13

75 5 0
                                    

Hafiften ayılmaya başlasa da hâlâ sarhoştu. En son ağzındaki
koli bandını söktüğümde yüzünü acıyla buruşturdu. “Özür dilerim, gerçekten,” deyip ayağa kalkmasına yardım ettim. Ayağa
kalkınca, benden öyle uzun oluyordu ki... Hemen yanımızdaki masaya çıktım. Om uzlarından tutup yüzümüzü aynı hizaya
getirdim. “Bana bak... Bunların hepsi senin içip içip okula gelmen yüzünden... Aklı yarım bana mı güvendin?” Öyle perişan
haldeydi ki, içim acıdı. ‘Ya tamam bakma öyle,” dedim şefkatle.
Sonra aklıma hepsinin onun suçu olduğu geldi, kuyruğumu
dikleştirdim. “Ö zür dilerim am a... Aklıma seni oraya tıkmak
dışında başka bir şey gelmedi.”
Barış kendini geriye attı. Ayakta durmakta güçlük çektiği
için sırtını duvara yaslayıp oradan güç aldı. “Öldürecek misin
sen beni?” diye sordu.
“Dedim ya... Panikle aklıma başka bir fıki-”
“O değil...” dedi. “N eden o herif seni öperken buna şahit
olmam gerekti ki? N eden engel olmadın?”
Sarhoş kafayla ağzından güçlükle çıkan kelimelerin bende
karşılığı yoktu. Cevap veremedim. Birkaç saniye sadece birbirimize baktık. Ben cevap vermedikçe o bakmaya devam etti. Ama
öyle bir gülüş atıp pes etti ki... canım acıdı.
Hayal kırıklığını tanırdım. Tam olarak öyle bir şeydi gülü­
şü. İpi elinde tutup tutup bir anda bırakmak gibi... Kabullenip
elindeki yaraya bakmak gibi... Çirkindi. İstemeden de olsa bu
hisse sebep olduğum için kendimden nefret ettim o an.
Bunu hissetmiş gibi elini bana uzattı. ‘Yardım etsene kütüphaneci k ız...” dedi. “Ayakta duramıyorum. Ben şuraya götür.”
Parmağıyla köşeyi işaret etti.
Barış’m koluna girip onu dediği yere götürdüm. İki kocaman
kitap rafının tam arasına oturup sırtını kitaplığa dayadı. “Burası
iyi... Biri gelse de göremez beni,” dedi. “Sıkıntı yapma.”
“Benlik bir sıkıntı değil... Ben seni korumaya çalışıyorum,”
derken, beni yanına çekti. Yalpalanıp yere yapışırken bedenimin bir kısmı onun üstüne düştü. Kendimi geri çekip hem enyana kaydım. Kızmam gerekliydi ama kızamadım. Şimdi ona
hem uzak olabileceğim hem de olası bir tehlikede onu kontrol
edebileceğim bir noktada oturuyordum. Sırtımı tıpkı onun gibi
kitaplığa yaslayıp ayaklarımı karnıma doğru çektim. Ellerimi
dizlerimde birleştirip kafamı geriye attım.
Kendi kendine, “Çok ağırsın,” diye mırıldandı.
Ona bakmadan, “Canını mı yaktım düşünce?” diye sordum.
“Kilo almışımdır.”
“Tenis topu kadar kızsın... Çok saçma bu kadar ağır olman,”
dedi.
“Kemiklerim ağır benim sanırım ...”
“Çok saçm a...” deyince, gülerek ona döndüm . Gerçekten
dünyanın en saçma muhabbetiydi o anki. “Çok saçma Yaprak ...”
“Bence de saçma. Son bir saatte yaşadıklarımızdan sonra burada benim kilomu tartışm am ız...”
“B urada...” dedi elini göğsüne götürüp. “Çok ağırsın. Çok
saçma.”
Kafasını eğip kendi eline baktı. “Kalp sağda mıydı solda mı
ya?” dedi.
“Sağda,” deyip güldüm. ‘Yani seninki kesin sağdadır... Kalp
ayarlarında bir terslik var çünkü senin.”
Söylediğimi anlamayıp kaşlarını çattı. Güldüm.
Bir süre hiçbir şey söylemeden yan yana öylece durduk.
“Diğerleri biliyor m u Ali şeyini?” diyerek dünyanın en rahatsız edici konusunu açtı.
“Neyi biliyorlar m ı...” Lafı geçiştirmek için resmen ağzımın
içinde geveliyordum.
“Çocuklar bile biliyor,” diye şu malum şarkıya hafif müzikli
bir giriş yaptı. Kaşlarımı çatıp ona döndüğüm an, “Ali, Barış’ı
seviyor,” dedi.
Kendimi tutamayıp güldüm. “N e?” dedim şaşırmış gibi yaparak. “Ali seni mi seviyor?”
O daha da çok şaşırdı. “Oha! Ali beni mi seviyor?”
N e içtin sen ya? Yani O ğuz’un deyimiyle kolonya emcürsen ancak bu hale gelirsin yani.”
“E m cü- ne?”
“Bunu ayık kafayla da anlamazsın. Boş ver.” Barış’ın kolundaki saati kontrol ettim. Zilin çalmasına hâlâ yarım saat vardı.
Tam o an Barış, “Hangi yıldayız?” diye sordu.
Saati sormak istediğini düşünüp, “Zile yarım saat var,” diye
yanıtladım sorusunu.
Israrla, “Hangi yıldayız?” diye tekrar etti.
Pes edip, “2015,” diye yanıtladım.
“H m m ... Birkaç yıl geriye gitsek?”
“N e?”
“Gitsene birkaç yıl geriye... Kafam çok iyi, gidemedim.”
“Sarhoş m uhabbetin de hiç çekilmiyor... Dersten yırttım
diye seviniyordum. O turm uş matematik sorusu çözüyorum Allah’ın ayyaş sarı kafasıyla...” Kıpırdanınca, “Tamam be, aman!”
deyip kafamda cevabı yuvarladım. “Ortalam a... 2012?”
“Şimdi ona on iki ekle...”
“Barış...”
“E kle...”
“2024.”
“Tam am ... O zamana kadar hayatıma kimseyi almazsam
eşitlenir miyiz onunla?”
“Saçma sapan konuşma.”
“Eşitlenirsek beni de sever misin?”
“B arış...”
“Beni sevmen için ne kadar beklemem gerekiyor?”
“Saçmaladığını sen de biliyorsun şu an. Ayılınca utanacağın
şeyler söylemesen? Sadece zile kadar biraz susalım. Tamam
mı?”
“Saçmalıyorum, haklısın. Çünkü aşkın yıllarla... zamanla
bir alakası yok.”
“Bak yine nereye bağladı... Sarhoş kafayla bile her şeyi istediğin yere çekiyorsun, bravo.”Beni umursamayıp kafasında güçlükle toparladığı şeyleri söyledi. “Ve umarım, bir gün sen de anlarsın bunu,” deyip
birkaç nefeslik ara verdi. Kelimeleri, eskiye nazaran daha temiz
çıksa da hâlâ bazı heceleri yutarak konuşuyordu. “Aşkın heyecan ve şefkatin karışımı bir şey olduğunu... Yani... N e sadece
şefkat ne de sadece heyecan... Anlıyorsun d eğ l mi beni?”
“Anlıyorum Barış. Anlıyorum.”
‘Yalancı... Anlasan severdin.”
“Balık burcu m usun ya sen? Bu ne duygusallık? Bu ne metaforik metaforik konuşma şeyi? Bu ne... Cemal Süreyalık, bu
ne Şekspirlik? Ö rnek verem ediğm herhanğ bir edebiyatçılık?
N edir bu ya?” G erildiğm için saçmalamaya ve cümlelerimde
kaybolmaya başladım. Cüm lelerim beni yutuyordu. Beni kurtaran yine Sırık oldu.
“D ur!” diye bağrdı kaşlarını çatıp. Elini alnına koyup gözlerini kapattı. “Kelimelerini birbirine bağlayamıyorum.”
“Konuşmaya gelince kelimeleri maşallah harika bağlıyorsun!” Karşılık vermedi. Kendi kendime söylenmeye devam ettim. “Kitap yazsana sen ya... Valla. En azından bir işe yarasın.
Bana söylüyorsun, yarısı havaya ğdiyor, diğer yarısı sinir olarak karşılık buluyor bünyemde. N e bana faydası var ne sana...”
Cevap gelmeyince kafamı çevirip ona baktım. Öylece karşıya
bakıyordu. Kolunu dürtüp, “Alo... Kime diyorum ben?” diyerek dikkatini çekmeye çalıştım. Kafasını iki yana sallayıp daldığ
yerden yüzeye çıktı sanırım. Sonra bana döndü. Dudaklarını
araladığnda cevap verecek sandım ama olmadı. Sanki vazgeç­
miş gibi, sadece iç çekti.
Panikleyip konuyu değştirm ek için gözüme ilk takılan şeyi,
boynunda parlayan zinciri sordum. “O ne ya... N e kolyesi o?”
Bu sorum üzerine panik olup elini boynuna attı. “Hiç,
öyle...” dedi.
Hareketi şüpheli geldiğnden ve konuyu benden, bizden ve
aramızdaki tuhaf aşk temalı göndermeli diyaloglardan uzaklaş­
tırmak için üstüne ğttim . Elimi kolyenin uzandığ göğüskafesi-ne doğru uzattım. “Göstersene,” dediğim an, kendini geri çekti.
“İstemiyorum,” dedi çocuk gibi.
“Kadın kolyesi falan mı takıyorsun, neden utanıyorsun ya?”
dedim gülerek. “Barış’ın B’sini falan mı takıyorsun yoksa narsist?"
Yalandan gülerek, “YokYaprak’ın Y si...” dedi.
Dehşete düşüp, “Şaka değil mi?” diyerek elimi hızla gömle­
ğinin içine daldırıp kolyenin ucunu dışarı çıkardım. Ama dedi­
ği gibi bir şey değil, ince uzun tüp şeklinde bir kolyeydi. Barış
sinirlenip kendini geriye itti ve kolyeyi tekrar gömleğinin içine
soktu.
Ben derin bir nefes alıp, “Şakaymış, şükürler olsun,” dedim.
“Hiç hoşlanmadım bundan,” dedi kaşlarını çatıp. “Biri bir
şeyi göstermek istemiyorsa, üstüne gitmemelisin.”
“Bunu bana diyen sen misin, ‘ısrarcıların’ efendisi?”
“O nunla bu aynı şey mi?”
“Aynı şey.”
Kolyeyi bir hışımla boynundan çıkarıp bana uzattı. “Al, bak
içine dışına... Aynı şeyse, sen de beni sevmek zorundasın baktıktan sonra.”
Elini itip, “Saçmalama be,” diye ofladım. “İğne deliğinden
gol atmaya çalışıyorsun resm en.”
Cevap vermeyip kolyeyi boynuna geri taktı. Rahatsızlığını
sessiz kalarak belli etmek istermiş gibi o dakikadan sonra hiç
konuşmadı. Ben de bunu bahane bilip sırığın dağıttığı ortalığı
toplamaya gittim. Zil çalmadan bunu halletmem lazımdı ki, Barış’ı kurtarıyorum diye kendi başımı yakmayayım...
Dersin bittiğini belli eden zil çaldığında Ali sabırsızlıkla sırasından
kalktı. O ders yanında oturan Oğuz’a, “Ben Yaprak’ı almaya gidiyorum, ” deyip hızlı adımlarla sınıf kapısına doğru ilerledi. Kapıya yaklaş­
tığında ise Oğuz’un çığlığıyla tüm sınıf gibi donakaldı. Arkasına dönüparka sıradan ona doğru hızla gelen Oğuz'a baktı. İnsanlara açıklama
yapma gereği bile hissetmeyen Oğuz adına, “Kusura bakmayın ya," diyerek etraftakilerin dikkatini üstlerinden çekti.
Kimya öğretmeni, Ali'nin yanından geçerken yüzündeki rahatsız
ifadeyle, ‘Arkadaşınızdan bazen ürküyorum Ali, ” diye fısıldadı.
Ali, yüzüne “yapacak bir şey yok” ifadesi kondurup öğretmenin geçi­
şine izin vermek için bir adım yana çekildi. Tam o anda Oğuz, Ali'nin
üstüne atladı. “Kanka gitme!” diye bağırdı tekrar.
“Oğlum bağırma lan kulağımın dibinde! Hasta mısın?!”
A li’nin sinirlenmesini umursamadan heyecanla, “Hadi Uncookies'e
gidip pizza yiyelim biz, ” dedi. “Yaprak sonra gelecekmiş hem. ”
Kaşlarını çatıp, “Nedenmiş o?” diye sordu Ali. Sorusu merakı ve
rahatsızlığı aynı anda barındırıyordu.
“Kanka, ben derste tuvalete gittim ya... O ara uğradım. O da tam
çıkıyordu... ”
Ali, “Nereye çıkıyordu?” derken Oğuz onun koluna girip usulca
yürümeye başladı. “Kanka müdürden izin almış, yirmi dakika önce çı­
kıyordu. Eve uğraması gerekiyormuş.”
Ali sinirlenip, “İyi de neden?” diye sorunca Oğuz panikleyip, “Kanka özel durum!” diye yanıtladı. Ali bu konudan rahatsız olup aniden
sakinleşerek, “Ha tamam ya ...” dedi. Konuyu kapatmak için, “Gökhanları da bekleyelim, öyle geçelim, ” deyip merdivenin başında durdu.
Oğuz derin bir nefes alıp telefonundan Yaprak’a bir mesaj gönderdi:
“ ^ankacıgım, Senin bu mükemmel arkadaşın OyuZ sana
yüzyılın iyiliğini yaptı. Geçen teneffüs kütüphaneden çıkarken
bizimkiler seni basmasın diye kapıyı arkadan üstünüze kilitlemiştim. Demin A li kütüphaneye seni alm aya geliyordu, hemen
bir bahaneyle ona engel oldum. E>iz şimdi okulun yanındaki kafeye gidiyoruz. Sen tam am dediğin an gelip alacağım ben seni.
Güzelce ne konuşacaksanız konuşun S iz. Söz, kimseye dem eyeceği m. Sonra bu küçük iyiliğimin karşılığını konuşuruz;)
Eros Oğuz.”Çıkış zili çaldığında ben hâlâ yere saçılan kitapları seyyar rafa
dizmekle uğraşıyordum. Takıntılı edebiyat hocası yüzünden
hepsini alfabetik sıraya göre dizmek gerekliydi ve alfabeyle arası
hiç iyi olmayan ben için, o kitapları sırasıyla dizmek büyük iş­
kenceydi.
Elime aldığım Vadideki Zambak kitabını alt sıraya koyduğumda arkamdan bir ses geldi. “V, Ü ’den sonra gelir,” dedi Barış.
“Yanlış oldu.”
Gözlerimi devirip, derin bir nefes alıp arkamı döndüm . “Şu
an bu zulm ü senin yüzünden çekiyorum. Tepemde durup öyle
ukalalık mı yapacaksın?”
Gülerek hemen yanıma çöktü. “Yardım edeyim,” deyip yerde kalan son kitapları kurcalamaya başladı. “Sen git istersen...
Zil çaldı zaten. Ben burayı düzenlerim .”
“Olm az,” deyip kestirip attım. “Kati surette olmaz.”
“Neden?”
“Güvenmiyorum sana ben. Gözümle görmem lazım buradan çıktığını. Arkamdan bütün rafları devirmeyeceğin ne malum?”
Gülüp, “Altında kalıp ezilmemden mi korkuyorsun?” diye
sordu. “Merak etme, ağır şeylerle aram iyidir.”
“Saçma sapan göndermeli şeyler söyleme, valla atanm kafana şunu!” deyip elimdeki kocaman ansiklopedi kalınlığındaki kitabı işaret ettim. “H em ondan korkmuyorum. Ertesi gün
benden bilecekler dağınıklığı sonuçta. Zaten mimliyim okulda,
şak diye uyarı verir m üdür valla.”
“Sen bilirsin o zaman, benim canıma m innet.” D urdu. “Sizinkiler gelmez mi birazdan ama?”
“Yok ya... O ğuz’a mesaj attım ben. Direkt buluşacağımız
kafeye geçip bekleyecekler beni. Okul dağılsın biraz, hocalar falan çekilsin, gizlice postalayacağım seni. Oradan hop yanlarına
uçarım.”
Başıyla beni onaylayıp kitapları dizmeye devam etti. Yerdeki kitaplar bitince ben masanın üstünden devrilen eşyaları to­parlamak için kalktım. Barış ise benim hatalarımı düzeltmeye
başladı.
“B ve Y... Tam simetrik,” dedi kendi kendine.
Elimdeki masa örtüsünü çırparken, “N e alaka?” diye sordum.
“B alfabenin baştan ikinci harfi. Y ise sondan...”
“N e gereksiz şeyler bunlar Sınk,” deyip örtüyü masaya serdim. Kareli örtüyü elimi vura vura düzeltirken iyice anneleşip,
“Aklını böyle şeylere yoracağına keşke derslerine yorsan,” dedim.
“Öyle deme, detaylar benim için çok önemli,” diye kendini
savundu. “Hayatı detaylarda yaşamak lazım.”
“Detaylardan nefret ederim,” dedim burnum u kırıştırarak.
Ayağımı yere vurup bana bakması için ses çıkardım. Kafasını
çevirince etrafa yayılmış ataşları gösterdim. “Bak... Detay işte
hep bunlar. Ve bu detayları tek tek ben toplayacağım şimdi.”
Barış gülerken ben çöküp yere saçılmış ataşları hom urdanarak toplamaya başladım. Benim keyifsizliğimin aksine, o keyifle, “Bence hayatı biraz oyun gibi yaşa. İnan daha keyifli,” dedi.
İkimiz de işimizi yaparken, fon müziği misali arkada Barış’ın
yarı bayık yarı melodik sesi vardı. “Küçüklüğümden beri detaylarda boğuldum. Annem acayip titiz ve düzenli bir kadındır.
Havadaki mikro tozları bile çıplak gözle görür.” Güldü. “O n ­
dan kalma bir şey sanırım. Tabii bende temizlikle düzenle de­
ğil, daha farklı bir şekilde vücut buldu.” Anlatmayı kessin diye
yerden ataşları toplarken tırnağımı yere sürttüm, duymadı bile.
Sanırım gerçekten anlatmak istiyor diye ses çıkarmayıp anlatmasına izin verdim.
Kitap sırasını düzenlerken anlatmaya devam etti.
“Detaylar olmadan hayat çok sıkıcı. Detayları görürsen
oyunları kazanırsın. Oyunlar varsa her zaman heyecan vardır.
Heyecanlıysan, yaşadığın dünya anlamlıdır.”
Kendi kendime onun duyamayacağı şekilde, “N e alaka ya,”
diye mırıldandım. Anlattıkları, dünyanın en düz tiplerindenbiri olan bendenize uzak gelmişti o an. “O yun merakı çocuklu­
ğundan kalma bir şey ence. Hâlâ çıkamamış olabilirsin,” deyip
konuyu başka bir yere park ettim.
“Küçükken de böyleydim, doğru,” diye onayladı beni. “M esela eve giderken sıkılırdım. ‘Eğer iki dakika içinde şu ağaca
varırsam annem en sevdiğim yemeği yapacak,’ deyip koşmaya
başlardım. Ya da, ‘Şu yolun sonuna kadar çizgilere basmadan
yürürsem yarın güzel bir haber alacağım!’ gibi...” D urup sesini
kalınlaştırdı. “Hatta bazen bunların sonunda kendime ödül ya
da ceza bile koyuyorum. Tabii çok sıkıldığımda.”
Arkamı dönüp, “Bilgisayar oyununda mıyız ulan?” diye sordum.
“Bu sadece benim hayatı yorumlama biçimim ,” dedi. “H epimiz birbirimizden farklı insanlarız Yaprak. Hayatı, duyguları
aynı şekilde yorumlayanlayız.”
“Ben Sims değilim. İnsanım. O yüzden senin genellemelerine de dahil değilim.”
Elimdeki kalemliği masaya koyup içine yerdeki kalemleri
doldurduktan sonra arkamı dönüp Barış’m ne yaptığına baktım.
İşini çoktan bitirmiş, pencerenin önünde duruyordu. Perdeyi
yüzüne örtm üştü. Yere son bir defa göz gezdirip bir şey kalmadığına emin olunca dayanamayıp yanına gittim.
Elimi yüzündeki perdeyi çekecek gibi öne uzattım. Ama son
anda vazgeçip pencerenin diğer köşesine gidip pervaza oturdum. Diğer perdeyi de ben yüzüme örttüm.
Konuyu kapatıp daha sonra anlattığı şeyleri dinlemesem de
aslında o gün bana anlattıkları, Barış’ı daha iyi anlamama yardımcı olmuştu. H er ne kadar benden farklı olsa da, her şeyi
oyunlarla tanımlayan bir “oyuncu”ydu o. Kötü anlamda değil
tabii. O nun için hayat, bir sahaydı. O nun için düşman, “ebe”ydi. Yaralanmak “sobelenmek”ti. Kavramları farklı, tarzı garip
olsa da... kendi içinde tutarlı ve makul biriydi.
Ben o oyuna ne kadar dahildim, bana olan hislerini oyunlarla belli
etmesi ne anlama geliyordu onun dünyasında... Tüm bunları merak
etmekten kendimi alamadım.

2255 kelime

4 N 1K 2 FİNAL OLDUHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin