22- Giz

49 4 1
                                    

   Karanlık, yanık mazisinin içinde kavrularak olgunlaşadursun, yollar yürümekle aşınmıyordu... Ay, kara perçemini gecenin masumiyetine güvenerek yavaş yavaş kusursuz yüzünden çekiyor, belki de en başından beri sürdürdüğü yoldaşlığa kaldığı yerden devam ediyordu; Dolunay'a yolu düşecek yeni bir Yarımay için, geceyi bembeyaz, ince bir ışıkla kesiyordu… Kararlılık ve biraz da umutlarından olacak, gece yol almak çok daha çabuk gelişiyordu. Teber Köy'ün kalastan evlerini teğet geçip, Kara Dirhem'in Orta Giriş'ine yaklaşmaları sabahı bile bulmamıştı. Dalay'ın önceki bilgilerine kattığı Barbar kültürüyle beraber, oldukça işlerine yarayan bir sonuca ulaşmışlardı. Kara Dirhem, sonraları Pars ve Barbarlar tarafından istihkamlaştırılan ve ekseriyetle asayişi berkemale vurduran üç farklı girişten nasibini almıştı: Karanlık Oyunlar Çalılığı'nın yol verdiği Üst Giriş, Balta Girmemiş Ormanlar'ın sakladığı Alt Giriş ve Teber Köy'ün köprü niyetine kullandığı Orta Giriş. Düşmanların ya da niyeti bozukların kullanma ihtimallerinin en yüksek olduğu ve aynı zamanda Kiril Şatosu'nun girişine de dayanan Üst Giriş'de, Pars'ın en sağlam Barbarları Sihirbazlar ve onların en makul görevdaşları Düzenbazlar vardı. Alt Giriş çok az önemsenen ancak çetin yaratıkların görülebileceği, güç ve kuvvetle karşılama isteyen girişti, o girişi de Şahbazlar tutuyordu. Barlas ve diğerlerinin girmeye karar verdiği girişte ise Madrabazlar boy gösteriyordu… Orta Giriş'i seçme nedenleri hissedilmeden içeriye sızmaktı; ne de olsa Madrabazlar hislerini bedel olarak vermişlerdi... Elbette Alt Giriş'den girmek çok daha rahat olurdu ancak güç gösterisine gösterecek tehammülleri yoktu; ve dikkat çekmeye de. Onlar da böylece, Vahşiler'in yer aldığı Teber Köy'ün etrafından dolaşıp Orta Giriş'e inmeye karar vermişlerdi. Tahminlerine göre sabaha bir saat kadar kala Orta Giriş'e vardılar. Gece boyunca süren yorgunluklarına ve iyi bir gözleme olan ihtiyaçlarına sebep, etrafları çalı çırpıyla dolu kalınca bir ağacın dibine çöktüler. Ecrin ve Alp gece boyunca Rüzgâr'ın bıraktığı notu incelemişti. Tılsım ilişkilerine dair karalama yapılmış bu not Alp'e, "Nasıl keşfetmiş ki, uydurmuş mu yoksa?" dedirtse de, hiç de öyle değil gibi duruyordu.
   Evrim kıyıdan köşeden kah Ecrin ve Alp'in konuşmalarına dahil oluyor, kah Aetos ve Dalay'ın Orman hakkındaki söylemlerine kulak kabartıyor, kah Barlas ve Kıvanç'ı inceliyorken; Kıvanç uzun bir müddet, Rüzgâr'ın onlarla yol almayı istememesinin sebebini kendi söylemleri ilan edip, kendi kendini ihanet ve alçaklıkla itham etti. Hepsi Rüzgâr'ın iyi olmasına, uzaktan da olsa onlarla beraber olmasına sevinse de, bu gelişme beraberinde Rüzgâr'ın açıklığa kavuşturmadığı bir çok sorunsal da getirmişti; Rüzgâr bunca zamandır ne yapmıştı? Melard'ın onlardan şeref yoksunluğuyla kaçırdığı Öz Tılsımlar neredeydi? Ateş-Toprak-Melard üçlüsü ormanda onlarla oyun oynarken Rüzgâr orada mıydı? Dahası o üçünün Rüzgâr'ın onlarla bir şekilde iletişim kurmuş olmasından haberi var mıydı ya da Vampirlik'lerine sebep en ufak bir parça olsa da birbirlerine karşı yakınlık hissetmişler miydi? Sorular ve sorunsallar tenlerinin altında yatan ruhi hesaplaşmalara ciddi yaralar bırakıyordu... Dinlenmek, yeterince uzun süre durmak adına iyi bir yer sayılmazdı durdukları yer. Eh, Barbarlar'ın cirit attıkları Dirhem'de de dinlenemezlerdi ya?.. Ya ne olacaktı? Dinlenmek vakti geride mi kalmıştı? Hareket etmek zorundaydılar… Aetos'un taşıdığı boyaları Alp'in ince işçiliğiyle göz kapaklarına çaldılar; önce dar, sonra geniş kavislerle döne döne dışa doğru kıvrılan, daireyi andıran bir işaretti bu; gözün kapanmasını ya da birkaç saniyede kapanıp açılan gözlerin kapanışa mahkûm  olduğunu meşrulaştıran, kısacası pek de ılımlı bir hava katmayan türden... Ardından Hanedanlık'tan yürüttükleri eski moda kaba elbiseleri üzerlerine geçirip, olağan elbiselerini taşıdıkları küçük çantalara tıkıştırdılar. Sürekli yanlarında taşıdıkları o büyük çanta yerine daha ufak ama daha çok çanta almışlardı. Elbet bunun da bir amacı vardı; böylece o kaba elbiselerinin altına çantaları takarak hem gezginliklerini gizleyebilir, hem de şekilsiz bir görüntü alıp Barbarlar'a çok daha fazla benzeyebilirlerdi. Ellerindeki çantaları Alp, Ecrin, Kıvanç ve Evrim takmıştı; Alp'de üç kitap ve not kâğıtları, Ecrin'de iki kitap ve pembe kundak, Kıvanç'da Öz, Evrim'de ise Nöbetçi Tılsımlar vardı. Epey sıcaklamışlardı ancak ellerinden gelen en iyi şey de buydu. Saçlarını başlarını ufaktan dağıtıp, kalan boyadan yüzlerinin etrafına alacaladılar. Kara Dirhem'e girerlerken gerim gerim geriliyorlardı. Köylü'nün sabahın ilk kırık ışıklarında vuku bulan trafiği ve Madrabazlar'ın sağlam barikatı bu gerginliğe en büyük etkenlerdendi. "Yine de," dedi Dalay huzursuzluk içinde, "Hissetmiyorlar diye suyunu çıkarmamak gerek. Saklanarak ama aynı zamanda hiç de saklanmıyor, gayet rahat hareket ediyormuş gibi ilerlememiz lazım."
   "Gerçekten çok kolay olacak!" dedi Kıvanç gerilerek, Evrim'e yanaştı.
   "Eh, bir sorun yokmuş." diye fısıldadı Ecrin, Barlas'ın eline sarılıp.
   Barlas Evrim'e kaçamak bir bakış atıp cevapladı, "Yüzünde, pişmanlık ve mutluluk karışımı bir şey var, biraz da kızarıklık."
   "Yemek tarifi mi veriyorsun aşkım?" diye gülümsedi Ecrin.
   "Elimi diyorum, tutmasan, hani Barbarlar pek el ele tutuşmuyorlardır." diye gülerek karşıladı Barlas.
   "Sahi," dedi Ecrin Barlas' ın elini bırakıp sesini diğerlerine duyurarak, "Kız da var mı onların içinde?"
   "Görmedim ama..." dedi Alp korkuyla.
   "Var." diye patlak verecek endişeye engel oldu Dalay, "Ben görmüştüm ama çok nadir."
   "Nadirse grup arasında isimleri biliniyordur." dedi Aetos, "Mesela Kabile'de herkes Kabile Reisleri'nin isimlerini bilir."
   "Haklı." dedi Dalay, "Bu çok riskli."
   "Ne yani bizi burada mı bırakacaksınız?" diye gözlerini patlattı Evrim.
   "Ne münasebet." dedi Ecrin, "Saçlarımı erkek gibi keser, göğüslerimi içime çeker yine girerim." Bir an sessizlik oldu, herkes Ecrin'in bu kararlılığını tebessümle karşıladı.
   "Başka bir şey düşünelim." dedi Alp.
   "Barbar olmaya gelen kişiler olsak?" dedi Kıvanç fikir yürüterek.
   "Çok geç." dedi Barlas, "Yaptığımız işaret, bizzat Pars tarafından, Barbar olmuş olan kişiye damgalanıyor."
   "Yeni olduk?" dedi Kıvanç bu sefer.
   "Ne işimiz var o zaman Teber Köy geçişinde, Şato'dan falan çıkıyor olmamız lazımdı." dedi Ecrin.
   "Çadırlar'ın birinden." diye düzeltti Alp, "Pars' ın şatosuna misafir aldığını sanmıyorum. İşlemi Barbar Çadırları'ndan birinde yapıyordur."
   "Her türlü çıkmaza giriyoruz o zaman." dedi Kıvanç, "Yapacak bir şey yok, sizi görmedik muhabbeti yaparlarsa görevdeydik ya da ona benzer bir şey söyleriz. Sonuçta yeniler herkesin katıldığı bir törenle Barbar olmuyorlardır." Hepsi oldukça kararsız bir ifadeyle Kıvanç'ın yüzüne baktı. "Ne yani, öyle mi?"
   "Mümkün." dedi Dalay, "Ama artık ilerleyip ne olacağını görmekten başka çaremiz yok."
   "Rüzgâr nerede?" dedi Alp Barlas' a, "Hani ses edecekti?"
   "Kararsız olduğumuzu düşünmüyor demek." dedi Barlas.
   "Ya da sesini bile duymamızı istemiyor." dedi Kıvanç kederle.
   "Şunu yapmaktan vazgeç." dedi Evrim dünden bu yana ilk kez Kıvanç'a dönük konuşarak, "Kendini gereksiz üzüyorsun."
   Kıvanç az biraz bozarıp kızardı ama yüzü hızla eski halini aldı, "Haklısın canım, sadece, ortada Rüzgâr'ın ihanet ihtimali dönerken söylediklerim aklıma geliyor da... Üzülüyorum işte."
   "Öyleyse artık adımlar atılsın." dedi Barlas, "Mutlu sonumuz çok yakın." Son cümlesini söylerken hiçbirinin yüzüne bakmadı. Hatta özel olarak Alp ve Dalay'ın durduğu tarafa sırtını dönmüştü. Dalay'ın aklı yapacakları geçişteyken, Alp bu jeste karşılık acıyla tebessüm etti… Kara Dirhem sınırına dikkat çekmeden vardıklarında Madrabazlar görev devrediyorlardı. Doğrusu bu devir işinin o ana denk gelmesi epey işlerine yaramıştı. Histen yoksun olan Barbar Grubu'nun yanından sıvıştıkları sırada hepsinin gözlerine bir şey çarpar gibi oldu. Alp diğerlerine bakıp, boyayla çizdiği işaretlerin ortadan kaybolduğunu görünce dehşet içinde kalıp bir süre konuşamadı. Gözlerini kırpmaksızın faltaşı gibi açarak, "Sakın kırpmayın! Şato'ya yaklaşana kadar Barbar Adayı olduğumuzu ilan edemeyiz." dedi.
   "Yeni planımız bu mu?" dedi Kıvanç biraz kendisiyle gurur duyup, "Hayırdır?"
   "İki saat uğraştığım işaretler puf diye kayboldu n'olacak!"
   Diğerleri duraksayıp sarsıldı, "Ciddi olamazsın!" dedi Evrim inceleyip.
   "Yürüyün." dedi Alp tekrar hareketlilik sağlayıp, "Durursak dikkat çekeriz, hem dağılsaydık biz ya keşke."
   "Nereye dağılacağız acaba?" diye kızdı Barlas, "Dosdoğru yürüyün, biri bizi durdurana kadar Şato'ya ilerliyoruz."
   Korkak adımlarla, canları boğazlarında atarak yürümeye devam ettiler. Etrafta bir süre birbirlerine çok benzer tipte Barbar gördüler, hepsi Madrabaz olmalıydı. Çok sonra çeşit çeşit Barbar devreye girdi ve artık neyin ne olduğunu seçemez oldular. Kendilerine onlarca tilki arasında tilki kılığında dolaşan üç beş kuzu gibi hissediyorlardı. "Çok gittik." dedi Alp bir süre sonra, Yeni Mezarlık sınırına geldik neredeyse, doğuya doğru gitmemiz lazım.
   "Bakın şurada uyuklayan bir grup var." dedi Kıvanç, devasa bir kayanın altındaki oyuk içinde uzanan Barbarlar'ı göstererek.
   "Ee, n'apalım yani?" dedi Alp.
   "Aralarına girsek, yüz üstü yatıp uzansak, belli olmaz bile."
   "Kıvanç neden bahsediyorsun?" dedi Ecrin.
   "Dinlenmekten, hatta biraz da uyumaktan. Boş yer de var bakın."
   "Olmaz." dedi Barlas hüzünle, "Nasıl uyku girecek gözümüze?"
   "Aslında gece dolaşmak fark edilme riskimizi epey düşürür." dedi Dalay, "Ne de olsa artık içlerindeyiz."
   "Şimdi şöyle alıcı gözle baktım da, Şahbaz sanırım o yatanlar, hani şu pek zeki olmayanlarından."
   "İçlerinden biri sorun çıkartmaya yeltendiği an kontrol altına alırım." diye Alp’i onayladı Kıvanç.
   "Kontrol mü altına?" dedi Ecrin, "Sen mi alacaksın?"
   "Alır." dedi Alp, "O derece vahimler."
   "Öyleyse." dedi Barlas çekine çekine, "Geceyi gündüz mü belledik şimdi yani, gündüz uyu gece dolaş?"
   "Çok daha mantıklı bence." dedi Evrim, "Yani tabii yanında güvenebileceğin kişiler varken."
   "Haydi uykuya, daha da dinlenmeyiz zaten." dedi Kıvanç heyecanla.
   Şahbazlar'ın yanına gidip yan yana, açık bırakmayacak şekilde birbirlerine sokulup yüz üstü yattıklarında, Şahbazlar'ın birkaçı tuhaf bakışlarla onları süzdü ancak sandıklarından çok daha kısa sürede bu süzüş son buldu. "Yüzünüzü elbisenizin bir parçasıyla kapayın." dedi Alp çok kısık sesle, "Göz kapaklarınız boş gözükmesin."
   "Bizim neyse de," dedi Kıvanç iç çekip, "Seninkini boş görmek koyuyor..."  
 
  Vakit akşamüstü olup, kasvetli bir kızıllık çökmüşken semaya, yeniden Kara Dirhem'in bol kayalıklı topraklarında yürümeye başladılar. Yürüdükleri yarım saat içinde Barlas, yakınlarda bir yerde güneşin parlak ışığından kaçan, canı yanıyor olsa da soluk gölgelerde ilerleyen Rüzgâr'ı gördüğüne emindi. Yeni Mezarlık'a gittikleri yolu geri tepmeden doğuya doğru dümdüz ilerlediler. Barbar kalabalığının artması ve çeşitlenmesi onları daha çok Mezarlık tarafına kaydırıyordu. Mezarlık tarafı, üç ana girişin bulunduğu ön taraftan çok daha seyrekti. Hatta bir ara yarım dakika kadar Barbar görmediklerine yemin edebilirlerdi.  Gecenin çökmesiyle birlikte daha çok güvende hissederek devam ettiler, tek sorun karanlığın yoğunlaşmaya başlamasıydı. Kiril Şatosu'nun çevresini barikat gibi saran dikenli ve bir o kadar kara büyüyle dolu olduğu belli çitlere yaklaştıklarında dakikalar boyunca süren seyreklik sona erdi. Hatta etraf bir anda gökten inmişler gibi Barbar'la doldu. Derken Mezarlığa doğru yokuş yukarı çıkan yılankavi, dar bir yolun başına vardılar. Tam da o sıra Ecrin tanıdık bir hisle her birinin gözlerinin içine baktı, "Ne yani Mezarlık'da mı?" dedi Alp merakla, "Öz Tılsımlar'dan bir başkası?"
   "Evet." dedi Ecrin emin bir ifadeyle.
   "Benim Şato'ya önceki girişimde bulduğum tılsımın Öz'ü olmalı. Çıkarsanıza onu bir, turuncu olandı."
   "İyi de onu kullandık, hem Kıvanç..." diye aranarak etrafa bakındı Evrim.
   "Çok yakında." dedi Kıvanç uzaktan,  hepsi birden o tarafa döndü. Kıvanç yokuşu çıkmış vaziyette, tepenin ardında kalan yeri gösteriyordu. "Hatta elimle koymuş gibi bulabilirim ama bir sorunumuz var, burası bildiğimiz mezarlık."
   "Nasıl yani?" dedi Evrim korkuyla, "Bildiğimiz öyle mi? Taşları olan falan?"
   "Aynen, biri gelmezse ben de gidemem."
   "Tamam, geliyorum zaten ben." dedi Barlas hareketlenip.
   "Ne yani Tılsım peşine mi gideceksiniz?" dedi Dalay durdurarak, "Şato'ya gitmemiz lazım, bunun tuzak olmadığını bilemeyiz."
   Barlas Dirhem'e girdiğinden beri ilk kez bu kadar kararsızdı, zaten şu Tılsım Kehaneti'ni gerçekleştirmiş değildiler, buna ne gerek vardı ki? Bir yanı da yine de istiyordu Tılsımlar'dan birini, zaten kaçırılan diğer ikisi de Şato'da olmalıydı, onlarla birlikte bunu da almış olursa yedi tılsım ederdi... Kararı bir başkasına bırakmak istedi, "Ne diyorsun?.." dedi, Yoldaşlar ve Aetos duymuştu içinden geçeni, "Diğer Tılsımlar Şato'dalar dimi, gidip yenisini de almalı mıyız?"  
   "Kesinlikle almalısınız." diye karşılık geldi, Tedan bu karşılığı duymaktan mustaripti ancak Kıvanç, Alp, Evrim ve Ecrin coşkuyla gülümsedi. "Evet, Melard'ın kaçırdığı Tılsımlar Şato'da olmalır." Son cümle ardından Alp'in tebessümü silindi, '-malı' derken?..
   "Gidiyoruz." dedi Barlas Dalay'a dönüp, "Çok sürmez."
   "Öyleyse biz de geliyoruz." dedi Dalay, "Başınıza ne geleceği belli mi olur."
   Yokuşu çıkan dar yolu izleyip, Kıvanç'la birlikte tepenin ardına doğru adım attıkları sırada, Kıvanç olduğu yerde muazzam bir güç tarafından geri çekilmiş gibi mıhlandı. Diğerleri dönüp baktıklarında bunun sebebinin Kıvanç'ın elbisesinin altına taktığı çanta olduğunu gördüler; çanta elbiseyi yırtarcasına havalanmış, elbisede kendi izini bırakmıştı. Kıvanç elbiseyi çıkardı. Barlas çantayı sırtından alıp içindeki Öz Tılsımlar'a bakarken, Kıvanç acıyla omuzlarını ovaladı."Sorun nedir?" dedi Barlas kızar gibi.
   Tunga 'ne sorunu?' yazacak gibi oldu; yazı bir an görünmeye başlamış, hızla gelişen bir ışıklaşma sonucu silinmişti. "Dur bir dakika." dedi Alp laf sokarcasına, Rüzgâr'ın Notu'nu açıp baktıktan sonra kendini onayladı, "Tanju'ya gidiyoruz ve sen onunla azılı düşman olmalısın Tultag, haksız mıyım?" dedi Tultag'ın tüm ukalalığından öç alır gibi.
   "Sana engel olmak istemem Hiero..." yazdı Tultag'da, "Ama ben gelmek istemiyorum.”  - “Beni burada bırakın ve mümkünse,” -  “O'nu aldığınızda ikimizi ayrı çantalarda tutun."
   "Tılsım Tılsım'a nasıl düşman olabilir ki?" dedi Kıvanç hayret eder gibi, "Hayır yani ne olmuş da düşman olmuşlar?"
   "'Bu seni ilgilendirmez' diyor." diye yazıyı görecek konumda olmayan Kıvanç’a açıkladı Alp, Kıvanç bu soruyu Tılsım’ın üzerinde yazan yazıyı görmeden sormuş olsa da umursamadan sustu. Alp aynı öçle devam etti, “Anlaşılan ukalalığımızın ardına gizlediğimiz minik sırlarımız var…” Tılsımlar’dan hiçbirinin yazısı çıkmadı.
   “Bir kişi Evrim’le kalsın madem.” dedi Barlas, “Evrim Öz Tılsımlar’a göz kulak olsun, diğerleriyle gidelim.”
   “O zaman kalıyorum ben.” dedi Alp, “Hem, ben de göz kulak olurum!”
   Alp ve Evrim’i arkada bırakarak mezarlığa çıktılar. Mezarların eski olduğu ve belli ki içinde yatanlardan uzun yıllar önce eser kalmamış olduğu anlaşılırdı ancak oldukça ürperten bir atmosfer vardı. Kıvanç mezarlığın merkezine doğru yol gösterince hepsi sinirle baktı. “Ben n’apabilirim ki!” dedi Kıvanç.
    Kervanın zaten geçmeyeceği bu ortamda kuş da uçmuyordu tabii. Yürüdükçe yürüdüler, çok sonra çoktan Kiril Şatosu’nun arkasında olduklarını anladılar, hatta Şato’ya Mezarlık’tan da giriş olduğunu gördüklerinde epey mutlu oldular. Tek sorun geride bıraktıkları Alp ve Evrim’di, “Alp?” dedi Barlas içinden, “Beni duyuyor musunuz?” Ses gelmedi, anlaşılan aralarındaki mesafe gereğinden fazla artmıştı… Tanju Daimon’u Mezarlık’dan Şato’ya doğru giden yolun başında buldular. Doğrusu yolun yabancılara karşı tutuluyor olmaması üstelik Tılsım’ın bunca zamandır burada bulunup da alınmamış olması şüphelerine şüphe katmıştı. Tanju’yu ellerine aldıklarında hiçbir melunluk olmadı.
   “Selam olsun Hiero Barlas...” diye selamladı Barlas’ı Tanju, “Aldatılmak için güzel bir gün...”
   “Evet.” dedi Barlas doğmakta olan güneşe bakıp, “Bugün çok canlı doğuyor ve neyseki henüz aldatılmadık.”
   “O zaman burada bekleyin.” dedi Dalay, Aetos, Barlas ve Ecrin’e, “Biz Kıvanç’la diğerlerini alıp gelelim.”
   “Tamam, saklanıyoruz ve beklemedeyiz.” dedi Ecrin.
   Dalay ve Kıvanç yanlarından ayrıldı.
 
   “Nerede kaldı bunlar?” dedi Alp iyice sıkılmış vaziyette doğan güneşe bakarak, Güneş son günlerde hiç olmadığı kadar parlak ve yakıcıydı; ya umuda can katmak, ya da gözün gözü göremeyeceği şiddetli karanlığa meydan okumaktı bu yaptığı...
   “Aşırı kıpırdanıyorlar.” dedi Evrim elindeki çantayı sabit tutmaya çalışmaktan gına gelmiş gibi. En sonunda sinirle yere bırakıldı çanta. Aynı anda çantanın içinden Öz Tılsımlar’dan biri çıktı; Araf Kapıları’nda ellerine hazır bir biçimde verilen Timagur’du bu.
   “Ne diye çıktın ki!” diye atıldı Alp hiddetle, “Girer misin şu çantanın içine!” Timagur hiç kulak asmadan Mezarlık tarafına doğru süzülmeye başladı, “N’apıyorsun!” dedi Alp bu sefer, gittiği mesafe kadar Timagur’un yanına geldi.
   “Kardeşimi görmeye gidiyorum.” yazdı Timagur’un üzerinde, “Burada daha fazla bekleyemeyeceğim.” Alp hızla Rüzgâr’ın Notu’nu karıştırdı. Timagur karşısında dikilip vazgeçmeye dair belirti göstermeyince çaresizce bekledi, derken diğer Tılsımlar da çantadan çıkıverdi.
   “Siz nereye!” dedi Evrim Alp’in hışmını paylaşarak.
   “Şato’ya.” -  “Kaçırılan Tılsımlar’ı bulmaya.” - “Pars’ın sonu olmaya.” yazdı üzerilerinde, Evrim sesli okumuştu.
   “Olmayan aklınızı mı kaçırdınız siz!” dedi Alp öfkeyle, “Dağılmayın ve lütfen olduğunuz yerde kalın!” Alp’in ricası pek tesir etmemiş olacak ki havada süzülmeye başladılar. Evrim ve Alp ağızlarında tıkanan kelimelerle bir süre boğuşup birbirine baktı. “O nasılsa Barlaslar’a gidiyor.” dedi Alp sonunda çoktan gözden kaybolmuş Timagur için, “Diğerlerini takip edelim, Şato’ya güvenli olmayan bir yolla gidecek kadar sapıtmamışlardır herhalde.” Gittiler…
   Epey sonra Kıvanç ve Dalay izlerin son bulmasıyla arayışı noktalamışlardı; bundan birkaç saat önce Alp ve Evrim’in arkada kaldığı noktaya gelmiş, kimseyle karşılaşamayınca şaşırarak iz sürmüşlerdi. “Nereye giderler ki!” dedi Kıvanç korkuyla karışık bir öfkeyle.
   “Orası meçhul ama izler boyu rahat hareket etmişler, tam bu noktada ise bir şeyler olmuş ve tahminimce buharlaşmışlar.”
   “Ne halt yemeye buraya kadar geliyorlar ki! Etrafta bir yığın Barbar var!” diye saklandıkları kayalığın ötesindeki kalabalık grubu gösterdi Kıvanç, grup kendi aralarında sürdürdükleri fısıldaşmalarla öyle meşguldü ki  etrafı gözlediklerini söylemek bin şahit isterdi, “Ne konuşuyorlar fısır fısır? İşleri geleni gideni yoklamak değil mi bunların?”
   “Biliyorsun ki bu bizim işimize geliyor!” dedi Dalay tebessümle, “Bir şeyler dönüyor ya bakalım.”
 
   Barlas olabileceği kadar huzursuz bir biçimde durduğu yerde duramıyordu. Saatler geçmişti ve tehlikeye açık kart oynadıkları şu durumda neredeyse geceyi edeceklerdi! “Abartma Barlas.” dedi Ecrin bu durumdan canı sıkılmış gibi, “Geceye nereden baksan iki üç saat vardır.”
   “Bu tuhaf şeyler döndüğü gerçeğini değiştirmiyor, şimdiye hep birlikte çoktan dönmüş olmaları gerekirdi.”
   “Eğer bulunmuş olsalardı bizim de yakamıza yapışılırdı Efendi Barlas, ortalık da çoktan keşmekeşe uğrardı. Ses seda olmadığına göre yolda olmalılar.”
   “İyi ama hangi yolda?” dedi Barlas aklına bir anda bir şey gelir gibi, “Şato’ya mı gidiyorlar yoksa?!”
   “Bizsiz mi, hiç sanmıyorum.” dedi Ecrin.
   “Bizi arkada bırakmış olabilirler!” dedi Barlas bu durumu kabullenip çılgına dönerek, “Bize bir şey olmasın diye!”
   “İyi de yolun sonuna geldik, niye böyle düşünmüş olsunlar ki?”
   “Unuttun mu? Dalay ve Alp Beyler için yol yarılanmadı bile!” diye kudurdu Barlas, “Şato’ya gidiyorum!”
   “Ne-?” dediler Ecrin ve Aetos bir ağızdan, “Ya biz?” diye atarlandı Ecrin.
   “Şato’nun etrafında hem Barbarlar hem de Erboslar cirit atıyor.”
   “Yapmayın Efendim, biz tehlikeyi bilerek yanınızda geldik!” dedi Aetos.
   “İyi ya işte, göreviniz benden çok daha tehlikeli belki de, dikkatlerini çekeceksiniz.” Sessizlik oldu. Ecrin ve Aetos birbirlerine bakmaksızın Barlas’a bakıyor, ne diyeceklerini bilemez halde öylece duruyordu. “Ya da burada kalıp güvende olun.” dedi Barlas kendi kendini ayıplayarak.
   “Neden seçeneklerin arasında seninle gelmek yok ki!” dedi Ecrin.
   “Ben düşersem arkamdan gelip beni taşıyabilesiniz diye.” dedi Barlas.
   “Ama taşıyacağımız şey ölünüz de olabilir Othena’m.” dedi Aetos tüm ciddiyetiyle. Ecrin baştan aşağı titrer gibi oldu, ölü bir beden bulmak çok zordu Diyar’da ancak bu ihtimal manen sarsmaya yetiyordu…
   “Öyleyse söz veriyorum, düşmeyeceğim.” dedi Barlas gözleri dolarak.
   “Düşme...” dedi Ecrin ağlayacak gibi, “Ne olur yeniden düşme...”
   Barlas kafasını aşağı yukarı sallayıp önce Ecrin’e, ardından Aetos’a sarıldı. Aetos Othena’sı ona sarılınca epey duygulanmıştı ancak bunu çok da iyi saklamıştı. Ecrin’le birlikte önden giderek uzaklaştılar. Erboslar’ın ve Barbarlar’ın dikkatlerini nasıl çekecekleri merak konusuydu ama Barlas bunu düşünmek istemedi; bu yolculuğun tek akıllısı o değildi... Tanju Daimon’u sımsıkı tutarak yürümeye başladı. Barbar Çadırları sol tarafında birbiri ardınca akıyor, onu gizleyen kayalıkların aralarından göz kırpıyordu. Her adımında gün geceye karıştı, bu zamanın işi değildi; kara bir büyü olmalıydı, Kiril Şatosu’na hep geceydi... Bir şekilde yeniden, öyle ya da böyle yalnız yürüyor olması, yeni bir son için sessiz sedasız adımlar atması içler acısıydı. Artık kasavet katman katman artmıştı. Barbar Çadırları boş gözüküyordu, Erboslar’sa delicesine kayıyor, Şato’dan uzaklaşıyorlardı. Ne yani bir plan yapılmış, uygulanmış ve sonuçlanmış mıydı? Bu imkânsızdı... Her şeyi ama her şeyi sonraya bırakarak Şato’ya varmalıydı. Dikenler arttı, tanıdık, tüyler ürperten o sis dalga dalga yayıldı. Kalbinin çarpıntısına daha fazla dayanamadan olduğu yerde durup sislerin ardındaki Şato’yu seçmeye çalıştı. Şato bir harabe olduğu eski günlerden çok daha bakımlı, etkileyici ve ışıklıydı. Minik pencereler ardındaki o ışıklar her neyseler hareket ediyor gibiydi, başı aniden bastığı zemine savruldu, gözleri yerdeki kabuk bağlayan sekiz işaretiyle buluştuğu an dehşet içinde ürperdi, çığlık atmak istese de kendini engelledi… Hıçkırıklarının ve kahkahalarının hastalıklı bir biçimde karanlıkla karıştığı, canından can alındığı, toprağı hiç de istemeden kıvrandırdığı yerde duruyordu... Keşke şu sislerin arasından çıkıp yanına varsaydı Yoldaşlar’ı, gümletseydi Kiril Malikanesi’nin korkuluklarını Yoldaşlık Çanları... Sanki biri onu tutup da eliyle koymuş gibi Şato’nun girişine çıkan merdivenlerin başına taşındı. Taşıyan kendi ayaklarıydı ancak sanki artık ondan bağımsızlardı... Çıkmaya başladı, teninde en ufak bir zedelenmeye maruz kalmadan. Şato’nun kapısı aralıktı, derin bir nefes alıp içeri daldı. Mumlar’ın havada süzüldüğü, derli toplu, sıcak bir yuvayı andıran Salon’da, bir öncekinden farksız olduğuna emin olduğu tablolar vardı. En yakınındaki tabloyu incelemeye başladı; ikisi kız üç çocuğunu etraflarına almış vaziyette, yeşillik bir arazide yürüyen iki ebeveyn… İyi ama Gizem Diyarı’nda fotoğrafın ne işi vardı? İşin garibi bu fotoğraf konusu olan kişilerce farkında olunmadan çekilmiş gibiydi. Ötedeki birkaç tabloda bir zamanlar Leo’nun odasında gördüğüne benzer boş kâğıtlar vardı ve üzgündü ki yeniden buna akıl erdirememişti. Cilalı merdivenlerin başına geldi, alt kattaki  koku yoktu artık... Oldukça sağlam adımlarla merdivenleri çıkmaya başladı. Sahi buraya kadar gelmişken, vasfı pek şaibeye uğrayan küçülmüş gözleriyle Pars’ın karşısına nasıl dikilecekti? “Merhaba seni yok etmeye geldim, benim için yok olur musun? Hem birkaç Tılsım bulduk bak, onların da hatırı var şimdi!” Üst kata çıktığında kapıları kapalı o odaları geçip sondaki odaya gitmek istemedi; ne de olsa Pars orada olmalıydı, içeride hareket eden bir gölge vardı... Karşındaki ilk odaya girip kapıyı ardından kapattı. Oda karanlıktı. Neyle karşılaşacağı hakkında en ufak bir fikri olmadan en yakındaki ışık kaynağını yakmak için gözlerini parlattı...  Odayı tam karşısında duran, eriyip bitmesine ramak kalmış küçük bir mum kalıntısı aydınlattı. Aydınlık, uzundur ışık yüzü görmemiş olan bu odaya şok etkisi vermiş olacak ki oda inceden inceye sarsıldı. Yanan mumu takiben, uzun aralıklarla odanın duvarlarını çepeçevre saran mumlar ateşlenmeye başladı... Bir, iki, üç ve bir mum daha... Barlas neye yoracağını bilemediği tuhaf bir boğulma hissinin giderek ağırlaştığını hissediyordu. Odayı karman çorman yapan onlarca eşyayı, raflarıyla birlikte devrilmiş kitapları, pencerenin olmadığı köşeye kurulu yatağı hızla gözden geçirip en sonunda ilk mumun yandığı masada kaldı. Masanın üzerinde ilk görüşte Bonsai sandığı küçük ağaç vardı, ağacın köklerinin uzandığı şeyin ince, küçük yazılı kalınca bir kitap olduğunu görünce şaşırdı. Yaklaştı, ateşlenen mumlar arttı da arttı. Bu ağaç kitabın içinden çıkıyordu. Köklerinde ve dallarında malum yazılar vardı. Kitaba dokunamadı, iç sesi hiç de iyi şeyler fısıldamıyordu çünkü. Eli kitabın hemen yanına konulmuş, hat yazılı bir karalamaya kaydı. En azından ona dokunacak cesareti vardı. Eline aldığında yazılar birbirine karıştı, ayrıştı, uzayıp kısaldı. Barlas okumaya başladı:
   “Karanlığım ben, sitemi sığ denizlerde isyan eden ötesiz karanlık; safi öz, kafi derun... Öyle karanlığım ki güneşinin katline ferman vermiş, nutuk çeken ruhlara lanetler dizmiş zifr-i gece... Yutkunuşlarıma azat edilmiş ölümü getiren cümleler, önümde diz çökmüş her bir hece... Yalnızlığım yarım, büsbütün eksik; bir zamanlar varlığı şüphesiz olan kalbimde, anılarım kadar silik... Dansa durmuş dansıma aşk besleyen gözler; aşkın dipsiz ihaneti vurulmuş zincirlere...Özgürlüğüm de karanlığım kadar ışıksız; dilime dolanan kızıl nağmeler kadar ölüm kokulu.. İnliyor kulaklarım; bir dansa yahut bakışa münzevilik etmek adına, damgalar dostluk eder oldu uyanışlarıma... Bir Hikâyem var dört çemberin beşinci boşluğunda, hükmü eksik olan nice varlıklar sürünür o boşlukta; koyu kahve hayaller savrulur sönen, kızıl mavi hülyalardır kan çeken ve zümrüt yeşilinin hükmüdür geçen, karanlığım ben...”
   “Vay Karanlık Katil vay...” dedi Barlas dili tutulmuş gibi, “Demek sen de şair kesildin Pars Efendi...” Etrafına baktı, odanın herhangi bir yerine konulmuş, ufak bir resimdi aradığı, buldu da. Denize bakan bir genç vardı, kaşı gözü kara, teni buğdaydı. Saçları sıfırdı, üzerinde bolca bir mintan vardı. Ardından kapıya doğru yaklaşmakta olan mum ateşine baktı, “Ama her karanlık er ya da geç güneşe mahkûm dur.” diye devam etti, “Madem dört saniye de bir yaktın mumları, ben de son dört mum kala bitiririm bu oyunu.” Barlas karalamayı yanına aldı, kapıdan çıktığında gerçekten yanmamış dört mum kalmıştı. Eğer o mumlar da yanmış olsaydı emindi ki boğulup kalmış olacaktı... Pars’ın şu anda kullanmakta olduğu, koridorun sonunda duran odasına yaklaştı. Koridorun uzunluğu okuduğu satırların dehlizlerine katılıp uzamıştı... Odaya girdiğinde dehşet içindeydi ancak boşunaydı; kimse yoktu. İyi ama Pars neredeydi? Alt kattan tıkırtılar geldi, alacaklı gibi hızla atılıp merdivenlerden indi. Pars şöminenin başına geçmiş eline aldığı bir mektubu okuyordu. Barlas attığı adımlarla havada süzülen mumların yer değiştirmesine neden olduğu sırada ansızın tüm mumlar söndü…
   “Buraya nasıl girdin?” dedi karanlığın içinden bir ses dehşet ve öfkeyle.
   “Aslına bakarsan çok da zor olmadı.” dedi Barlas meydan okurcasına. Lafını henüz bitirip ağzını kapatmıştı ki Tanju elinden kayıp uzaklaştı, ölümcül bir akım karanlığı delerek üzerine boşaldı.    
 
***

Lütfedilmiş ( GDS )Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin