder ve asla
unutmazdı. Ancak karşısındaki kız, onun dikkatini çekebilecek biri olmadığından, muhtemelen daha önce onu defalarca görse de tanımıyordu.
Bunu belli etmek istemediği için, konuyu değiştirmeye çalıştı.
“İsmin ne bu arada?”
“Simge, ” dedi kız kahvesinden bir yudum alıp. “Seninki Sinan,
biliyorum. ”
Sinan elini uzatıp, “Tanıştığıma memnun oldum,” dedi. Kızın da
uzattığı elini usulca sıktı. “Gerçekten memnun oldum, ” diye yineledi.
Simge, yalnızca gülümsemekle yetindi. İkisi de aynı anda ellerini çekip
kahvelerini içmeye başladılar.
Birkaç sessiz dakikanın ardından Simge tekrar anket konusunu açtı.
Anketi soruyordum. Ne yaptın, kafanda var mı bir şeyler?”
“Yani fikrin çok sağlam, o gün arkadaşlara da söyledim...” Sinan
ciddi bir şey konuşuyormuş gibi kendini hafifçe geriye atıp bacak bacak
üstüne attı. Ama açıkçası nasıl bir soru soracağımı, o anketi nasıl yapacağımı pek bulamadım. ”
“Ben sana yardım edebilirim. ”
Kaşlarını hafifçe çatıp kafasını yana yatırarak, “Nasıl yani?” diye
sordu Sinan. Kızın nasıl ve neden ona yardım edeceğini çözmeye çalıştı.
“Yada... Neden?”
K ız kahvesini son yudumuna kadar içip boş bardağın içini Sinan’a
gösterdi. “B a k...” dedi. “Negörüyorsun?”
“Boş bardak?”
“İşte bu benim hayatım. Bomboş... O yüzden, eğlenceli olur diye
düşündüm. ”
Hevesli genç kızı, “Yani... Eğer öyleyse... ” diye oyalamaya çalışırken kafasında durumu tarttı Sinan. Kaybedecek bir şey yoktu. Deneyebilirlerdi. “Peki öyleyse. Benim ‘hayatımın kadınını bulma’ sürecimde
asistanım olacaksın yani. Doğru anlamışım değil mi?”
Simge, Ah, harika bir tanım!” dedi ellerini çırparken. “Kabul!”
Sinan, kızın neden o kadar sevindiğini anlamasa da umursamadı.
Om uz silkip kalan soğumuş kahvesini tepesine dikti. Kahvenin son yudumu daha boğazından akmadan, cebindeki telefonu çıkarıp kıza doğruittirdi. Simge, Sinan’ı beklemeden telefonu alıp numarasını yazdı ve
ona geri verdi.
Sinan, telefonu eline aldığı an, Simge’nin kendini “asistan” diye
kaydettiğini gördü. Nedensizce, hoşuna gitti bu durum. Simge yerinden
kalkıp giderken Sinan onu aradı. Göz kırpıp, “Kaydet beni,” dedi.
Simge, dünyanın en mutlu insanı olmuşgibi eliyle, “tamam” denesine minik bir işaret yapıp gözden kayboldu.
Dersin bitmesine beş dakika falan vardı. Ben artık kırk dakikanın kırk farklı öm ürm üş gibi geçebileceğine ikna olmuştum.
Kafasını dik tutabilmek için elleriyle sandalyesinden destek alan
Oğuz, ayağıyla beni dürttü. ‘Yaprak, uçlu kalemi neremize sokarsak ölürüz?” diye sordu.
“Burnundan sok, beyne kadar ilerlet,” diye akıl verdim.
“Böyle uçlu kalemin ucuyla pıt pıt küçük noktalarla bileğimi
kessem? Ama böyle pıt p ıt...”
“Oğuz, ne olur sus,” dedim ağlamaklı bir sesle. ‘Yerçekimiyle savaştayım. H er an pes edip bedenimi çuval gibi bırakabilirim şuraya.”
Dublajlı bir filmin ana karakterinin ses tonuyla, “Sen uyursan herkes ölür Yaprak... Biz uyursak, herkes ölü r... Kendine
gel,” dedi. Sonra esnedi. “Keşke ölsem de sürekli uyusam.”
‘Ya sen ne kadar ölüm m ölüm konuşuyorsun son bir saattir... Ali burada olsa valla ağzına kırk beş numara ayakkabısını
sokardı ha.”
“Nasıl çirkin bir şey o ya... Ağza ayakkabı sokmak nedir?”
‘Yılbaşında Sinan’ın ağzına çorap sokan babam mıydı be?
Bunu söylemeye yüzün var mı ya senin?”
“Bir dakika ya... Ağzına çorap sokulan ben değil miydim?”
“Kimin kime ne soktuğu belli miydi ki o gece?”
“Ayıp ya,” dedi gülerek. “Ama şey... Gökhan’ın az kalsın
çam ağacını bana sokacağını hayal meyal hatırlıyorum. Yineböyle bir gece olsa da, Gökhan’ı delirtsem ya... Özledim .”
“Sus be, ruh hastası!” derken fizikçiyle göz göze geldim. Aslında çok muazzam denk geldi. Çünkü sevgili öğretmenim de
bir hayli ruh hastasıydı. Elindeki kalemi usulca havaya kaldırdı.
Yüzüne yerleştirdiği psikopat ifadeyle tam bana bağıracaktı ki
zil çaldı.
Zilin sesini duyduğum uz anda, oyun bitmiş gibi O ğuz’la kafalarımızı aynı anda sıraya bıraktık.
Teneffüste Gökhan ve Sinan’ın bizi dürtmesiyle uykuya
dalamadan geri yüzeye çıktık. Gökhan alnına yapıştırdığı izin
kâğıdı, Sinan ise rüya olduğunu düşündüğüm pijamasıyla tepemizde dikilirken, O ğuz’la beraber acı çekerek kafamızı kaldırıp
onlara baktık. Gökhan, yüzünde bizimkine benzeyen bir yorgunlukla, ben sizin tarafınızdayım mesajı verirken Sinan halihazırda uyumaya beş dakikası varmış gibi durduğundan m üttefikimiz olduğunu belli ediyordu.
‘Ya geçin uyuyun siz de, ne uğraşıyorsunuz bizimle?” dedim
titreyen sesimle.
Gökhan eliyle kalkmamızı işaret edip, “Sonraki ders boş­
m uş,” dedi. “Kantine gidelim, orada uyuruz.”
“Niye, kantine yorgan falan mı attınız? N eden burada değil
orada uyuyoruz?”
“Geniş geniş uyuruz orada ya, h ad i...” Gökhan benim koluma girdi, Sinan, O ğuz’u çekiştirdi ve bizi zorla kantine indirdiler. Masaya oyun ham uru kıvamındaki bedenimi bırakırken
aklıma Ali geldi. Aramızda uykusunu alan ve zihni açık tek kişi
olan Sinan’ı dürtüp, “Ali’yle konuştun m u?” diye sordum.
“Açmadı telefonunu.”
Oğuz esnerken, “Uyuyordur o,” diye karşılık verdi. “Ben
evden çıkarken yatağa yeni giriyordu.”
“U yusun o zaman ya, kıyamam,” dedim anaç bir tavırla.Resmen ruh emiciler gibi çocuğun enerjisini emiyoruz.”
“Ruh emicilik ne kadar saçma bir müessese ya? Vampir desen, bak kan emiyor anlatabiliyor muyum? Ama ruh em m ek...
N e bileyim, boş adam işi gibi.”
“Ruh Emicilik LTD şirketi... H er yere alım, satım, em m e...”
“Bir kere salaklaşmayın, en zoru ve havalısı o... Şimdi kan
emme dediğin olayı ben bile yapıyorum yani. Ama ru h ..
“Kızım, vampir misin sen?”
‘Ya dudağımı falan kanatınca tutamıyorum ben kendimi.
Hafiften emiyorum. Tuzlu tu zlu ...”
“Ruh emicilerin öpücüğü neydi lan? Harry Potter’da mıydı
o?”
“Benim ilk öpücüğüm değil miydi lan o? Hiçbir şey bilm ediğinden salak salak öpüşüyorsun. Böyle...” Ü rperir gibi yaptı.
“R uhunu emiyor gibi... Valla sağ olun, ilk ve iğrenç öpücüğü­
me isim verdim şu an.”
“Benim ilk öpücüğüm O ğuz’laydı ya, moralim bozuldu.”
“Hatırladım ... Aynı anda döndüğünüzde dudaklarınız değ­
mişti değil mi? Kaçıncı sınıftaydık? Orta iki?”
“Resmen ilk öpücüğümü O ğuz’a kaptırdım. Şansa bak...
Asıl ruh emicilerin öpücüğü oydu...”
“O günden sonra lanetlendiniz bence ya... Aşktan yüzünüz
gülmüyor.”
“O değil de, dün nasıl girdin o saatte eve sen? Hale Teyze,
Ali’de kalmadığını çakmadı mı?”
“N az’da kaldım.”
“NE?!”
“Sabah da annem bizi bastı.”
“NE?!”
“Sonra N az’la yalan uydurmak zorunda kaldık. Ben yine
psikolojisi bozuk ayağına yattım. Duygu söm ürüsü... İşte, anne
kafam o kadar karışık ki dalmışım yukarı çıkmışım falan dedim .”
“NE?!”“Buna niye şaşırıyorsun ya?”
“Üçleme yapayım istedim ... Devam et.”
“N eyse... Naz da durum a ayılıp, ben psikoloji öğrencisiyim,
onu öyle gürünce belki bana anlatmak ister, yaşıt sayılırız diye
bir kahve içmeye davet ettim dedi.”
“Eee?”
“İşte, öyle böyle derken... Naz birden benim fahri psikologum oldu. Bir şeyi temizlerken başıma bir bela daha aldım.
Gerçi iyi oldu ya... Psikoloğa gitmektense, üst kata çıkmak daha
kolay.”
“Bana bak, ne var bu kızla senin aranda? Tutunacak dal aramıyorsun değil mi?” derken, lafın üstüne Merve yanımızdan
geçti. Gökhan kafasını çevirip, “Tutunacak dal benim götüme
girdi, sizin haberiniz yok,” dedi. “Bulsam on defa bulurdum o
dalı. Ama ben sabrediyorum.”
“Neye sabrediyorsun ya aşk orucunda mısın?”
“Aşk orucunda iftar ne zamandı ya?”
Arkadaşlarıma, “N e pis bir geyik m uhabbet anlayışınız var
y a...” diye sitem ettim. “Naz diyorduk, konu değişmesin. Gö­
rümcelik damarım kalktı şu an.”
“Görümce ne ya?”
“Halkın kendi kendini yönetme biçimi.”
“Konuyu aynı yerde tutabilmek için yemin ederim adam tutacağım y a...” Gökhan’ı dürttüm . “Hoşlanıyor m usun bu kızdan? Aranızda kaç yaş var? Kız sana bir şey hissediyor m u?”
“Yok öyle bir şey, sal beni...”
Merve, elinde yiyeceklerde tekrar yanımızdan geçerken bilerek yüksek sesle konuştum. “Kızın evinde kalmışsın, daha ne
olsun? Yakında sevgili olursunuz,” dedim.
Merve bir anlığına şok geçirip durdu. Masadaki herkes susup bana baktı.
“Bana inat yapıyorsun değil mi? Ucuz numaralar bunlar
Gökhan Karademir,” dedi Merve.
“Sana şimdiye kadar her şeyi söyledim. Ağzımdan her lafıduydun. Ama hiçbirini seni kırmak niyetiyle söylemediğimi de
biliyorsun. O yüzden ağzımdan seni kıracak bir laf çıkmadan
git buradan Merve. Seni iyi hatırlamaya çalıştıkça, beni zorlama
lütfen.”
Merve, Gökhan’ın serinkanlılıkla söylediği sözler karşısında
şoke oldu. Cevap vermeden öfkeyle yanımızdan ayrıldı.
Gökhan, bana da sinirlenmişti. ‘Yaprak, bunu bir daha yapma sakın!” dedi kafasını tekrar masaya koyarken. Gözlerini
yum du. “Merve artık beni üzmekten çok yoruyor. Ve ben artık
sadece dinlenmek istiyorum.”
“Ö zür dilerim ya,” deyip ben de gözlerimi kapadım. “O senin damarına basıyor ya... Sevgilisiyle sürekli etrafımızda falan. .. Bir defa da senden duysun istedim.”
Ses çıkmadı. Herkes m uhtem elen gözlerini kapamıştı, kantin yavaştan boşalırken uyku m oduna geçmek için hazırlanı­
yordu. Diğerlerinin aksine, benim uykumu kaçıran tek bir şey
vardı.
Gökhan, deliler gibi sevdiği M erve’den yorulduğunu söylemişti. Acaba... Ali de benden mi yorulm uştu bu sıralar?
Cevap bulamadım.
O kadar uykum vardı ki, normalde içime bu korku düştü­
ğünde sabaha kadar uyuyamayabiliyordum ama o an beşinci
dakikada ben de sızmıştım. Uyandığımda, kantin ağzına kadar
doluydu. Sesten hepimiz aynı anda uyandık. Beyinlerimiz ağzı­
mızdan aktığı için neyse ki hiçbirimiz konuşmadan direkt sınıfa
gittik. Ders, pek tatlı ve pek sakin bir öğretmenimiz olan matematikçimizindi. Biz, dört arsız olarak, her iyi şeyi suiistimal
ettiğimiz için sınıfa girip yerlerimize oturur oturmaz bölünen
uykumuza kaldığımız yerden devam ettik.

3410 kelime

4 N 1K 2 FİNAL OLDUHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin