Bir günde üç yıllık olay yaşadığım günün gecesinde, üstüm
de okul kıyafetlerimle yorganın altında yatıyordum. Kafamdan
kronolojik olarak o günü geçirip, yaşadıklarımın her bir evresi
için birkaç kez daha şaşırıp aynı zamanda küfrediyordum.
Sarhoş Barış’ı saklayacağım diye kendimi yerden yere vurm am ... O ğuz’un paketlediğim Barış’ı görüp bizi yanlış anlam ası... Aliler durum u çakmasın diye güya (!) bana yardım için
bizi kütüphaneye kilitlemesi... Sonra beni unutup Manisa’ya
gitmesi ki bu nasıl gerçekleşti, hâlâ anlayamıyordum. Sonunda
Ali’nin üç saatin ardından Barış ile beni bulm ası... ve kapanış.
Ortalığı karıştırıp garantilediğimiz disiplin cezasından bizi
kurtarmak için intihar ediyormuş numarası yapan Oğuz ve deliren aileler...
Derin bir nefes alıp her şeyin rüya olmasını diledim. Yastığımın altında titreyen telefonum u elime alıp gelen mesajlara
baktım.
4N lK W hatsapp G rubu
GSkhor\: Oğuz ses ver, sizinkiler ne Aurum Aa? Ç o k panik oldular m ı?
Sinan: Abi, çocukları intihara kalkıştı yanıyorlar. Sence Ze-
İİŞ Sultan panik olmamı^ m ıdır? Oğuzcun parmadı keyilye acile
götürmeye kalkan kadın?
O^t/Z: Pan ik yo k ; her şey kontrolüm altında, itfa iy e arab acına binmek isteAım, numara yaptım dedim.Sınan: fiayağı güzel bahane, bravo.
A li: İnandılar m ı?
0 $ uz: Daha önce Ae bu tarz sebeplerden sabıkalarım oldu
ğu için hemen inandılar, hem kim inanır ya Oğuz D nal’m ken~
dini öldüreceğine? 6 i r d efa, ben yüce b ed en ice kıyacak bir
gatlete düşsem, U N ESC O gelip olaya anında m üdahale eder ve
beni kurtarır.
Gökhan: 0 ne alaka y a ?
Oğuz: Dünyanın sekizinci harikası olduğum için, onu yok e tmeme izin Verm ezler yani.
A li: Bomboş bir insansın Oğuz. Bom boş...
Gökhan: Sığırhğı Oğuz yapsın, yine kabak Gökhan’m başı
na patlasın. ■■ Zeliş Sultan o panikle anneleri de aramıŞ. Olayı
açı kİ am am a rağmen, annem saatlerdir intihara meyilli miyim
diye beni kontrol ediyor. fAeyVe soyuyor, bıçağı benden uza
ğa koyuyor. Yok etendim, acaba giriş k a t bir eve mi taşınsak
diyor. Durup durup, oğlum sana bir şey olursa ben de kendime
kıyarım diye ağlıyor. Şiştim!
Rüya değilmiş...
Mesajları okumaya daha fazla dayanamadım ve telefonum u
komple kapatıp yastığımın altına koydum. Gruptaki konuşmalarda bile bariz bir gerginlik vardı.
Gökhan ve Oğuz, Ali’nin kütüphanedeki ani çıkışma bozuklardı m uhtemelen. Ancak arkadaşlıkları bozulmasın diye bunu
alttan alıyorlardı. Oğuz belli etmese de kapı kilitleme olayı yü
zünden pişmanlık duyuyordu. Ali, Barış’la beni yan yana gördüğü için çok öfkeli olmalıydı ama bunu çaktırmamak için hiç
bir şey olmamış gibi davranıyordu. Sinan olaylardan habersiz
olsa da, ister istemez bu soğuk havayı sezdiği için m uhtem elen
hiçbir şeyi anlamlandıramıyordu. Arkadaşlığımız o kadar kuvvetliydi ki, o an kim ne hissederse hissetsin normal davranıyor
ancak yine aynı sebepten birbirimizi çok iyi tanıdığımız için kıldan ince ve şeffaf gerginliği havada görebiliyorduk.H er şeyi tam olarak anlayan tek kişi ise, bendim. Çünkü aslında problemin asıl kaynağı Ali ile aramızdaki gizli ilişkiydi.
Bir türlü söyleyemediğimiz için vicdanen huzursuz olduğumuz,
gizli ilişki...
Eğer böyle bir şey olmasaydı, bu gecenin sonunda hepimiz
yine gülerek başımıza açtığımız işleri konuşuyor olurduk m uhtemelen. N e Ali kontrolsüzce sinirini çocuklardan çıkarırdı, ne
ben kütüphanede üç saat kapalı kaldım diye o kadar paniklerdim, ne de ortam bu kadar gerilirdi.
Aklımdan bunlar geçerken yorganı burnum a kadar çektim.
Aynı anda hem aşk acısı çekiyor, hem ilişkilerden bir şey anlamadığım için kendi kendimi yiyordum. Buna ek olarak arkadaş
grubum uzu giderek mahvediyor muyuz diye endişeleniyordum.
Sadece gizlediğimiz için mi bunlar oluyor? Yoksa onlara söylediğimizde daha kötüsü m ü olacak?
Kafamdaki sonu kötü biten soru demeti, pıtır pıtır yanaklarımdan dökülürken aniden koridorun sarı ışığı yüzüme düştü.
Bir sürü olaya karışıp eve geç geldiğimden kavga ettiğim annem, m uhtem elen pişman olup uyumadan önce özür dilemeye
gelmişti. Konuşacak gücüm olmadığından yatakta sola dönüp
yüzüm ü duvara çevirdim.
Annem yatağın kenarına oturdu. Elini yorganın üstüne koyup, “Zeliş’le konuştum. O ğuz’un başının altından çıkmış her
şey... İntihar süsü vermiş bizimki, korkma,” deyip kahkaha
attı... “O da bir tuhaf ayol. Anlamıyorum bazen.”
Annem üzgünken kendini ifade etmeye çalıştığında genelde
önce kendi kendine konuşur, sonra da saçmalamaya başlardı. O
anda yaptığı gibi.
“Seni de anlam ıyorum... Nasıl olur da böyle şeyleri normal
karşılamamı beklersin kızım? Bir d ü şü n ... Bir telefon geliyor,
bizim çocuklar olaya karışmış, intihar süsü vermişler diyor...
Aniden panik oldum tabii. İntihar süsü ne demek yahu? D üzgünce anlatsalar anlarım da... O an panikle sandım ki KuzeyGüney’deki gibi oldu. H em en kafamda bir sürü senaryo...”
Zeliş Sultan da annelerin O ğuz’uydu ve genelde olayları
kendi lügati ile esprili bir şekilde anlatmaya kalktığında böyle
saçma yanlış anlamalara ya da daha doğru tabirle bir şey anlayamamalara sebep olurdu.
Bacaklarımı bir balık gibi çırparak güç bela sırtüstü döndüm .
D ürüm gibi sarıldığım yorgandan kafamı usulca çıkarıp, “Çok
dizi izliyorsun ana kraliçe,” dedim.
Yanağımdaki yaşı silip, “Ah kuzum, ağladın mı sen? Ö zür
dilerim. Sana o kadar bağırmak istemedim,” dedi. Sesi ağlamaklıydı. Ağlamaya bahane arayan ben, tekrar ağlamaya başladım.
Annem, bana o kadar kızdığı için üzülüp ağladığımı düşünü
yordu. Ama resmi olarak ergenliğe girdiğim on üç yaşımdan
beri “anne sesi savar” özelliğim sayesinde böyle şeylerin bedenime işlemediğini bilmiyordu.
Om uzlarım dan tutup yorgan dürüm ü bedenimi kendine
çekti ve sarıldı. O ağladı, ben ağladım.
‘Yavrum, sen de artık biraz büyü,” dedi ağlamasının ortasında. “O nlar da benim çocuğum sayılır... Senden ayırmıyorum,
biliyorsun. Ama böyle tehlikeli şeylere kalkıştıklarında de ki benim eve gitmem lazım. Uym a onlara!”
“Anne, beni kurtarmak için oldu hepsi ya!” dedim ciyaklayarak. “Kilitli kaldım kütüphanede, şarjım da bitti! O panikle işte,
biri pencereleri indirip içeri girdi, diğeri itfaiye çağırdı...”
“Kızım ne dersen de, bana bu anlattığın mantıklı gelmeyecek!” diye yükseldi. Kaşlarını tekrar çattı. “Vallahi başınıza bir
gün ciddi bir şey gelecek, o gün anne haklıymışsın diyeceksin!”
“Anne haklıymışsın!” diye bağırdım kendimi tekrar yatağa
bırakırken. “Peşin peşin söylediğime göre tatmin olmuşsundur.
Artık uyuyabilir miyim?”
Birkaç dakikalık anne kız romantizmimiz yine her zamanki
gibi gerilimli bir noktaya gelmişti. Buna ikimiz de alışık oldu
ğum uz için yadırgamadık.
Birkaç küçük “Anne ile böyle konuşulur m u?” temalı çemkirişin ardından beni salarak odadan çıktı.Aslında anneme içimden hak veriyorum. Ama dıştan söylersem şı
marıldı, ondan böylesi en iyisiydi.
Evet.
İç sesimin annem gibi konuşmasıyla garip bir anne Inception’ı7 yaşıyordum ki, zihnim bu girdaptan çıkıp asıl konusuna
odaklanmaya karar verdi. Çünkü düşünüp düşünüp kendimi
üzmeliydim ki, öm rüm yarıya düşsün... Zihnim de kendi içinde haklıydı. Ben onu düzgün kullanmayı beceremeyip o kadar
çok yoruyordum ki, bu güzel taktikle erkenden benden kurtulabilirdi.
En kötü ihtimalle, erken yaşlanma ve erken bunamadan m ü
tevellit hızlıca emekliye ayırabilirdi.
Benim akılsızlığımın yanı sıra, sevgili zihnim kendi m onar
şisini kurarak akıllıca hareket ediyordu.
İç sesimin kontrolsüzce saçmalamasını durdurabilm ek için
tekrar ağlamaya başladım.
Eskiden bir damla yaş düşürmekte zorlanan ben, son günlerde o kadar çok ağlıyordum ki, bu durum hiç hoşuma gitmiyordu. Ama yapabileceğim başka bir şey de yoktu.
O gece sabaha kadar kafamda bir sürü şey kurup hepsinin
sonu acıklı bittiğinden defalarca ağladım. Annem sabah uyanıp
beni m or gözlerle hâlâ ağlarken görünce panikledi. “Karnım
ağrıyor” bahanesiyle onu oyalayıp okula gitmemek için de izin
kopardım. H er zaman, iğne deliğinde de olsa, okula gitmeme
bahanesi bulduğum an acımaz, izni alırdım.
Annem sabahtan akşama kadar beni m utlu etmek için uğraş
tı. Sıcak su torbam, en sevdiğim yiyecekler... Elimde kumanda,
kafamda battaniyem... Norm alde beni m utlu etmesi gereken
bütün şartlar hazırken, içimdeki m utsuzluk ibresi epeyce yukarılardaydı. Bunda çocukların tam kadro okulda oluşu, onları
arayıp gelemeyeceğimi söylediğimde Ali’nin arkadan gülen sesini duymam da bir hayli etkiliydi. Neden böyle davranıyordu ki? Bana kızması gerekirken çocukları
haşlamış, sonra hiçbir şey olmamış gibi bana “arkadaşı” gibi davranı
yordu.
Aklımdaki en büyük soru, içimdeki en büyük kırgınlıktı.
Kafamın böyle şeylere pek basmaması ve çevremde bu konuyu
konuşabileceğim tek bir kişinin dahi olmaması işleri iyice kötü
leştiriyordu.
Akşama doğru, beynim kendi kendini yiyerek tüm vücudum a doğru saçma sapan bir yamyam örneği teşkil ederken
annemler beni ayda bir yaptıkları akraba yemeğine götürmeye
zorladılar. O ay, teyzemlerde buluşulacaktı. Ancak ben, çocuklarını bir günlüğüne başlarından atan, yaşları otuzun üstünde
ama ruhları liseli olan bir düzine adam ve kadının berbat orta
yaş muhabbetini çekemeyecek kadar ölüydüm.
Annemleri bir şekilde atlatıp beni merak etmemeleri için
ayaküstü seksen tane yalan uydurdum. Evde tek kalınca ise
içten içe ölmeye devam ettim. Eğer “o” his bir gün kesintisiz
devam etseydi eminim gerçekten bedenim hayati aktivitelerini
durdurm a kararı alırdı.
Annem ler gittikten sonra saatlerdir kapalı olan telefonumu
açıp mesaj gelmiş mi diye kontrol ettim. Ancak kimse ne mesaj
atmış ne de aramıştı. Gerisin geri, kapatma tuşuna epeyce uzun
basıp bir daha açılmayacakmış gibi kapattım telefonu.
Kafamı dağıtmak için önümdeki sehpada duran kumandayı aldım. Televizyonu açmaya niyetlensem de, içimdeki öfkeye hâkim olamayıp kumandanın tuşlarında Ali’nin numarasını
tuşladım. Kumandayı kulağıma tutup hayali olarak yaptığım
aramaya sanki karşıdan cevap gelmiş gibi, “Alo,” diye konuşmaya başladım. “Beni neden arayıp sormuyorsunuz Ali Bey? N eden ben üzüntüden kahrolup okula bile gitmemişken, siz okula
gidip gülüp eğlenebiliyorsunuz? Kime diyorum?!” Ses gelmediği için çıldırıp kumandayı yanımdaki p u f mindere çarptım.
“Aradığım kişiyi şu anda görmek istiyorum bant kaydı!”
Tatm in olmayıp paraladığım kumandayı tekrar aldım. Ezbere bilmediğimden rakamların hepsini sallayıp Barış’ın hayali
numarasını tuşladım. Hayali Sırık sesi kumandada çınlayınca,
kulağıma tutup, “U lan Sırık!” diye bir giriş yaptım. “Bir yıldır
senin yüzünden burnum boktan kurtulmadı. D ört duvar gö
rünce hemen, ‘Yaprak’la kapalı kalsak keşke burada,’ diye evrene mesaj yolluyorsun değil mi? Bence öyle yani. Valla kapalı
kalmaya çok meraklıysan Biri Bizi Gözetliyor’a falan katıl. Kapalı kal orada, rahatla!”
Birkaç tur daha paraladım kumandayı. En sonunda tamamen delirdiğime emin olunca, kumandayı da kendimi de salıp
tepesinde kırmızı tek diş şarj yanıp sönen bitik bedenimi kanepeye bıraktım. U zun bir süre tavanla bakıştıktan sonra eski
dostum avizeye son kalan aklımla laf attım. “Özledin mi beni?”
dedim. Çenem otomatik olarak yukarı kıvrıldı. “Ben yine delirdim kız.”
Tabii eski dostum, sessizdi. O cevap vermeyince ben konuş
maya devam ettim. “Keşke seninle yer değiştirebilseydim ha...
N e dert var, ne tasa... Am pulün bitiyor, hem en takılıyor...
Tozlanıyorsun, hemen siliniyor... Gündüzleri desen hiiiiiiç çalıştırmıyorlar da. Gece de kapalısın... Günde dört saat mesai,
sonra yatış. Kalbin yok diye âşık olma derdin yok, beynin yok
diye düşünm üyorsun... Var ya, en kral hayat seninki.” Kafamı
hafifçe yukarı kaldırdım. “Allahım, eğer bir daha dünyaya gelirsem lütfen avize olarak geleyim. O lur m u?”
O an ilahi bir işaret olduğunu zannettiğim bir şey oldu ve zil
çaldı. Kaşlarımı çatıp birkaç saniye o sesin herhangi bir mele
ğin ıslığı olup olamayacağını düşündüm . Sonra kendi kendime
küfredip kafama geçirdiğim battaniyeyle ayaklarımı sürüyerek
kapıya gittim.
Kapı deliğinden baktığımda gergin ve öfkeli bir yüzle kapıyı
çalan Tuna’yı gördüm. Bir adım geri atıp son bir saat içinde
neler yaptığımı hatırlamaya çalıştım. Kapı sinirle çalınırken, ya
hafızam bana oyun oynuyordu ya da Tuna artık benim varlı
ğımdan bile rahatsız oluyordu. Çünkü bir saattir koltukta ölü
me ön hazırlık yapar gibi hareketsiz yatıyordum.T una iyice delirip kapıyı yumruklamaya başlayınca korkarak
açtım kapıyı. Ellerimi kafamın üzerine koyup korunm a pozisyonum u aldım. “Tuna, vallahi ölmeyeceğimi bilsem nefes dahi
almazdım. Sana nasıl ses gelmiş olabilir y a...” diye açıklama
yapmaya çalışırken, Tuna kapıyı arkadan kapattı.
Ellerimi bileklerimden tutup aşağı indirdi. Gergin ve kıpkırmızı suratıyla benimki arasında birkaç milim vardı. Ve bu durum beni korkudan öldürmeye yetmişti bile. Hannibal Tuna,
kafamı köpek dişleriyle parçalayıp biyolojik kevgir elde edebilirdi. O potansiyel onda vardı ve ben de bunun farkmdaydım.
“Biyolojik kevgir için benim yüzüm uygun değil Tuna,” dedim
ağlamaklı bir halde. “Alt kom şunun küçük kızı kabak suratlı...
O ndan daha g ü -” derken lafımı bitiremeden Tuna küçük bir
çığlık attı. Sustum.
“Saçmalama aptal!” diye bağırdı ve beni bileklerimden tutup kendine çekti. Beni kesinlikle öldüreceğini düşünürken hiç
beklemediğim bir şey yapıp ellerimi avuçlarına aldı. Ve anlamadığım bir konuda bana yalvarmaya başladı. “N e olur bana
yardım et Yaprak!”
Bileklerimi çekip bir adım geriye çekildim. Panik atak ya da
sinir kriziydi anladığım kadarıyla... Tuna gibi birinin kriz ge
çirmesi fikri beni daha da dehşete düşürdü. “Tuna, bir sakin ol
sen,” dedim yalandan gülerek. ‘Yani bir dur, ne oldu...” derken
gözlerim T una’nm ters bir saldırısında kafasına geçirebileceğim
bir şeyler arıyordu.
‘Yaprak, aşağı gelmen lazım!” deyince, aklıma başka bir olası
senaryo geldi. “Kadriye N ine’ye mi bir şey oldu yoksa?!”
D urup, “N e alaka ya?” dedi. “Babaannemi karıştırma şimdi!”
“Böcek mi bastı yine evi yoksa? Radyoaktif örümceklere
beni ısırtıp Ö rüm cek Kadın yapma planın varsa o iş yaş, ben
sana diyeyim. Ben tırmanamam apartmanın ön yüzüne-”
Tuna tekrar çığlık attı. Y a ne alaka, ne a-la-ka?! Abartma bir
şeyi de ya!“Bu aralar niye herkes beni bu yüzden azarlıyor ya? Belki
benim tarzım da bu? Olamaz mı?”
“Başlatma şimdi tarzına! Yüz yılda bir olacak bir şey oldu ve
senin yardımına ihtiyacım var!”
“E söylesene ne oldu ya?!”
“Tekiner Ailesi...” dedi korkusunu ses tonuyla belli ederek.
“Tekiner Ailesi evimi bastı.”
“O ne ya? Bir tür böcek mi?”
“Sayılır.”
“Nasıl sayılır?”
“Böcek kadar mide bulandırıcı, yırtıcı hayvanlar kadar tehlikeliler.”
“Tuna korkutma beni ya...”
“Beni bu beladan kurtar, ne istersen yaparım Yaprak.”
‘Ya senin sözlü işkencelerinden yara almadan kurtulan bir
ekip karşısında benim ne gibi bir faydam olabilir ki? Anlamadım ben.”
“Bak... însana yüzde doksan dokuz oranında benzeyen bu
aşağıdaki varlıklarla aynı dili konuşamıyorum ben. O sebeple ne
dersem diyeyim etki etmiyor.”
‘Yabancı mı evine gelenler? E benim İngilizcem hiç iyi değil
ki! Ben de sadece Amerikan pop İngilizcesi var. ‘Po-po-po-poker face’ olanından.”
“Saçmalama! Öyle değil. Bunlar farklı organizmalar. Bunlara söylediğin laflar, direkt beyinlerine gitmiyor. Bunların beyinlerinin arayüzünde bir filtre var. Bunlara lafı söylüyorsun,
laf önce o filtreden geçip en önemli kısımları ayıklıyor. Geriye
kalan önemsiz kısımlar beyinlerine ulaşıyor. Dolayısıyla bunların suratına değil hakaret etmek, düm düz küfretsen de fark
etmiyor.”
“H a ... O ğuz’da da bir değişiği var bu özelliğin. Anladım sanırım .”
“Anlayamazsın!” diye gürledi. “Anlayamazsın Yaprak!” Kolumdan tutup beni kapıya çekti. “G el... Gel ve kendin gör.”Tuna, kapı girişindeki anahtarı alıp beni direkt kapının önüne
çekti. Kapıyı üstüm üze kapatıp kolumu bıraktı. Gözüyle kapı
nın önündeki babamın kırk dört numara terliklerini işaret edip,
“Giy,” dedi. Hom urdanarak söylediğini yaptım ve peşine takılıp
merdivenleri inmeye başladım.
Benden iki adım önde inen T una, tekrar küçük bir hatırlatma geçti. “Senden tek istediğim, içerideki üç embesilin gitmesini sağlaman... Tamam mı?” Arkasını dönüp bana baktığında
ben ayaklarımı zorla merdivenlerden aşağı taşıyordum. “Hadi!”
diye bağırdı sabırsızlanıp.
“E sekiz kilo terliği küçücük ayağıma giydirdin zorla... Yü-
rüyem iyorum ! ”
Tuna iki adımda yanıma çıkıp beni belimden kavrayıp kaldırdı. Satranç masasındaki bir piyon gibi kolayca hareket ettirip
aşağı bıraktı. “Ş ah...” dedim. O an kapı açıldı. Karşımda geçen
günkü kız vardı. Dudaklarımdan cılız bir şekilde, “Bu da mat
herhalde...” cümlesi döküldü.
Kadriye N ine’nin ikinci Dünya Savaşı’ndan beri değiştirmediği mobilyalarıyla döşenmiş dairesinde, yeşil tekli koltukta
yarım popo tünemiş bir vaziyette oturuyordum. Daha doğrusu, önceden karşılaştığım ruh hastası kirazlı pasta, yani diğer
bir deyimle T una’nın belalı eski sevgilisi Gökçe ve en az onun
kadar ruh hastası görünen, m uhtem elen üniversiteli iki erkekle
birlikte ölüm üm ü bekliyordum. Olası ölüm teorilerim ise şunlardı:
Gökçe beni gözlerinden çıkardığı görünmez zehirli ışınlarla
öldürebilirdi.
Gökçe’nin abisi olduğunu öğrendiğim Mustafa Doğukan
adlı manyak, gereksiz konuşmaları yüzünden beni rekorlar kitabına girecek hızda sinir hastası edip cinnet geçirmeme sebep
olabilirdi ve ben bu cinnetin akabinde yanımda duran vazoyu
ağzıma sokmak sureti ile intihar edebilirdim.Mustafa Doğukan’ın ev arkadaşı olarak kendini bana tanıtan
O nur Taylan isimli fiyonklu arkadaş tarafından aşırı dozda yayık ağız ve iğneleyici laf yüklemesinden beynim kendini üçüncü sınıf bir Amerikan gençlik korku filminde zannedebilir, akabinde ise oradaki en düz tip olarak m uhtem elen kendi kendimi
infaz edebilirdim - ki kafamdan bu teori geçerken bile kendi
cümlelerimin içinde boğulup kısmi bir beyin ölüm ü yaşadım.
Tuna’ya, ben bunlarla nasıl mücadele edeyim bakışı atmak için
başımı çevirdiğimde onun sinirden kırmızının hiç görmediğim
bir tonuna büründüğünü gördüm. Bu durum beni iyice korkuttu. Çünkü Tuna’yı bu hale getiren şey, çok net bir şekilde
beni komaya sokardı.
Bacak bacak üstüne atmış, kollarını göğsünde birleştirmiş
Gökçe, bana imalı imalı, “N eden gelmiştin sen tatlım?” diye
sordu. “Yani böyle pijamalarla falan, yataktan kalkmış gibi...”
Tek kaşını kaldırıp manidar bir gülümseme yerleştirdi yüzüne.
“Yani ben yatağa bile böyle girmem de... T uhaf geldi.”
“Nasıl giriyorsun ki?” dedim sessiz harflerle. Bomboş bir
cümleydi bu ama otomatik bir tepkiydi.
“Saten gecelikle!” diye bağırdı Gökçe.
Tuna şakaklarını ovarken, “Gökçe, sana bu evdeyken ba
ğırmamanı söylemedim mi ben!” diye bağırdı. Kendi kendine,
“M igrenim tu ttu ...” diye söylenmeye başladı. “İlaç içmem lazım,” diyerek ayaklandı ve odadan çıktı. Şükürler olsun ki m üstakbel katilim Gökçe de ciyaklamalar eşliğinde Tuna’nın peşinden gitti.
İçimden T una’nm beni ne düşünerek oraya getirdiğiyle ilgili
teoriler geçiriyordum. Aklıma gelen tek teori, piranhalara yem
etmek için yanma aldığı bir solucandan öte değildi.
Kanepeye iyice yayılmış olan Mustafa Doğukan, “Eee Yeld a...” dedi ismimi yanlış söyleyerek. “Sen de liseli misin bunlar
gibi?”
Yanındaki fiyonklu makarna, “Tırtıl kadar kız, bence maksim um ortaokul...” dedi. Dudakları küçük ve etli olduğundanyüzünde doğuştan “küçümsem e” ifadesi vardı, o sebeple bu
tavrı hiç şaşırtmadı. Ben daha cevap veremeden, Mustafa D o-
ğukan tekrar söze girdi. “Devir minyon kız devri. Bence bizim
yaşıtımız bile çıkabilir.”
“Liseliyim ben de,” dedim. Norm alde kuyruğumu asla indirmezdim ama o an o evde ne olacağını kestiremediğimden
kuyruğum bile beni bırakıp kaçmıştı. “Lise ü ç ...” dedim gereksiz bir dipnot vererek.
“Ben demiştim,” dedi fiyonklu. “Et var, can yok bu kızda.”
“O ne demek ya...” dedim çekinerek. “Niye herkes boyuma
takıyor benim, anlamadım k i...”
“Boyuna bir şey demedik. Vücudun diyorum ...” Ellerini
açıp kapatarak hayali bir meme efekti yaptı. “Çocuk gibisin.”
“O nur Taylan... Gitme kızın üstüne. Değerlenecek buralar.
Ben yatırım yapabilirim.”
Ellerimi refleksle göğsüme doladım. “N e demek o ya?” dedim korkarak. “N e yatırımı?”
“Sen en fazla bir seneye kuğu olursun diyorum. Lisede sana
çocuk gibi derler, üniversitede m inyon severler kulübünün
gözbebeği olursun. Klasiktir.”
“Öyle bir kulüp m ü var ya bizim üniversitede?”
“Yok. Az önce ben kurdum .” Mustafa Doğukan denen çocuk pişkin pişkin gülerek O nur Taylan’a döndü. “Bilmez misin
O nur Taylancığım. M udo, minyon sever!”
“M udo?” dedim anlamayarak.
“M ustafa...” dedi, ilk heceyi bastırarak. “Doğukan,” diye devam etti. “Mudo! Bana böyle hitap edebilirsin.”
“İyiymiş,” dedim.
Yanımdaki tekli koltuğa geçti. “Bu arada elin ağır m ıdır?”
diye sordu. Anlamadığımdan, boş baktım. “Elin diyorum?” diye
tekrarlayınca, “Biraz,” dedim. ‘Y ani... Daha çok kafa ısırırım
ama.”
“T ü h ,” dedi.
“N e oldu ki?” diye sordum merakla.Eli ağır kızlara yazılmıyorum da genelde... Aldatınca falan
sıkıntı oluyor.” Eliyle abartı bir sahte tokat efekti yaptı. “Yüzüm
kıymetlidir benim. Nem lendiricim bile iki yüz elli lira...”
Şaşırmak ile dehşete düşmek arasında bir yerde gidip gelirken kendi dediğine kendi güldü. Ben krem konusunda onun
şaka yaptığını düşünürken öyle olmadığını anladım. Ve bu durum beni dehşete doğru düşürmeyip direkt itekledi.
N eden anlamadım ama, M udo’nun benimle uğraşması
O nur Taylan’ı rahatsız etmişti. “M udocuğum, şimdi de reşit
olmayan kızlara mı yazılıyorsun?” diye laf soktu.
M udo onun lafını en boş suratla karşılayıp, “Kaç yaşındasın
Yelda sen?” diye sorarak bana pasladı.
‘Y aprak...” diye düzelttim.
“N e takvimine göre?”
Anlamayıp, “Ha?” diye kaba bir tepki verdim.
“N e takvimine göre Yaprak yaşındasın? Hani böyle Çin burcuna göre maym un falan oluyor ya... Öyle bir şey değil mi?”
Açıklama yapmak yerine onların saçma etkisinden benim
beynim de önemli noktalarda durmamaya başlamıştı. “O burç
değil miydi ya?” dedim düşünür gibi yapıp.
“Öyle miydi?” derken yüzünde en ufak şaşırma ifadesi yoktu.
Pes edip cevap verdim. “O n yedi...”
O nur Taylan’a dönüp gururla, “Bak, on yediymiş,” dedi
M udo. “Teom an’ın babasının öldüğü yaşta. Ben de on dokuz
yaşındayım. İki yaştan ne olacak?”
“Teom an’ın babası nasıl on yedisinde ölmüş ya?” deyip yine
takılacak en son şeye takıldım. “O sanki başka şarkı değil miydi?”
“H arbi... Bana da bir tuhaf geldi,” derken, kendi kendini
iç dünyasında ikna etmiş olacak ki ısrar etti. ‘Y ok canım, öyle
işte ” deyip konuyu tekrar bana getirdi. “H em bak, Teom an’ın
babası on yedi yaşında çocuk sahibi olmuş! Dem ek ki öyle kü
çük bir yaş değil on yedi..3381 kelime
