00- Yıllar Önce

30 5 3
                                    

-) Yıllar önce, Gizem Diyarı'nda...
 
   Göğüs kafesinin içi daha önce tadımlamadığı bir huşuyla dolup taşarken kalp atışları hızlandı; bu gerçekten heyecan vericiydi! Dysis’in sesi yavaş yavaş uzaklaşıyordu… Kulakları dışarıdan gelen her türlü sese karşı beyninin derinliklerine yalıtım sağlarken, iç sıkıntısı aheste aheste dibe batıyordu... Sanırsa başarıyordu... İnanç, neye karşı olursa olsun, inancı tanımlayabilene en güzel sığınaktı vesselam; mahpus hislerin kurtuluş hakimi, arşın en can alıcı ezgisi. Kendiliğinden yükseliyordu kendi kendine, sonunda dönüp bakabilecekti bendine, dakikalar geçirdi ‘hiç bitmesin’ diye diye… Çok geçmemişti, feryatlar gardiyanı oldu. Yakarışlar kulaklarında bomba etkisi yaratırken yaptığı şeye derhal son verip doğruldu. Önce “Mavi giymedin ondan oldu!” diye şakalaşsa da kendiyle, bastığı zemin sarsıldığında tüm neşesi kaçıverdi. Kara gözlerini harabe evinin dökük pencerelerinden dışarı verirken, dakikalardır biriktirdiği huzur yok olup gitti. Gördüğü şey gerçek miydi? Cayır cayır yanıyor muydu Köyler’in Merkez’i! Hiç de iyi şeyler söylemeyen iç sesini bastırmak ister gibi, muazzam bir atakla dünden kalma esvabına heybetini ancak kuşatan bir cübbe geçirdi. Ateşlere doğru koşmaya başladı, kel kafası sıcaklamıştı, sakallarından çok daha hızlı beyazlamış olan kalın kaşlarının arasından terler akıyordu. Uzun yıllardır böylesine koşmamıştı, nefesleri boğazını yakmaya başladığında durup soluklandı. Patlama sesleri arasından kulaklarına dadanan “Teoman geliyor!” nidasıyla yeniden atıldı. Kalabalık artmaya başladı, neredeyse tüm köy merkezde toplanmıştı. Kulakları çınlıyordu, etrafında süzülen ateş okları gözlerini buğulandırmıştı, sanırsa tansiyonu çıkıyordu; umursamadı, İnsanlar ölüyordu! Sonunda varmak istediği evi gördüğünde yavaşladı, kapısının açık olması bakışlarını dehşete uğrattı. Yaklaştığında ikizlerin ağlama seslerini duydu, içeri girip beşiklerine gittiğinde ağlamaktan ikisi de mosmor olmuştu, “Maral!” diye bağırdı ancak cevap alamadı, “Maral! Evde misin!” Dışarıda gümbürdeyen sesler, içerideki ölü sessizlikle bir olup yutkunmasına neden oldu.
   Elbette evde değildi! Belli ki Teoman’ın peşinden gitmişti! Gitmeliydi! İkizleri burada bırakamazdı, kim bilir belki de ölüm fermanı hepsi için verilmişti ancak yapmalıydı elinden geleni.  Kundaklarıyla birlikte birini sağ, birini sol koluna aldı. Dışarı çıkıp ateşler içinde aranmaya başladı, yavrucakların annesiz ve babasız kalmalarına dayanamazdı, en yakın dostlarının yok olmasına katlanamazdı! Ne tür bir belaydı ki bu, İnsanlar birbirlerine kıyıyorlardı! “Bebekleri kaçırıyorlar!” diye bir ses duydu ötesinde, dönüp baktı, baktığı kişi korkarak tutuşan bir ağacın ardına saklandı, “Teoman’ın bebekleri kaçırılıyor!” Bebekler hiç susmadı, küçücük bedenlerinden çıkabilecek en güçlü feryadı atıyorlardı, boğazları yırtılacaktı. Yanı başına düşen bir ateş topuyla sendeledi, düşecek gibi olup toparladı. Sol bacağına bir ok saplandı, yalpaladı, hiç durmadan arandı, vazgeçmek üzereydi ki buldu aradığını, keşke vazgeçseydi... Maral hemen ötesinde feryadı basıp Teoman’ın bezden farksız bedenini sarsarken, acıyla kavrulup yok olacakmış gibi perişandı, perişanlığı fazla sürmedi, ölümün nefesi onu da esir etti; gözlerinin önünde patlayan son ateş, dostlarını alıp gitti... Baştan aşağı titredi, sol ayağına saplanan okun acısı büyüyerek bedenini ele geçirdi. Oracıkta, dizlerinin üstüne çöküp, onlarla birlikte gitmek istediyse de, beyninde biri erkek biri kadın iki ses filizlendi, “Onlara bakarsın dimi Basagar? Bakma öyle, ben ciddiyim, söz ver bana... Olur ya... Gizem Diyarı’ndayız...”
   “Teoman sana hep güvendi, sen bizim için bu ailenin en önemli parçasısın, sen olmasaydın, nasıl bir araya gelirdik ki...” Gözlerine hücum eden ıslaklığı ikizlerin kundaklarına silerek ayaklandı. O vakitten sonra saniyeler ve dakikalar uğultuda kalmıştı; uzaklaştıkça uzaklaştı. Neredeydi hikmeti, neredeydi yardımı?.. Tek gece de olsa, nasıl bırakmıştı Teoman ve Maral’ı... Gözleri karardı. Hayatında yalnızca bu iki yavrucak kalmıştı, yitiyordu hayatın anlamı... Ne kadar süredir yol aldığını bilmiyordu, ellerinde tuttuğu bebekleri sakinleştirmeye çalışmadı; bağırsınlar istiyordu, yeri göğü inleterek dökseydiler tüm acıları. Karşısına o kadın çıkana kadar da durmadı. Yeniden kendine geliyordu, Anusia Ormanı’nın ıssız bir köşesinde ona yalvarır gibi bakan siyah saçlı, kahve gözlü bir kadın vardı; evet biliyordu, Suna’ydı adı... Neden buradaydı, onca şeyden sonra ne istemek için karşısına çıkmıştı?!.. Görmezden gelerek hızlandı. “Dur!” dedi Kadın arkasından, “Lütfen dur Basagar!”
   “Git yolumdan!” diye tersledi Basagar, Kadın önüne geçmeye yeltendiğinde geriye doğru hamle etti.
   “Buraya seninle uğraşmak için gelmedim!”
   “Ne için geldin öyleyse!” diye hiddetlendi Basagar, olduğu yerde durup yüzünü Kadın’a döndü, “Söyle  ne için?!” dedi ikizlerin feryatlarını bastırmaya çalışarak.
   “Savaş bitti, yirmiye yakın kişi öldü, geri çekiliyorlar...”
   “Eminim mutlusundur! İkisi de öldü! Anlıyor musun?! İkisi de!”
   “Yapma.” dedi Kadın ağlamaya başlayarak, dayanamıyormuş gibi bir hali vardı, ikizlerin ağlamalarına kulak verdiğinde hıçkırmaya başlamıştı. “Buraya senden, senden, onları istemeye geldim...”
   Basagar beyninden vurulmuşa döndü, puslanmış gözleri öfkeyle kasıldı,
   “Ne cür’etle! Ne hakla!”
   “Hiç sahip olamayacağım bir şey istediğimi biliyorsun!.. Lütfen... Bana ver onları...” diye yeniden hıçkırdı Kadın.
   “Zalimlere müstahak!”
   “Ben zalim değilim! Bana bunu yakıştıramazsın! Pişmanlıkları olan bir kadınım ben, bazen hatalar yapabilen sıradan bir İnsan...” Basagar içine nükseden merhamete karşı kendinden utandı, aynı anda elinde tuttuğu ikizleri kanından ayırmayı düşünüyor olmaktan da. Nasıl bakacaktı ki yavrucaklara? Bir anne, bir baba olmasa da, kendi kanları ısıtırdı belki içlerini... Teyze, anne yarısıydı, böyle derlerdi... Nefesi yalnızlık kokan hayatı, ikizler için hiçbir anlam ifade edemezdi... Söz vermişti, sözünde duracaktı da, bebekler Suna’nın kollarındayken, hayatı boyunca göz kulak olacaktı onlara...
   Hayır, yapamazdı, en azından biri için, biri için kendini yetiştirebilirdi, “Seç birini...” dedi bir anda. Bunu neden yaptığını bilmiyordu da, ama o an için en doğru olan şeyin bu olacağını düşünmüştü. Suna, amacına ulaşamayacağını bilerek gelmişti belli ki, Basagar’ın birini seçmesini söylemesi bile onun için paha biçilemez bir mutluluk oluverdi; biraz şaşkın, biraz da hevesliydi. Uzattı elini... “Verme...” dedi Basagar’ın beynine dolan bir ses, “Hiero’yu verme...”
   Basagar şaşkınlık içinde Suna’nın Hiero’ya uzanan eline Agenos’u verdi, “Daha çok ağlıyor.” diye de bahane etti. Suna heyecanla Agenos’u kucaklayıp yatıştırmaya çalışırken şaşkınlığını belli etmeden ekledi, “Ama bilesin Suna, senin vefasız kalbine asla güvenemem. Bu çocukları birlikte büyüteceğiz.”
   “Saray’a götür...” dedi aynı ses.
   Basagar irkilmişti, tüyleri diken diken oldu. Beti benzi atmış vaziyette Suna’nın sevinçten ışıldayan gözlerine bakarken, düşündüğü son şey düşünmekti... “Onu köyüne götür.” dedi titrek bir sesle, “Ben arkandan geleceğim...” Suna yavaş yavaş sakinleşmeye başlayan Agenos’la birlikte yanından ayrılırken Basagar donmuş vaziyette gözlerini kucağındaki bebeğe dikip öyle baktı ki, bebek oracıkta susuverdi; dudağını büzmüştü, minik gözlerinden yanağına doğru susmasından az önce akan yaşlar süzülüyordu, "Barlas..." diye içten içe ürperdi, "Hiero Barlas..."
   “Saray’a götür...” diyerek yineledi ses.
   Basagar tüm uzuvlarının uyuştuğunu hissediyordu, sanırsa biraz da korkuyordu. Saray’a doğru yön değiştirdi.  Sadece on dakika... On dakikada nasıl da uçuruma sürüklenmişti zaman; nasıl bu denli yıpranmış, yıpratmıştı an?    Deliriyor muydu yoksa? Yoksa... Kim konuşurdu ki onunla?.. Anusia’nın anaç yaprakları arasında, sövüyordu yalnızlığa. Yüreği beyninde vuku bulan o haşmetli sese karşı tir tir titriyor, biraz da sızlıyordu. Neden Saray’a gidiyordu? Elindeki bebekten kim ne istiyordu?.. Düşünceleri yaşadığı olayın manevi zehrinden arınırken, endişelenmeye başladı, sahi, kim ne istiyordu ki? Kime ne için güvenecekti? İçinde bulunduğu durumun ehemmiyetine yeni kavuşmuştu, Köprü’ye varana yakın olduğu yerde durup etrafına bakındı; hiç mi biri olmazdı? Bir İnsan, Bir Celden, Bir Dalboy? Herhangi bir şey, onu anlayabilecek herhangi bir şeyin karşısına çıkması için yalvardı, keşke Suna’ya bundan bahsetseydi... Sol bacağının sancısı beynini dürtükledi. Daha fazla duramazdı, korkusundan, henüz saplanan oku bile çıkarmamıştı, durmak yürümekten çok daha sancılıydı! Yoluna esefle devam edip, endişe içinde Köprü’ye ayak bastı. Belki Saray’da onun için de bir şeyler yapabilirlerdi, Alaycı Köprü’nün uzayan zeminini hızla aşmaya başladı. Ortasına varmıştı ki Körpü birden çatırdadı. Ardı arkası kesilmeyen çatırtılar sonrası korkuluklar çökmeye başladı. Köprü’nün ani sarsılışıyla elindeki kundak öteye fırladı, dehşet içinde bebeğe doğru atılmıştı ki ok bacağının içindeyken kırıldı, yeni bir sarsılışla bebekle birlikte Kutsal Nehir’e doğru düşmeye başladı. Gözleri kararır, yükseklik başını döndürür, zemin yükselirken gökyüzü geceye karıştı...
   Gün ışığı göz kapaklarının üzerini turuncu beneklere boğarken ayılmıştı, oldukça ıslaktı, önce nerede olduğunu anlayamadı, gerçeklik algısı bir süre sallantıda kaldı. Ardından geceden kalma dehşetiyle gözlerini açtı, sol bacağına saplanan ok nehrin akıntısına kapılmış olmalıydı, oysa kırıldığında uzun müddet çıkaramayacağını düşünüp korkmuştu. Cübbesi kıyıdan fırlayan bir ağaç köküne takılmıştı, belden aşağısı nehrin içindeydi. Anlaşılan akıntıya kapılan yalnızca ok değildi, derken içi cız etti, yeni aklına geliyordu, o halde bebek de... Bebek de sürüklenmişti. Gözlerinden yanağına inceden inceye gözyaşları boşaldı, hıçkırarak ağlamaya başladı, perişan durumdaydı, her şeyden vazgeçip kendini nehre bırakıyordu ki yukarıdan bir ağlama sesi geldi. Gözyaşları elemden neşeye doğru evrilirken yukarı baktı, zeminle arasında iki metre vardı, kökleri kavrayarak tırmanabilirdi, kalan son gücüyle kendini yukarı çekti. Nehrin suları bacaklarını terk ederken, sol bacağını kullanamadığını fark etti ancak içindeki sevinç öyle büyüktü ki bunu önemsemedi. Zemine çıktığında hemen yakınlarında duran kurak bir ağacın uzunca bir dalını kopararak kendine dayanak yaptı. Sesin nereden geldiğini anlamak için etrafına baktı. Buradaki tüm ağaçlar kuraktı. İyi ama sonbahar değildi ki? Yoksa Kurak Orman’da mıydı? Nehir buraya kadar getirmiş miydi onları? Ağlama sesi yinelendi. Çevresine daha da engince bakıp anlamaya çalıştı, gerçekten de öyleydi; burası Kurak Orman Korinna’ydı. Sahi, ağlama sesi sandığı kişiden mi geliyordu?
   İçini ufak ama tesirli bir korku sarsa da sesi takip edip kaynağına ulaştı. Hiero, minicik bedeniyle yerde emekliyor, ne olduğunu henüz tahmin edemediği büyükçe bir kayaya doğru gidiyordu. Ellerinde büyüyen ikizlerden birinin emeklediğine şahit olmak paha biçilemezdi ama nasıl olmuştu da tüm bunlar oluyordu? Nehir’den nasıl çıkmıştı? Nasıl ansızın emeklemeye başlamıştı? Hızlanmaya başladı, “Yaklaşma...” dedi aynı ses…
   Ne yani bu sesin sahibi Hiero’nun kendisi miydi? Ama olamazdı, “Verme...” demişti ses, “Hiero’yu verme...” Onu sürekli uyaran sesin amaçladığı, içindeki önlenemez içgüdüyü bastırmak olsa da, tam tersine daha da hızlandı, kızmıştı, öfkelenmişti, korumaya ant içtiği bu bebeği sahiplenecekti. Yeterince yaklaştığında emekleyen bebeğe hamle etti. Korinna’nın kurak ağaçları ansızın hareketlendiğinde dehşete kapılıp ürperdi, içindeki korku derinlerden yükselip tüm uzuvlarını ele geçirdi. Diyar ona karşı cephe almıştı, öyleyse konuşan, onunla konuşan da- Bebek yeniden ağladı ancak hiç durmadı. Önlerindeki kaya titreyerek yarılmaya başladığında Basagar neler döndüğünü anladı; bu bir Geçiş Kayası’ydı! İyi ama kim tarafından, neye karşı korunmak için gönderiliyorlardı? Açılan yarığın içinde bembeyaz bir ışık kümesi belirmişti. Basagar ışığın içinde kaybolan bebeğin peşine giderken, fikrinde nice düşünceler cereyan etti: Belki de her şey bunun içindi, o yalnızca, gün yüzüne çıkması muhtemel kader oyunları içinde, sıradan biriydi; söz konusu toprağın mor eliydi, asırlardan asırlara devir daim eden, toprağın elçileri, Moreller’iydi, söz konusu Hiero Barlas’dı... Barlas, Morel’di...
 

 
-{.o.}-

 

Kararıyor gök,
Bozuyor gizem ezberleri,
Ateşten öte, şeytanlık düşüyor yüreklere...
 
Işıyor gözler,
Üç elmanın hükmünde can çekişiyor keder;
Aynanın ötesinde sisleniyor geceler...
Zamanını arıyor cümleler...
 
 

Lütfedilmiş ( GDS )Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin