Hayatın beni “Allah Allah!” naraları eşliğinde tokatladığı bir
haftanın ardından, rahata erdiğimi sandığım o okul sabahı daha
gözlerimi açamadan kütüphane nöbetçisi olduğumu öğrendim
ve sınıfa girmeden, yarı açık gözlerle dört kat tırmanıp görev
yerime gittim.
O kulun m odem ve yeni havasının aksine, eski ve tozlu bir
havası olan kütüphane, aslında okulda en sevdiğim yerdi. Tadilat yapılmama sebebi bu havayı korumak mıydı, yoksa tamam en m üdürün pintiliği miydi bilmiyorum ama benim canıma
minnetti.
Çantamı sürükleyerek kütüphaneden içeri girdiğim anda,
içeride şimdiden birilerinin olduğunu fark ettim. İçimden, “Sabah sabah ne kitabı arıyorsunuz ya... Kargalar Kahvaltıda Ne Yer?
falan mı?” diye geçirip masama oturdum . Bir kız gelip elindeki
kitapları lap diye masaya bıraktı. Göz kararı kitapları sayıp esneyerek, “Üçten fazla yasak,” dedim.
Kız şaşırarak, “E zaten üç tane aldım,” deyince, uykusuzluktan çift gördüğümü fark ettim. Yalandan gülümseyip, “Hay
Allah,” dedim ve kitapları önüm e çekip kızın işlemini yaptım.
Kız kitaplarını alıp kapıdan çıkarken ona dil çıkardım. Sabah
sabah üç tane kitabı bir insan neden alırdı ki?
Bakışlarımı kapıdan çevirip masanın yanındaki rafın önünde
kendi aralarında konuşan iki kıza baktım. Bir tanesi ciyaklamakile ağlamak arasında bir ses tonuyla, “O kadar tatlıydı ki!” dedi
arkadaşına. Arkadaşı da buna aynı tonun daha çiğlikli versiyonuyla karşılık verdi. “Kızı kucağına alıp koştuğu sahnede delirdim! Hele o so n ...”
“Ama ben diğer çocuğa da üzüldüm ya... O da seviyordu
sonuçta. Benim bile aklım karıştı!”
“Allah bana iki güzel seven erkeği aynı anda iyi ki vermiyor.
Kıyamaz, ikisini de idare ederdim.” Kıkırdadılar. ‘Yani karakterlerin biri uzun zamandır seviyor, diğeri çok fazla mücadele
ediyor... Kolay karar değil.”
İlk başta bana sıkıcı gelen kitap fanlığı muhabbeti, birden ilginç bir hal aldı. Koltuğumda dikleşip konuşulanı daha iyi duymaya çalıştım. Ancak kızların m uhabbetinin tam ortasında bir
kızıl bela belirdi.
Elinde tuttuğu kitabıyla arkadaki rafların arasından çıkıp iki
kızın tam arkasında durdu. Bir süre çekilmeleri için beklese de,
kızlar onu takmadılar. Sanki bilerek ses çıkarmıyor ve sinir ibresini yukarı çekmeye çalışıyordu.
Sabah gerginliğini atmak için herhalde...
Tuna ısrarla tam arkalarında beklediğinden bir süre sonra
kızlar kaşlarını çatarak kafalarını çevirip ne istediğini anlamak
için Tuna’ya baktılar. Sabahları tadından yenmeyen Tuna, bu
hareket üzerine derin bir nefes aldı. Bu es, birazdan en az sekiz virgüllü, nefessiz söylenmesi m üm kün olmayan upuzun bir
cümlenin geleceğinin işaretiydi.
“Hayattaki tek galibiyeti karşı cinsten aldığı mavi tik olan
iki heyecanlı liseli kızın karın ağrısını çekmek isteyeceğim son
yer, almak istediğim kitabın bulunduğu rafın önüdür. Lütfen
düşünm e kabiliyeti, mesaj yazma hızına bölününce basit kesir
çıkacak olan sizler, ben içimden üçe sayana kadar önüm den çekilin.”
M uhtem elen dokuzuncu sınıf öğrencisi olan iki kız, panikleyip koşar adım kütüphaneden çıktılar, içeride Tuna’yla yalnız
kalınca ayaklanıp yanma gittim. O kitap ararken ben sırtına vurup, “Günaydın! Sabah sabah sinir egzersizi mi yapıyorsun?”
diye takıldım.
“Isınmayı az önceki arkadaşlarla yaptım, ter atmaya seninle
geçebilirim dilersen kitap paraziti,” dedi tek kaşını kaldırıp.
“N e oldu ya?” dedim olabilecek en gevşek tavırla. “H er zamankinden üç derece daha sıcaksın bugün.”
“O zaman aramıza koyman gereken azami mesafeyi artırmanı tavsiye ederim. Yanmanı istemem.” Raftan çektiği kitabı burnum a uzatıp, “Kaydet şunu,” dedi. Gözlerimi devirerek kitabı
elinden aldım ve memuriyet hayatı yaşadığım koltuğuma geçip
Tuna’nın kitap alma işlemini yaptım.
Kitabı ona geri verirken dönen deri koltuğumda kendi etrafımda usulca dönüp, “Nasıl, havalı mı makamım?” diye sordum
ortamı yumuşatmak için.
Küçümseyen küçük bir gülümseme eşliğinde, “23 N isan’da
belediye başkanı olan ilkokullu gibisin,” dedi.
Ben bir anlık hayal kırıklığıyla ona bakarken, o kütüphaneyi
havalı bir şekilde terk etti.
W *
O gün, şanssızlığımın en yakın arkadaşım olduğu bir gündü.
Okum a oranı çok düşük olan coğrafyamızda, kitap seven tek
canlılar bizim okuldakilermişçesine yoğun bir trafik vardı öğ
lene kadar. Diğerleri dersteyken de telefonumda deli gibi oyun
oynadım. Arada bizimkiler dersten kaçıp yanıma geldiler. Bazen teneffüslerde yardım ettiler.
Okul çıkışma son iki ders kala kitap alma trafiği ve şarjım
aynı anda azalmıştı. Ders başlayınca dönen sandalyemde dönmekten başka bir alternatifim olmadığından kendi etrafımda
döne döne oturuyordum ki, kütüphaneye yanında iki iri çocukla Barış girdi. Barış ebleh ebleh gülüyor, yanındakiler ise stresli
görünüyordu. Yüzüm ü buruşturup ayağa kalktım. Başım döndüğü için kendimi güç bela toparlayıp yanlarına gittim.“Şşş, buranın bekçisi benim. Benim iznim olmadan at süremezsiniz burada. Hadi yallah...” Elimle gitmelerini işaret ettim.
Çocuklardan esmer olan rahatsız bir ifadeyle, ‘Yardımına
ihtiyacımız var... Birkaç ders, ayılana kadar Barış’ı burada saklaman lazım,” dedi.
Bunu hiç beklemediğim için birden şoke olup, “Ne?!” diye
bağırdım.
Yüzünde geri zekâlı bir ifade olan Barış, bu tepkim üzerine
kahkaha attı.
Arkadaşlarından diğeri, olaya açıklık getirmek için söze girdi. “İçip içip gelmiş okula. Şu an antrenman var. Koç bunu bu
halde görürse bu defa kesin yakar çırasını!” Sesindeki endişe ve
öfke aynı anda hissediliyordu.
Elimi belime koyup arkadaşlarından destek alarak ayakta duran Barış’a baktım. “U lan ayyaş Sırık...” dedim kendi kendime.
“Eee, evine yollayın!”
“Kızım bir iki ders idare et işte! Senin şu toraman arkadaşını
hastanede ziyaret ettiği gün koçtan kırmızı kartı gördü. Bu defa
kesin diskalifiye olur... Anladın mı?”
Yüzüme sabah programı sunucusu şoku yerleştirdim. “Ayıp
y a...” dedim Barış’m koluna girip. “Valla yuh yani... Vicdan
yaptırın bana h em en ...”
Ben koluna girince, ikisi de aynı anda bıraktılar Barış’ı. Bir
çocuklara, bir bana sırıtan Barış’a baktım. Aklıma asansörde
kaldığımızda sarhoş olup ona küçük çaplı işkence edişim geldi.
Erken pes edip kafamı tamam der gibi huzursuzlukla salladım.
“Tamam hadi yok olun siz, idare ederim ben.”
Yani umarım.
Barış kocaman bedenini dengede tutmakta güçlük çekerek
kütüphanede ilerliyordu. Yüzümde başıma gelecek belaların
ön izlenimi olan bir tedirginlikle bir kapıya, bir Barış’a baktım.Yapacak pek de bir şey yoktu. Bu iyiliği zaten herhangi birine
de yapardım. Bir de o kişi birkaç defa bana yardım etmiş Barış
olunca... Kollarımı iki yana açıp, “Hoş geldin bel!” diye bağırdım. En azından zil çalana kadar kötü bir sürprizle karşılaşmamak ve Barış’ın oradan kaçmasını önlemek adına hızlıca arkamı
dönüp kapıyı arkadan kilitledim. O beş saniyelik arada arkamdan öyle bir ses geldi ki, zaman kavramı konusunda tereddüde
düştüm.
Beş saniyede volkanik bir dağ patlar mıydı ki? Hem kütüphanede
volkanik dağın ne işi vardı? Deprem? Çığ? Göktaşı? Ahh, yok... Sadece bizim sarhoş ayıymış...
içimdeki sarkastik ve öfkeli Yaprak’la küçük bir soru cevaptan sonra suratıma yerleştirdiğim ultra sinir bastırıcı ve yüz
kaslanmı koruyucu gülümsemem, arkamı dönm em le anında
düştü. Barış, benim saatlerce uğraşıp düzenlediğim seyyar kitap
rafını devirmiş, boylu boyunca kitapların içinde yatıyordu.
“Kültürlü ayı!” diye bağırdım onu öyle görünce. “Boyu bir
seksenden uzun olanlara içmeyi yasaklasınlar ya! Şehre inen bir
bizon sürüsünden daha tehlikelisiniz çünkü!”
Kocaman bedenini kaldırabilmek için kolundan tutup onu
kendime doğru çektim. Ama elbette bir su bidonu kadar oldu
ğumdan, sarhoş bizon tarafından kitap yığınının içine çekildim.
Ben kitaplar arasında debelenirken, ‘Yaprak deprem mi oluyor
ya?” diye sordu sarı kafa. Kendimi yığından kurtardığım sırada elime geçen ilk kaim kitabı Barış’m kafasına fırlattım. “Ha,
deprem!” Sesim beklediğimden öfkeli çıkmıştı. Bunda deli gibi
acıyan kaba etimin etkisi büyüktü. “Birazdan öyle büyük bir
deprem olacak k i...” diye tıslarken kendi kendimi sakinleştirip
ayağa kalktım.
U ç defa derin nefes alıp Barış’ı kaldırmayı tekrar denedim.
Bu defa daha kontrollü olduğumdan beni hemen yanma çekemedi. Bir elimle büyük raflardan birinden destek alıyor, diğer
elimle alkolü emen bir sünger gibi ağır olan Barış’ı kıpırdatmaya çalışıyordum. Ama bu çabamın en ufak bir etkisi olmadı.Pes edip başka yöntemler bulmaya çalıştım. Gıdıkladım,
gülmedi. Çimdikledim, hissetmedi. Tekmeledim, etki etmedi.
Ben bunları yaparken, kitap yığınının arasında bana bakıp gülen
bir Sırık vardı sadece. Giderek daha da korkunç ve sinir bozucu
bir hal alıyordu bu durum.
O n dakikalık uğraşın sonrasında pes edip kütüphanenin tam
ortasına çöktüm. Sırığa hem sinirliydim hem de onun için endişeleniyordum. Kendimi aynı anda suçlu, yetersiz ve şanssız
hissediyordum. Ağlamama birkaç saniye kalmıştı ki, Sırık kendi
kendine kıpırdanmaya başladı. O kadar yorulm uştum ki onu
kaldırmak için ayağa kalkmam gerektiğini biliyor ama beceremiyordum. Ve birkaç dakika boyunca, onun kitap kapakları orasına burasına batarken bedenini güçlükle kontrol etmeye çalışıp
ayağa kalkmasını izledim.
Nereden baksan, komik bir görüntüydü. B urnum un ucundaki ağlamayı, tek nefeslik bir gülüşle içeri attım. Ayağa kalkıp
hem en sarı kafanın yanına gittim. Masaya tutunarak dengede
durmaya çalışıyordu. ‘Yavaş yavaş...” efektiyle koluna girip onu
yandaki sandalyeye oturtmayı denedim. Ama beceremeyip kendini masanın üstüne bıraktı. Masanın üstündekileri de olduğu
gibi aşağı...
Bir adım geri çekilip o sanatsal görüntüye baktım. Elimi cebime atıp şarjı bitm ek üzere olan telefonum u çıkardım. N o rmalde şarjım yüzde onun altına düştüğünde, bunu hissedip de
şaıjı azalmasın diye elimi bile sürmezdim. Ama o görüntünün
fotoğrafını çekmesem sanat benimle on yıl konuşmazdı herhalde.
“Biliyor m usun Sırık?” dedim sakin bir tavırla.
“H m m m ?” diye bir ses çıkardı yattığı yerde.
“Şu an Mona Lisa tablosu gibi bir görüntüyle karşı karşı-
yayım.” Telefonum un tuş kilidini kapatıp cebime tıkıştırdım.
‘Y ani... Ayı mı, yoksa bizon m u olduğunu anlamadığım bir
canlı. Sağa gidiyorum ...” Bir adım yana kaydım. “B izon...”
Daha sonra usulca sola kaydım. “Buradan bakıyorum ... Ayı.”Kafasını kaldırıp güçlükle birkaç milim açabildiği gözleriyle
bana baktı. “A nlam adım ...” dedi beklediğim gibi.
“Sen uyu sarı. U yu ki, bin tonluk bedenini uykunda etkisiz
hale getirip yok edebileyim!”
N e yapacağımı bilmeden kendi etrafımda yüz seksen derece
tur attım. Dağılmış kitaplar, masanın üstünden yere dökülen
kalemler, kâğıtlar, defterler... Bir kütüphanenin nasıl görünmemesi gerekiyorsa, o an bizim kütüphane öyle görünüyordu.
Saate baktığımda teneffüs zilinin çalmasına yalnızca birkaç dakika kaldığını gördüm.
“Eyvah... Bizimkiler kesin yanıma uğrar!” Panikle Barış’a
koşup onu sarsmaya başladım. “Sırık kalk, seni saklamamız lazım!”
Kafasını hafifçe kaldırıp, “N e olur azıcık bırak da uyuyayım ,” dedi ağlamaklı ağlamaklı.. “Rüyalar kızı dedim diye mi
uyutmuyorsun beni?”
“Demagoji3 yapma bana, sarhoş!” dedim. Kendi dediğime
kendim güldüm.
Barış, sarhoş kafayla, “Dem a-ne?” diyerek dediğimi anlama
çalışıyor, ben onu masanın altına itmeye uğraşıyordum. Güç
lükle aşağı itince, canını biraz yakmış olacağım ki yerde hom urdanmaya başladı. Masanın arkasına geçip iyi olup olmadığını
kontrol ettim.
“İyi misin? Kırılmadı değil mi bir yerin?”
Aniden durdu. Kırmızı gözlerini, gözlerime dikti yattığı yerde.
Om uzlarından tutup, yüzüme endişeli bir ifade yerleştirdikten sonra, “Bak Barış!” dedim. “O n dakika saklamamız lazım
seni. H em öğretmenlerden, h e m ...” Hafifçe öksürdüm. “H em
öğrencilerden... Böyle görmemeliler seni. Tamam mı?”
“Saklanmam mı lazım?” diye sordm
Kafamı salladım.
5 Kendini acındırma hali.Parmağıyla göğsümün solunu işaret etti. “Keşke orada saklanabilseydim.”
“Bizimkiler sarhoşken şampuan içiyor, elin oğlu dünyanın
en romantik insanına dönüşüyor... Garip şey şu içki...” diye
geçirdim içimden. “Boş konuşma da gir şunun altına, had i...”
Barış’m koca cüssesini masanın altına itmeye başladım. Az önceki tavrının aksine, birden saldırgan hal aldı. “Girmem ben
oraya!” diye bağırmaya başladı. Polis arabasına suçlu bindirilirken polislerin suçlunun kafasını tuttuğu gibi, Barış’ın kafasını
tutup masanın altına soktum. O ise, “Ben iyiyim, bırak!” derken
kafasını masaya çarptı.
“Oğlum bayılacaksın ya! Bir uslu dur işte!”
Kafasını tutup masanın altında kendini geriye attı Barış.
Kendi kendine küfür etmeye başladı. O sırada okul zili çaldı.
Ben iyice panikledim. Elim ayağım titremeye başladı. Öğretmenler görse ayrı, bizimkiler görse ayrı... Ali görse apayrı bir
cinnet sebebi... Ayağa kalkıp panikle Barış’ı birkaç dakika o masanın altında tutacak bir şey aradım. Yeni gelen kitap kolilerinin
arasına karışan mezuniyet süsleri kolisinin içinden parti süsleri
aldım. Süslerden biriyle Barış’ın elini ve ayağını bağladım. Koli
bandıyla da ağzını kapadım. Yarım aklıma daha iyi bir fikir gelmiyordu. Elini kolunu güçlükle kontrol ettiğim Barış, aniden
kocaman bir hediye paketine dönüşmüştü.
Kapının dışından gelen sesler iyice yükseldi. Biri kapıyı aç
maya çalışıp açamaymca kapıya vurmaya başladı.
Panikle, “Dolu!” diye bağırdım.
Kahkaha sesi geldi. Ben ise neredeyse zılgıtlı ağlama krizi
eşiğindeydim. Sırığın dağıttığı kitapları ittirerek masanın arkası
na yığdım. O na nefes alacak bir boşluk bırakıp, “N e olur zorluk
çıkarma, her şey senin için. Üç dakika dayan tamam mı?” deyip
tepkisini bile ölçmeden kapıya koştum.
Kapıyı açar açmaz karşımda Ali ve O ğuz’u gördüm. “N e
oldu ki?” dedim yalandan gülerek. “Bir şey mi oldu?”
Ali bana endişeyle baktı. Oğuz ise gülerek, “Kanka kapıyı tıklattığımızda dolu demen muazzamdı! Tam olarak Oğuz
Ü nal mizahı!” dedi. Sonra beni kenara itip elindeki lolipopu
yalayarak içeri girdi. Ben O ğuz’u kontrol edeyim diye kapıdan
ayrılınca Ali de içeri geçti. Ali meraklı bir ses tonuyla, “N e oldu
burada böyle? Savaş alanı gibi...” diye sordu.
“O ndan açamadım kapıyı işte,” diye bir yalan uydurdum.
“Devirdim buraları, öğretmen falan sandım sizi d e ...” Oğuz
zıplayıp masanın üstüne oturdu. Ben de kontrolü sağlamak adı
na hem en yanına oturdum . O kadar gergindim ki, eklemlerimi
oynatamıyordum. “Eee, her teneffüs gelmenize gerek yoktu
yahu,” dedim. “Son ders zaten... İdare ederdim,” derken, Ali
tam önüm e gelip susturdu beni. Ellerini cebine atıp kaşlarını
hafifçe çattı. “İyi misin sen?”
Yutkundum . Elimi telefonuma atıp telefonum u çıkardım.
“Şarjım yüzde beş falan kaldı... Gerginim,” dedim. “Hep böyle
oluyor. Nöbetçi olduğum günlerde şarj aletimi evde unutuyorum. Sonra oyun oynaya oynaya...” Panikten düştü düşecek
olan hayali çenemi tam dizime değmeden yakaladım ve sustum.
“Gerildim ya işte... Zor bir gündü,” diye geçiştirdim.
Ali gülüp yanağımı sıktı. “Çıkışta köşedeki kafeye gitmeye
karar verdik. Sık dişini,” dedi. Gülümsemesi o kadar sıcaktı ki,
kendimi suçlu hissettim. Kafamı hızlıca sallayıp Ali’yi onayladım.
Ü stünde oturduğum uz masanın altında Barış’ın olduğunu
düşündükçe boncuk boncuk terliyordum. Konuyu değiştirebilmek için yanımdaki O ğuz’a döndüm . “Emmesene oğlum şu
şekeri öyle,” dedim. U m urum da olan son şeydi bu ama aklıma
başka bir şey gelmemişti.
“Em m e mi?” dedi Oğuz. “Lolipop emmek diye bir tabir yok!
Em cürm ekvar. Lolipop em cürülür.”
“O ne ya?” dedi Ali gülerek. “Mese lügati mi bu?”
Oğuz, “Aynen,” diye yanıtlayıp lolipopu tamamen ağzına
soktu. Sonra şekerin çubuğu aşağı yukarı hareket ederken, “Lü
gat ne?” diye sordu. Cevap vermedik. Kendi kendine, “Sizceyanlamasına ağzıma sokabilir miyim? Çubuğuyla?” diye sordu.
Ben gerginlikten bakmadım, Ali ise umursamadığı için kafası çevirdi.
Oğuz, “Çok sıkıcısınız ya! ikinizde de bir haller!” deyip her
zamanki yalancı dramatik tavrıyla masadan atladı. “Gidiyorum
ben!” deyip kapıya doğru hareketlendiğinde iç sesim, “Cafer oğ
lum, sırası mıydı çişin,” dedi, ikisinin birlikte gitmesi lazımdı!
Oğuz kapıyı çekip çıkınca panikleyip ben de masadan indim.
Ama ayağım yerle üç saniye buluşamadan, Ali beni tekrar masaya oturttu. Elimle masadan destek alıp kendimi hafifçe geri
ittim. “Okuldayız Ali,” dedim.
“Biliyorum” deyip, elini masanın üzerindeki elimin üzerine
yerleştirdi. “Bir şey olmadı değil mi? Biraz... tuhafsın.”
“Yok yok... N e olacak ki? M üdür çok yordu beni. Bir de
ortalığı böyle m ahvedince...”
‘Yardım edeyim mi toplaman için? Bir şey uydururum öğ
retm ene.”
Elimi panikle çekip gerek yok der gibi sallamaya başladım.
‘Yok yok, ben hallederim. Sen derse gir.”
Birkaç saniye hiçbir m im ik yapmadan paniklemiş yüzüme
baktı. Gözlerini hafifçe kısıp, “Sen kesinlikle bir şeyler çeviriyorsun Yaprak,” dedi.
O an kalbim o kadar hızlı atmaya başladı ki, krizi fırsata
çevirebilmek için Ali’nin elini alıp kalbimin üstüne koydum.
“Okulda yalnız kaldık ya... Heyecanlandım,” dedim yalandan.
Kalbimin üzerindeki elini çekip iki eliyle yüzüm ü avucuna
aldı. “Çok tatlısın biliyorsun değil mi?” diye sordu gülümseyerek. Ellerinin yanağımdaki baskısıyla büzüşen dudağıma minik
bir buse kondurup hızlıca kapıya yöneldi. “Çıkışta görüşürüz!”
deyip kapıyı açtı. Kapıdan dışarı çıktığı gibi kafasını geri içeri
uzattı. “Kontrolsüzlüğüm için özür dilerim, dayanamadım!”
Kapının son kez kapandığı an omuzlarım düştü. ‘Yalandan
ar damarım, sır saklamaktan göbeğim çatladı...” Birkaç saniye
soluklanayım derken aklıma aniden Barış geldi ve korkuyla masanın arkasına zıpladım. Ayağımın altındaki kitapları ve kolileri
itekleyip hediye paketime baktım. Güçlükle kıpırdattığı gözkapaklarını ağır çekimde hareket ettirerek masanın altından bana
bakıyordu. O nu oradan çıkarmak yerine masayı iyice itip Barış’a
yer açtım. “Ö zür dilerim ... Ama senin için...” derken bir ayak
sesi duydum. Barış’ın kolundaki mavi parti süsünü çözmeye çalışan ellerim titremeye başladı. Korkarak kafamı kaldırdığımda
onu gördüm.
Lolipopu yanlamasına ağzına sokmuş O ğuz’u.
Oğuz, şaşkınlıkla bana ve Barış’a baktı. Lolipopu tükürükler
eşliğnde ağzından güçlükle çıkarıp, “Kanka, ben lolipopu soktuğum u göstermeye gelmiştim am a...” dedi. Kaşlarını merakla
hafifçe kaldırıp paket ğ b i görünen Barış’ı işaret etti. “Barış’ı mı
kaçırdın, yoksa böyle fantezileri barındıran ğzli bir aşk mı yaşı
yorsunuz?” diye sordu.
Ayağa kalkıp O ğuz’un yakasına yapıştım. “Oğuz bak bu aramızda sır tamam mı? Sadece Barış’a yardım ediyorum ben. Anlatacağın sonra sana. Tamam mı?”
Oğuz yüzüne yaramaz bir ifade yerleştirip gülerek, “Anladım ben kanka,” dedi. Göz kırpıp her şeyi yanlış anladığna yemin edebileceğim bir ses tonuyla, “Çok iyi anladım,” diye kendi
söylediğni pekiştirdi. “Sırrın bende güvende... Hiç korkma.”
Ellerimi O ğuz’un yakasından çekip kendimi duvara dayadım. “Oğuz y a...” dedim ağlamaklı bir halde. ‘Yanlış anladın
sen şimdi kesin.”
Oğuz gülerek geri geri ğtm eye başladı. ‘Y ok yok... H er şeyi
anladım ben. Sıkıntı yapma. Eros Oğuz şimdi buradan ğ dip
bunları unutacak. Aşka saygım her zaman sonsuz,” dedi. “Ben
diğer sığırları idare ederim. Korkma,” diye kendi kendine saç
malarken ben çoktan pes etmiştim bile. Oğuz kapıdan çıkarken
çoktan yapmam gerekeni yapıp Barış’ı çözdüm.2795 kelime
