26- Tuzlar ve Küller

35 4 3
                                    

   Bilinci aksayarak yerine gelirken çürümeye yüz tutmuş bedeniyle muadil cansız bir rüzgâr dolandı yüzünde… Çaresizliğin kokusu sinmişti ellerine… Ne hakikati gerçekti ne de hayalleri… Zihni defalarca kez hasar almış gibi dağınık, nefesleri kesik kesikti… Sızlıyordu kemikleri ve toprağın tüm kuvvetiyle kendine çektiği zavallı bedeni... Niye uyanmıştı ki? Ne kadar zaman geçmişti?.. Karanlığın kalp atışlarını teninde hissediyordu, bu ne gerçekte ne de gerçeğin ötesinde başına gelmiş bir şeydi… Burada yenilgi kaimdi… Kabullenmek gerekirdi… Dışarıdan uzatılan bir yardım eli olmadığı müddetçe kimse kurtulamazdı buradan! İşte tam da bu bakımdan gözlerini başarabilirse açacak, onu uyandıranın ne olduğuna bakacaktı. Başarmaya çalıştı, başarmak hiç bu kadar anlamlı olmamıştı; bunca şeye rağmen mademki hayattaydı, yaşamalıydı. Uzuvlarına hareketi buyur etse de hiç kıpırdayamadı, her yerini korkunç bir kontrolsüzlük sarmıştı. Giderek içine dolmaya başlamış olan güçten cesaret alıp en azından gözlerini açabilmek için çabaladı. Derken kulakları ürperten ezgilerle çalkalandı, Gazandi’nin fısıldayan karanlığını yeniden duyabildiğine göre anın içinde gerçekten de bir yardım eli vardı… Can havliyle açtı gözlerini, dışarıda her an görüp karanlıkla neredeyse bir saydığı Tılsım Tozları, burada gözlerini kamaştırıyordu. Nereden gelmiş, nereye gidiyorlardı da ona rastlamışlardı?.. Tozlar, o gözlerini açar açmaz burnundan içeri doldu. Barlas başta öksürdü ancak ardından sindirebildi. Sindirir sindirmez de gözleri sonuna kadar açıldı. Karanlığın sakladığı tüm ayrıntıları seçebiliyordu; daha önce varlığını asla ayırt edemediği meşaleler seçti gözleri… Biraz da labirenti andıran Gazandi tüm çıplaklığıyla önündeydi. Bu yeni bir direniş miydi? Uzuvları dahi hareketlenmişti. Günlerdir yapmak istediği şeyi yapmak üzere yeltendi, günlerdir mi? Zaman algısı da yerine geliyordu... Ayaktaydı işte! Sonunda ayağa kalkabilmişti…
   İki belki üç kez sendeledi, zihnindeki dağınıklık kendi içinde bütünleşirken ağlamak istedi. Onun canına böylesine kast eden şey neydi? Ne günahı vardı ki burada çürümeye mahkûm edilmişti?.. Çok geçmedi, buraya mahkûm edilmediğini, bir yanlış algılama sonucu kendi iradesiyle girdiğini hatırlayıp gözyaşlarını sildi. Ya bir de biri tarafından tıkılmış olsa, o zaman kim bilir neler yaşar, neler hissederdi… Kaybolmak isterdi… Birinin bedenine, ruhuna, aklına ve fikrine böylesi bir kapanı reva gördüğünü bilse kesinlikle kaybolmak isterdi… Şarkılarda, ezgilerde, efsanelerde ve geleceğin kalbinde yaralar açmak isterdi belki de; intikam almak, lanet okumak… Birçok şey isterdi, orası kesin ama kaim olan musallat olup kesinliği baki kılardı başka hislerde de; sevgide, sevilmekte… Meşalelerin alevi giderek canlanıyor gibi gözükedursun, gözleri de giderek çekiliyordu sanki… Ondan bağımsızmış gibi yalpalıyor, yoktan var oluyordu gölgesi… Duvarlar kapısızdı… Çıkış kesinlikle uzaktı ona. Anlam vermek için bu uyanışa, fısıltılar yüklenmişti kulaklarına… Baktı duvarlara…  “Seni seviyorum, özlüyorum Sigun…” yazıyordu önündeki duvarda, hemen altında da, “Sen de beni özlüyor musun abla?..” Buraya öncesinde de birinin girmiş olabileceği, olduğu düşüncesi onu hem heyecanlandırır hem de korkuturken tekrar tekrar okudu yazıyı; büyük ihtimalle kanla yazılmıştı… Burada kalem ne arardı?.. Tüyleri ürperse de takip etti kan lekelerini, burada istemediği kadar çok duvar ve yazı vardı:
   “Damarların tek bir kandamlası kalmayıncaya dek kuruyacak Siyuran…”
   “Benim kimseye ihtiyacım yok… Hakkım olanı alacağım…”
   “Yitiyorum ama sonuna dek dayanacağım…”
   “Seni senin ihanetinle yakacağım…”
   “Ben Pars’ım, adım Pars…”
   “Hatırlamıyorum…”
   “Ölüyorum…”
   “…”
   Başı dönüyor, korku iliklerine yayılıyor, elleri titriyordu… Bir zaman sonra etrafındaki tüm duvarlar üzerine yıkılır gibi oldu; burada tıkılı kalanın ilk anından son anına kadar yaşadığı her şey gözünde canlanıyor, ayaklarının hükmü altında derinlere ilerliyordu… Karanlık, sanki daha çok kararabilirmiş gibi koyulaşıyor, ona binaen gözbebekleri giderek kasılıyordu. Bu süreksiz ilerlemeyi durduran şey yansıması oldu, bir kayanın parlak yüzünden yansıyan görüntüye bakıp da gözlerini gördüğünde dehşete uğradı; gözleri sapsarıydı ve bıçak kesiği gibi bir hal almıştı. Geriye sıçrayarak bir taşa takıldı, yere öyle çakıldı ki duvarlar titredi. Nereye düştüğüne bakmak için döndüğünde iskeletler görüp ürperdi, burada olan oydu, yazılar yazılış biçimlerinden anladığı kadarıyla ondan önce girene aitti ancak bu mezarın misafirleri çok daha fazlaydı. Mezar mı? Mezarda mıydı? Aklından geçenlerin düşüncelerinde yankı bulması uzunca bir zaman alıyordu. Burası bir mezar olmaktan öte, bir gömüttü de… Ancak eskileri anlatan kitaplarda denk gelebileceği türden; bedenler vardı toprağa gömülen… Korkuya alışalı çok olmuştu, karanlığa da öyle; bu yüzden yeni bir can havliyle doğruldu düştüğü yerden. Arandı, arandı… Bir çıkış kapısıydı aradığı, sanki onu farklı kılan bir şey vardı da bu İnsanlar kurtulamamışken kendisi kurtulacaktı... Derken olduğu yere mıhlanıp kaldı, şimdi her şey netleşmiş, yerli yerindeydi zihninde. Kurakhan vardı; iki büyük tapınak... Heykellerde buluşmalıydılar… Ya ne olmuştu da girmişti buraya? Oliviero… Ona gidiyordu, hesap sormak adına. Burayı onun evi sanmıştı… Düzene oturan algıları ona geçmişi hatırlatarak rahatlık vermenin yanında umudunu da kararttı; bu uyanış, bu duvar okuma, iskeletlerle karşılaşma işi birkaç günde bir gelmişti başına! Böyle olunca kurtuluş için başladığı noktaya gidiyor, yeniden sızıp kalıyordu; ta ki Tılsım Tozları uğrayıp onu uyandırana dek… Bu ne büyük bir hayal kırıklığıydı böyle!.. Buradan hiç çıkamayacaktı anlaşılan… Bir bengide tutuklu kalmış, dışarıya dair tüm varlığı kayıplara karışmıştı… Burası kayıptı… Hiç var olmamış gibi. Kaybolan nasıl aranırdı ki?.. Kim arardı?.. Başladığı noktaya dönmeyeceğine dair kendine yeminler edip çöktü olduğu yere; fısıltılar yükseldikçe doldu gözleri. Korkmuyordu, üzülmüyordu da. Kayboluyordu… Bu en büyük cezaydı. Uzun bir müddet orada kalıp seyre daldı; pek seyirlik denemezdi bulunduğu yer ancak amacı kendini yeniden başladığı noktaya gitmekten alıkoymaktı. Sanırsa yapamayacaktı, uykuyu özlüyor olacaktı… Uyanık kalmak, umudun olmadığını bilmek, uyuyor olmanın yanında oldukça sancılıydı. Gitmek için ayaklandığında gözüne bir şey takıldı; kemiklerin arasında farklı bir şey vardı. Yaklaştı, yaklaştı. Bu bir kitaptı?! Kitabı tüm hayatı ona bağlıymış gibi atılıp eline aldığında fısıltılar kesildi. İşte buydu! Sonunda farklı bir şeyler oluyordu!..
   “Keşf-i Karanlık.” yazıyordu... Kitap kanla yazılmış olmalıydı! “Karanlığa ihtiyacın var Mirias…” dedi hayalet fısıltılardan biri. Fısıltılar daha az önce kesilmemiş miydi? Etrafına bakınıp yeniden kitaba döndü. Bunların hepsi karabüyüydü. Büyü’nün kendisine karşı bile yapılmış olan meydan okuyuşlar: Büyü’ye mühür basmak… Büyü’ye ket vurmak… Büyü’yü yanıltmak… Karanlığı çağırmak… Barlas’ın gözleri için için yanıyordu sanki. Yüksek ihtimalle ya bir kez ya da hiç denenmemiş olan bu büyülerde kendisi gibi vasıfsız birinin bile hissedebileceği türden bir enerji vardı, içlerinden birini baştan sonuna kadar okuduğunda zemindeki kemikler havalanıp birleşmeye yeltendi, çığlık atarak susup buna engel oldu. Ölüler mi canlanıyordu?! Bu imkânsızdı, bu Diyar’da öğretilen en mühim şeylerden biri de hiçbir gücün ölüleri yaşıyor kılamayacağıydı. Büyük ihtimalle yaptığı şey içi boş iskeletlere hareket vermek olacaktı. O bir yana bunu nasıl yapabiliyordu ki? Yoksa gerçekten de bir şarlatan mıydı? Kitap, ona bir şekilde güç veriyordu,  bu yüzden saatler geçmeye devam ederken onu yanından hiç ayırmadı. Kandandı, belki de bir katilin karanlığını taşıyordu içinde; karanlığı keşfederken kararmamak elde miydi? Yine de adını dahi unutmuş olan o adama acımadan edemedi; Pars mıydı? İçinde, onun da burada olmasının nedeni Pars’ı buraya kapatanmış gibi bir nefret tohumlandı. Yorgundu, uyuyacaktı…
   Gazandi, bilmediği bir lisanın tükenmiş kelimeleriyle sarsılırken uyanıverdi. Bu sefer başladığı noktada değildi, onu uyandıranın Tılsım Tozları olmadığı da pek belliydi. Yitmişliği hiç değişmemişti, bengisi kırılıyordu sadece; aynı zamanda da duvarlar gözle görülebilir bir direniş içinde buna engel olmaya çalışıyor gibiydi. Dışarıdan müdahale olduğunu anlar anlamaz cesaretlendi, dinçlikten eser yoktu ancak doğrulup gezindi. Duvarlar arasında karanlığı yutarak dolaşıyor olmak umurunda değildi artık, saatler geçti, direniş devam etti. Ayakları kopacak vaziyete gelene, nefesleri tekleyene kadar durmamıştı, yaradı da küçücük, belki de bir gözbebeği büyüklüğünde olan karanlık bir delikle karşılaştı. Yaklaştı, hayır karanlık değildi, güneş ışığını yutup ışıksız bırakılmış genişçe bir alandı gördüğü. Dışarısıydı burası! Gözleri ağırdı ama bakmaktan geri durmadı; upuzun, hatları oldukça belirsiz ince bir yol vardı; birbiri ardına dizilmiş kayalıkların arasından geçerek, büyükçe dağlara doğru uzanıyor, oradan da sola saparak gözden kayboluyordu. Deliği büyütebilir miydi ki? Ne işi vardı, bu onun için bir amaç bir uğraştı işte; ölümü kucaklamadan toz toprak içinde... Deliğin çehresine bakındı, hiç de büyüyecek tarafları yok gibiydi; cansız, kat katı ve pislik içindeydi. Yazı, gözlerine tam da o sıra ilişti, “Beni gördün… Buraya gelip her gün beni izliyordun… Kurtarmak hiç aklından geçmedi… Eğlendin mi?.. Elbet seni de bulur Diyar’ın adaleti…” Anlamlandırmaya çalıştı, niyeyse oldukça öfkeliydi, yazının üstünden birkaç kez daha geçti; bu tekrara düşen bir farkındalık değildi, kesinlikle yeniydi. Pars denilen adama ait olduğu su götürmezdi, kimden bahsettiği konusundaysa aklına yalnızca gördüğü yolun sonu geldi; yolun sonunda birileri vardı… İçini şeytani bir refah sarmış olan, yolu buraya düşenleri çürüyene kadar yoklayan biri?.. Onu da izlemiş miydi?! Buna nasıl seyirci kalabiliyordu?! Vurdu. Vurdu. Öfkeden gözü dönmüş gibi deliğe vurmaya devam etti. Bir süre sonra gözleri hararetlendi, dayanamayacağını anlayınca kapadı gözlerini. Gözbebeklerinde bir şeyler birikiyordu, tüm sancısı o gözlerini açar açmaz geçecek gibiydi. Ne olacağını bilmiyordu ama bir şey olacağını biliyordu, deliği yakıştırdı bu hışma; önünde parçalara ayrılana kadar deşilseydi ne de sevinirdi. Üçten geriye saydı. Henüz ikideydi ki “Barlas!” diye bir ses gümledi. Yüzünü geldiği yere dönüp açtı gözlerini. Gözbebeklerinden fırlayan büyü kuvvetli bir rüzgârla birlikte duvarları delik deşik ederken suç işlemiş de utanıyormuş gibi kızardı. Hatta birkaç duvar birbiri üstüne yıkılıp zeminle birlikte onun da üstünü toza bulamıştı. Biri ona mı seslenmişti?! Şu an hiçbir şey bundan daha önemli değildi. Sesi tekrar duyabilmek için hareketsiz kaldı, “Barlas!” diye bağırdı ses yeniden, “Buradayım.” diyebildi, uzundur sesli konuşmamıştı ve sesini o bile ancak duyabilmişti, ikinci kez atılıp “Buradayım!” diye kükredi. “Sonunda!” dedi ses, “Biz de buradayız, buradaydık hep. Her gün denedik inan, iyisin ya, Hermes dayanabileceğini söylemişti, haklıymış!”  Hermes mi? Kimdi ki o? Tapınaktaki adamdı? Anlamıyordu, “Ben, sen, siz nasıl- neredesiniz? – “Yokluktayız ancak Gazandi’de yoklukta olduğundan dolayı kesişebildik!” - “Buradan çıkabilecek miyim?” - “Evet, sesimizi duyabildiğine göre artık sorun yok, on beş gün geçti, nasıl ayakta kalabildin aklım almıyor! Bu mucize Barlas! Mucize!”
   “Nasıl çıkacağım peki?” dedi Barlas algıları ve duyguları daha da iyileşirken…
   “Hermes halledecek, senin duyabildiğini anlar anlamaz ayrıldı, birkaç şeye ihtiyacı olabileceğini söyledi, uzun sürmeyecektir.”
   “Aslında buranın bir kapısı vardı…” dedi Barlas umutla dolarken.
   “Aslında kapısı yokmuş Barlas, bir zamanlar varmış ancak artık yokmuş.”
   “Hâlâ benimle nasıl iletişim kurabildiğinizi anlayamadım.”
   “Gazandi, yani içinde bulunduğun yer bir mezar. Yeri sabit ancak varlığı gelgitli. Kurbanı kasten ya da yanlışlıkla ona vardığında uzun bir süre ortadan kaybolurmuş, bazı kimseler görebilir bazı kimseler göremezmiş.”
   “Dinle.” dedi Barlas, sohbete olan açlığını iştahla bastırır gibi, “Burada biri varmış, her yere yazılar yazmış, bir kitabı bile var, başına neler geldiği konusunda fikrim yok ama oldukça güçlü biri olduğunu düşünüyorum; akıl almaz bir enerji seziyorum... O buradan çıkamadıysa benim hiç şansım yok.”
   “Asla pes etme, şimdiye kadar etmedin, şimdi de etmek için hiçbir nedenin yok.” dedi Kıvanç, Barlas giderek sese yaklaştığını hissediyordu, “Hem, çıkamadığını ne biliyorsun? Efsaneler vardı, o olmasın bu adam?”
   “Ben efsane değilim Kurakhan.” dedi Barlas tebessüm edip.
   “Haklısın, sen sadece efsane değil, yaşayan bir efsanesin dostum!” diye güldü Kıvanç, Barlas da katıldı, bunca şeyden sonra gülebildiğine inanamıyordu, “Hem Kurakhan demeyi kessen artık diyorum.”
   “Kıvanç…” dedi Barlas, Kıvanç evetledi, “Sana minnettarım.”
   “Şşş, duygusala bağlamaya gerek yok.” Barlas ağlamaya başladı. “Ne-? Ağlıyor musun yani, hadi ama koca adamsın.”
   Barlas gülümseyerek sustu. Artık Kıvanç’ın dibindeymiş gibi hissediyordu, “Ben senin dibindeyim ama sen neredesin?” dedi merakla.
   “Hiçlikten çıkamazsın Barlas, sabret, Hermes Gazandi’yi çağırabilirse ki çağıracaktır o zaman sorunumuz kalmayacak.” Barlas’ın sesi çıkmadı, birden arkasına dönüp kitabı ve deliği düşündü, onlara bir daha ulaşamazdı, en azından kitabı alsa iyi olacaktı... “Yüzümü sormuştun.” dedi Kıvanç, Barlas konuşmayınca, yorgun olduğunu düşünüyordu ancak Barlas Kıvanç’ı dinlerken bir yandan da kitaba geri dönüyordu. “Anlatmaya pek yüzüm yok.” Güldü, “Bir çeşit lanet, hırsımdan ve kibrimden kaynaklı, nasıl unutmak istediysem artık, pek anımsayamıyorum ama bunu hak ettiğimi biliyorum...”
   “Kimse bunu hak etmez.” dedi Barlas, sesinin uzaklaştığı anlaşılmasın diye olabildiğine yüksek sesle araya girmişti.
   “Belki de.” dedi Kıvanç devam edip, “Görenler, toprağın damgası olduğunu söylüyorlar; kurtuluşum yokmuş...”
   “Tapınakta da mı bir şey bulamadın?”
   “Ne-?” dedi Kıvanç, “Ben- şey, sana böyle bir şey söylediğimi hatırlamıyorum ama… Saklayacak da değilim, yüzüm için yapacakları bir şey yok...”
   “Neden sekizmiş peki?”
   “Ne-? Ha, o mu? Othena mothena bir şeyler dediler de- Hermes!”
   Barlas irkildi, kitabı hâlâ daha bulamamıştı, ne diye aranıyordu, bıraksaydı ya işte! Vazgeçip dönecekti ki sonunda kitabı buldu, en fazla iki el büyüklüğündeydi zaten, beyazdan hallice olmuş giysisinin geniş ceplerinden birine sakladı. Koşarak seslere döndü, “Hiero?” dedi Hermes’in sesi, “Orada mısın?”
   “Evet efendim.” dedi Barlas, “Size ne kadar teşekkür etsem az.”
   “Biz ne kadar özür dilesek de öyle.” dedi Hermes, “Gazandi, Tapınaklar’ın sorumluluğunda bir yapılanma, tabii hiçbir zaman kontrolümüzde olamadı… Senden bir şey isteyeceğim, büyü yapabildiğini biliyoruz, bana yapacağım büyüde destekgöz olur musun?”
   “Hiçlikten mi?” diye sordu Barlas şaşırıp, destekgöz ne demek biliyordu.
   “Evet, amaç da bu zaten, büyülerin birbirleriyle buluşabilmesi için hiçsizlik şart olacaktır, böylece Gazandi’yi görünür olmaya zorlayabiliriz.”
   “Ne büyüsü yapacağız peki?”
   “Aitlik Büyüsü, yapabilirsek tabii, kimse Gazandi’ye yanlışlıkla girmez böylece, büyüyü yapamazsak da mühim değil, önemli olan senin varlığa dönmen.”
   “Hazırım efendim, yapmaya çalışacağım.”
   Üç saniye sürmüş müydü?.. Barlas içeriyi yıkıp dökerken ısınmış gözlerini parlatır parlatmaz kendini on beş gün önce adımını attığı Gazandi girişinde bulmuştu. Arkasında, girişin olduğu yerde, Aitlik Büyüsü’yle meydana gelmiş dikenli sarmaşıklarla sarılı parmaklıklar vardı. Kıvanç coşku içinde yüzüne bakarken, Hermes donup kalmıştı, “Efendim iyi misiniz?”
   “İyiyim Hiero, iyiyim…” dedi deli gözlerle Barlas’a bakıp, “Bu kadar hızlı başarabileceğimizi sanmıyordum, sen iyisin ya?”
   “Gözlerin sarı mıydı senin?!” diye şoke oldu Kıvanç, bir an fark edememişti.
   Barlas dışarıdan nasıl göründüğü konusuna hiç kafa yoramayacaktı çünkü kendinden soğuyabilirdi, “Tükendim ama iyiyim.” dedi, “Gazandi’den kurtuluş bu kadar kolay mıydı ki?”
   “Geçti!” diye bağırdı bu sefer Kıvanç, “Şimdi geçti! O neydi öyle?!”
   “Ne neydi?” dedi Barlas, “Gözlerimin sarı olmadığını ikimiz de biliyoruz.”
   “Ama-?” dedi sustu Kıvanç kendinden şüphe edip.
   “Elbette değildi, gerçek kapısı efsaneye karıştıktan sonra böyle olmuş olmalı.”
   “Merak ettim şu Pars’ı.” dedi Barlas Hermes’in konuya dönmesinden şikâyetçi olmadan. O sırada aklına da takıldı, gözleri az önce gerçekten sarı mıydı?
   “Pars mı?” dedi Hermes bir şeyler anımsar gibi, “Şey- bilmiyorum.”
   “Ne demeye çalışıyorsunuz efendim?” dedi Kıvanç.
   “Hakikat diyorum.” dedi Hermes, “Hakikat diliyorum…” diyerek ikisinin yüzüne uzunca baktı, “Gidin hadi, kendinizi iyileştirmeye bakın. Özellikle sen Hiero, iyi beslen, bunca zamandır aç susuz nasıl dayandın hiçbir fikrimiz yok.”
   “Sana Tapınak’tan yemek arakladım, Heykeller’e gidip yiyebiliriz, saatlerce yiyebileceğin kadar çok yemek var.”
   “Yemek bulunur, ihtiyacınız olursa uğrarsınız, gidin hadi.” dedi Hermes, “Temelli gitmeden önce de tekrar görüşürüz.”
   Hermes derin düşünceler içinde ağır aksak ayrılırken Barlas bir garip hissetti; sahi, dahası var mıydı? Buradan sonra nereye gideceklerdi, Kıvanç kesinlikle Köy’e dönmek isterdi, o da eve mi gidecekti? Her şey havadayken ve buraya geliş nedeniyle keşfettikleri çözümlenmemişken nasıl dönüp kaldığı yerden devam edebilirdi ki? Yaşananlar kesitlerden ve kesintilerden ibaret oluvermişti. Gözleri şimdi yeniden hiçliğe dönmüş olan Gazandi’ye çevrildiğinde tanıdık bir şey gördü; uzun ince yolu… Bu yol?! Yol gerçek miydi?!
   “Benimle gel.” dedi kalabalığı izleyen Kıvanç’a.
   “Ne-?” dedi Kıvanç Barlas açıklamaya varmadan yürümeye başlamışken.
   “Oliviero… Kesinlikle o olmalı. Nereye gidiyor o yol?”
   “İyi ama bir şey bile yemedin!” dedi Kıvanç, “Yine ne oluyor?” Barlas ona kulak asmayınca soruyu cevapladı, “Kutsal Tapınak var orada benim bildiğim.”
   “Nereden biliyorsun?”
   “Unuttun mu, on beş gün kadar buralardaydım.”
   “Varlığı inançlara saygısızlıktan başka bir şey değil! Gerçek yüzünü görmek ister misin? Eminim birçok yüzü vardır!”
   “Anlamıyorum, Tapınak Yüksek Temsilcisi’nden bahsediyorsun kendinde misin sen? Hem, adam hasta, gidip neye dayanarak başına çullanacaksın?”
   “Gerçeğe.” dedi Barlas, “Görünenin ardında bir gerçek var. Hermes de bunu biliyor ama sesini çıkartamıyor.”
   “Barlas durur musun?! Gece olmak üzere ve dikkat çekmeye başladık; hem nöbetçileri görmüyor musun?”
   Barlas afalladı. Etrafındaki hareketliliğin idrakine varabilmek için incelemeye başladı. Gerçekten de Gazandi’nin ardına doğru yürür yürümez bir grup Kers olmak üzere çeşitli grupların ilgisini çekmişlerdi. Ayrıca Kıvanç’ın dediği gibi yolun iki yanına dizili nöbetçiler vardı; daha önce gördüğünü sanmadığı varlıklardı bunlar, üstelik delikten bakarken de görmemişti onları, “Nedir onlar?”
   “Dionlar, Beyaz Saray ve Kutsal Tapınak öncü koruyucularıdırlar.”
   “Gazandi’ye girip çıktım Tapınak Temsilcisi’yle konuşmak istiyor olmam neden tuhaflarına gitsin ki? Gecesi gündüzü, kalabalığı mı olur bu işin?” dedi Barlas.
   “Sen bilirsin, bu işin sonu kötü biter peşin peşin söyleyeyim.”
   Barlas uzun ince yolun başına vardığında Kıvanç’ın Dion dediği bu varlıkların görünüş biçimlerine bakıp huylandı; yüzleri yoktu bunların?! Yolun yarısına kadar sorunsuz bir biçimde yürüdüler, zira yol pek de keskin sınırlardan oluşmuyordu; dağlara tırmanmak için bile oradan geçiyor olabilirdiler. Yine de arkalarından Kersler’in ve bir grup İnsan’ın geliyor olduğunu görebiliyordular. Her ihtimale karşın gözetim altındaydılar; Oliviero’yu dokunulmaz kılanın ne olduğu bariz ortadaydı. Birkaç saat daha yürüdüler, Kıvanç yanında bulunan yiyeceklerden zorla Barlas’ın ağzına tıkıştırırken etrafa endişeyle bakıyor, Barlas dimdik ve tereddütsüz yürüyordu. Neden böylesi asılsız bir öfkeye kapılmıştı kendi de bilmiyordu. Genişçe bir koyaktan geçip, Kutsal Tapınak ışıklarının kaynağını gördüklerinde deyim yerinde büyülendiler. Yapı oldukça sadeydi ancak ışıklar ve efsunlar, Tılsım Tozları’nın da desteğiyle görsel bir cümbüşe dönüşüvermişti... Barlas Oliviero denilen adamı kıskanmadan edemedi, böyle bir yerde mevkilense kendini gerçekten özel hissederdi. Dionlar bu bölgede yoğunlaşmıştı, şansları yoktu, içeriye girmek çok zordu, “Bu kadar korunacak ne vardı?!” dedi Barlas kızarak.
   “Yalnızca Kutsal Tapınak değil, başka bir şeyi de koruyorlar aslında, aramızda kalsın Hermes anlattı bana, ortak noktamız sen olunca birlikte vakit geçirmek durumunda kalmıştık, yoksa ben Dirgen Tapınağı’nda takılıyordum. Kutsal Tapınak korunan asıl şeyin bir yansıması gibi, Tılsım Tozları’nın yoğunluğunu fark ettin mi, merak ettin değil mi.” diye güldü Kıvanç, Barlas’ın bakışları meraktan sıkıntıya doğru geçiş yaparken devamını getirdi, “Tamam tamam kızma, Hermes bana öyle yapmıştı da ben de sinir olmuştum. Cun Yıldızı var orada…”
   “Nerede?” dedi Barlas dikkatle bir daha bakarak, “Ben görmüyorum?”
   “Oralarda bir yerde işte, ben de görmemiştim zaten, herkese gözükmüyor muymuş ne, Gazandi’nin özentisi herhalde kendileri…”
   “Cun Yıldızı…” dedi Barlas, “Nedense içime bir huşu, bir huzur doluyor telaffuz edince, daha önce okurken hayaller büyütmüş olabilirim içimde…”
   “Geri dönüyor muyuz artık?” dedi Kıvanç.
   “Kesinlikle hayır, kim ki o böyle bir yerde yaşıyor!” Barlas birden atıldı, birbirleriyle konuşan Dionlar’ın arasından yılankavi hareketlerle ilerleyip kapıdaki anlık boşluktan faydalanarak aniden daldı içeri, içerisi dışarının tam zıddına kapkaraydı, yalnızca meşaleler vardı. Ne ara buraya kadar gelmişti! Arkasında kalabalık bir patırtı duyup hızlandı, koridoru andıran bir holde karşısına üç beş Dion çıktı, Dionlar dehşete düşüp üzerine atılırken yön değiştirdi, başka bir koridor daha, üzerine büyüler yağdırılırken neye uğradığını şaşırıp geri dönmek istedi, neredeydi bu adam! Tam kafasının arkasına güçlü bir darbe yedi… Baygınlık geçirir gibi olduğu sırada iki koluna birden Dion girmişti, hızla girdiği yere doğru ilerliyorlardı, diğer Dionlar farklı koridorlardan etrafına toplanıyor giderek kalabalık bir grubun arasında kalmaya başlıyordu. Kapının önüne çıktığında Kıvanç’ın iki Kers tarafından derdest edildiğini gördü, tam karşısında da bastonuyla ona hışımla bakan bir adam vardı, yüzü eğreti bir hal almıştı, hastalıklı olduğu ortadaydı, “Oliviero!” dedi Barlas tükürür gibi, ortamdaki herkes dikkat kesildi, uzaklardan farklı toplulukların yaklaştığını, bazılarının hakaretler yağdırdığını duyabiliyordu, bu adam besbelli onu tanıyordu, “Beni gördün… Beni izliyordun… Kurtarmak hiç aklından geçmedi… Eğlendin mi?..” dedi, Adam anlamaz bakışlarla aşağılar gibi süzdü, “Elbet seni de bulur Diyar’ın adaleti…” diye köpürdü Barlas.
   “Götürün şu soysuzları!” diye bağırdı Olivero, “Huzurumda bana hakaret etmeye cesaret edebilecek kadar iyi eğitilmişler anlaşılan!”
   “Oturduğun yerden yönetmek hoşuna gidiyor olmalı!” diye bağırdı Barlas, “Sorumluluklarını başkalarına yüklüyorsun, şu güzelim Tapınak’ta o kusulası yüzünle gezmeye utanmıyor musun?! Kalbin yüzüne vurmuş!”
   “Bu ne cüret!” diye karşılık verdi Olivero.
   “Efendim?” diye çıkageldi Hermes, o da diğerleri gibi şok içindeydi.
   “Hermes! Bahsettiğin Gazandi kurbanı bu muydu?!” dedi Oliviero.
   “Ev-evet efendim.” diye dili dolandı Hermes’in.
   Konuşmalar, hakaretler, bağırışlar ve bakışlar… Barlas’ın ceplerinden birinde sakladığı kitap yere düştüğünde Barlas’ın tüm enerjisi çekilir gibi oldu, sanki tüm bu karmaşaya o sebep olmamış gibi bakınmaya başladı, başı döndü, göklerde bir yerde, uzakta, çok uzakta kanatlı bir at gördü… Tepelerinden geçiyor, olup biten bu anlamsız çatışmalara göz bile atmadan süzülüyordu… Buğulandı bakışları, tıkandı kulakları, neler oluyordu?.. Kısa bir tartışmanın ardından, “Beyaz Saray’a götürün, lanetlenmiş bu!” denildiğini duymuştu… “Yargılayıp infazını versinler gerekirse!..”
 
***
 
   Hakikatin hadım edilip efsanevi bir kutuda zincire vurulu tutulduğu destansı Alm’de, mücevheratlar ve kıymetli taşlarla döşenmiş olan duvarların yüzeyleri ışıl ışıl ışıldamaktaydı... Her biri bir diğerine nispet yapılmış gibi duran büyüleyici odaların birinden yükselen klasik müzik, geniş koridorların el değmemiş arşınlarında kulak tırmalayıcı çınlamalara neden oluyor, azaldıkça yakınlaşan yankılar yapıyordu... Rüzgârlar net hissedilebilir bir ivinti içindeydi; yansımalar müphem, sesler sakildi... Bir an sessizlik olsa, her şey dursa, tüm gürültüler bütün bütün uzaklaşsa, şiddetli zelzeleye kapılıp yarılan topraklar gibi zaman yarılacak, yürek parlayan inlemeler çıkacaktı sanki ortaya; yeknesak oluşun sansasyonel buluşu, getirecekti her şeyin sonunu… Tüm bu tutku sarmallarının göbeğinde, duyanı hem bedenen hem de ruhen titreten adımlar yaklaşır yaklaşmaz,  baş döndüren atmosfere eşlik eden bütün detaylar kendi içlerine doğru çekilip uzaklaştı... Gerçekten de sessizlik ses edince, netameli iniltiler doldurmuştu koridorları; eteği boyundan en az dört kat uzun olan siyah elbiseli kadın, letafetle arşınladı arşınları… Öyle ince, öyle düzenliydi ki adımları, tam da yürüdüğü yerde atıyordu düzenin nabzı… Hematit ve Obsidyen taşlarından döşeli zeminin katmanları, sızım sızım sızlamaktaydı… Selefsizdi düzenin mimarı, kan kusar gibi kıvranıyordu beden hatları; kıvrandıkça Alm’in yapı taşları epriyor, kudretine alkış tutan şahmerdanlar manasız bir irkilişle birbirlerine vuruyorlardı… Alm’in sol cenahına belirli aralıklarla yerleştirilmiş olan mazgallardan dışarı bakmak için kafasını çevirdiğinde, gölgelerden sıyrılıp bütünüyle ortaya çıktı yüz hatları... Almis’in yüzü hiç de güzelliğe yaraşır değildi; daha da ağır ifade edilirse hilkat garibesiydi… Kılcal damarları dudak çevresinden çenesine kadar tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış, göz çevresinden başlayıp kafasını yer yer işgal eden dikenler taşlaşmış gibi grup grup gözüken kafa derisini yararak fırlamıştı. Hafif dalgalı siyah saçları kimisi haddinden fazla uzun olan dikenlerle bir olunca yaratığı andıran bir görünüm vermişti ona; gözleri şehlaydı, gözbebekleri ateş renginde cayır cayırdı. Güzelliğe olmasa da tam da sanına yaraşır olan ucube görüntüsünü kıymetli taşlarının yansıtma aracılığıyla görüp irkildiğinde elbisesinin rengi beyazlaşmaya başladı, gözleri derhâl parladı ve yüzünde ışık benekleri çaktı… Güzeldi… İşte şimdi güzeldi… Gözleri bu hadsiz irkilişini itlaf eder gibi kanlanmış; elbisesi de kan kızıla çalmaya başlamış olmasa bir prenses bile denebilirdi ona: Siyah saçlı, siyah gözlü, uzun kirpikli, buğday tenli bir kadın…
   “Renk değiştiren bir elbise ha?..” diye bir adam sesi geldi öteden, an be an yalnızca Almis değil, Alm’in her zerresi canına okuyacak gibi odaklanmıştı adamın gözlerine… Adam çıkardığı her heceden pişman olmuş gibi eğdi boynunu, “Beni buyur etmişsiniz leydim…” dedi olabildiğine mahcup bir biçimde, “Bağışlayın ama buraya nasıl geldiğim ve kim olduğunuz hakkında hiç mi hiç bir şey bilmiyorum… Elbiseniz dikkatimi çekti, hiç böylesini görmemiştim...”
   “Görmediklerinle, hayal bile edemeyeceklerinle birsin artık...” dedi Almis çatallaşmış ses tellerinden çıkan tok sesiyle “…ve bileceksin, şanslısın ki bugün mutlu günümdeyim…” Adam ağzını açıp birkaç kelam edecekti ki nutku tutulur gibi sıklaştı nefesleri, Almis’in gözlerinden çıkan büyü esintisi bir girdap yaratıp iliklerine kadar cayır cayır yaktı Adam’ı; sindirmek zor olacaktı elbet Kutu’ya hapsedilmiş hakikatin aslını; bu bir çeşit kaçamak, Almis’i Almis yapan bir ayrıcalıktı. Adam’ın puslanmış belleği lanetin kirli felaketinden arınırken insancıl olmayan bir çığlık yükseldi öteden; Pandora Kutusu’nun Alm’e karşı ayaklanışı, Almis’e hışmıydı bu… Almis kan donduran bir tebessümle yetindi, arsız değil miydi, o içine dünyaları koysa yine açlık çekecekti; içinden en ufak bir şey ödünç alındığında nasıl da nankörlük etmişti… Pandora Kutusu’na karşı inceden inceye bir nefret uyanmıştı içinde ama bu farklı bir şey değildi; Almis her zaman her şeye karşı nefretler uyandırırdı içinde, bir kez uyandığında artık asla uyuyamayacak türden… Almis’ten geriye kalan nefretlerin ve tutkuların artıklarından başka bir şey değildi; unutulmuş, unutulmak istenmişti hikâyesi… “Se-sen…” dedi Adam hakikatin çarpıklığından sıyrılır sıyrılmaz, lanetin işleyip de bozulduğu ilk kişi olmuştu; “Na-nasıl?.. Tüm-tüm Diyar’ı?.. Nesin sen?..”
   “Artık kraliçen olduğum kesin, kulağına gelmiştir belki, Zümrüt Krallık’ın kraliçesi benim; bu Diyar’da doğan, bu Diyar’da yaşayan herhangi biriyim… Ama anlayacağın üzere herhangi biri olmaktan da bir hayli uzağım. Belki de hiçbirinizin olmayacağı yerdeyim...” Adam tir tir titremeye başlamıştı, “Titreme!” diye kükredi Almis, “Korkaklığını izlemek istediğim son kişilerdensin!”
   “Emriniz-emriniz olur kraliçem.” dedi Adam beyninden vurulmuş gibi, durdu, “Bağışlayın ama neden ben? Size ne gibi bir hizmet verebilirim ki?”
   “Eline güç verildiğinde harikalar yaratacak olanları iyi bilirim ben.” dedi Almis yakınlaşarak, biraz daha yakınlaşırsa Adam’ın gerçek anlamda ödü kopacaktı sanki bu yüzden bunu sürdürmedi, “Böbürlenecek değilsin belli ki öyle olsaydın sana böbürlenmemen gerektiğini de söylerdim, nitekim hiç gücü olmadan da nice şerler kusanlar var hizmetimde. Morel’in üstüne iyi oynağını biliyorum; Karaul’u ve Yasak Bölge’deki çıkışını… Hanedanlık’taki tavsiyeni de öyle.”
   “Sıradan şeylerdi kraliçem, Barlas Morel’i hiçbir şey durduramaz.” Almis’in gözlerinde ansızın kıvılcımlar çaktı sanki. Kahve gözler kan kırmızı iki ateş topuna dönerken Adam bir kez daha ağzından çıkanlar için pişman oldu, “Tabii siz hariç…” dedi çocuk avutur gibi.
   “Aynam değilsin…” dedi Almis bu avutmaya kanar gibi, “Prenses ve cücelerini pek büyütmüyorum gözümde.” Adam elbette karşısında duran haşmetli kadının ne demek istediğini anlayamamıştı, “Kardeşim de büyütmezdi, doğrusunu istersen önünde gerçekten de kimse, hiçbir şey duramazdı; ben hariç… Ama biliyor musun? Bu sefer karşısında duran şeyin ben olduğuma emin değilim, kendi kendini öldürdü o; soyuna hiç mi hiç yakışmayacak biçimde pes etmişti…”
   “Siz-siz…” dedi Adam idrakine erer gibi, “Siz onun ablasısınız, Pars’ın?..” Almis sessiz kaldı, “Onlar neredeler, o günü hatırlıyorum, hiç karşılaşmadım…”
   “Yasak Bölge’den seni ayırmamıştım, onları çil yavrusu gibi dağıtırken epey keyif aldım; benim tasarım harikası diyarımda farklı İnsanlar olduklarını sanıyorlar. Belki şimdi anlamsız hayatlarında küçük heyecanlar yaşıyorlardır…”
   “Benden ne istiyorsunuz kraliçem?” dedi Adam merakla.
   “Parmak uçlarımda olan hayatını güçten yana harcamanı. Yaptığım hazırlığın son safhalarında o güzel zekânı kullanıp aktif olarak yer almanı.”
   “Neye hazırlanıyorsunuz?” dedi Adam bu sefer.
   Almis hem Adam’ın onunla sohbet edebileceği kanısından iğrenip hem de bakışlarını cesaretinden dolayı kutlarken öldürmekle öldürmemek arasında kaldı; öldürmek onun için çok kolaydı, en zorlandığı şey yaşatmaktı, “Alanguva bunu yanıma bırakmaz.” dedi alay eder gibi.
   “Ya şimdiye kadar neden bıraktı?”
   İşte bu soruyu sevmişti, bu yüzden yaşatmayı tercih etti, “Ona savaş açmış olduğum gerçeğiyle yüzleşince girdiği şoktan henüz çıkamamış olmalı…” dedi, “Çünkü savaş dediğin böyle olur! Elinden geleni ardına komasın, sen şimdi gidip sefil hayatını yaşayacaksın ve bileceksin ki gözüm üzerinde… Mektuplarımı bekle, huzuruma gelip benimle bu şekilde konuşabildiğin için şanslı hisset; ölmediğin için de… Gidebilirsin.”               
   “Ama kraliçem-” Adam’ın ayakları yerden kesilirken sesi de gidiverdi, Almis’in gözlerinden çıkan rüzgârlar Adam’ı koridorlar arasında sürükleyerek çıkışa kadar taşıdı, yakarışları ve koridor virajlarında duvarlara çarpışı ışıltılı odalar boyu yankılandı… Belki de tüm çarpışlardan sonra ölmüş bile olabilirdi, tabii bu da Almis’in umurunda değildi; Adam ölürse Pandora Kutusu sakladığı hakikatin el değmemiş olduğu huzuruyla içinde karanlıklar peydahlamaya devam eder, Adam yaşarsa başına gelen tüm bu eziyetten sonra köpek olurdu huzurunda. El pençe divandı önünde ölüm bile; yaşam ile zaman da öyle… Koridorlar arşınlamaya devam ederken, gölgeler Almis’in peşine dizildi… Konuşmuştu Almis… Lahit Zümrüdi teşekkül ettiğinden bu yana ilk kez, sıradan bir İnsan’la, onun için yeterince sıradan bir konuşma yapmıştı. Bu ona olumlu ya da olumsuz herhangi bir şey katmamıştı ancak Alm’in ilk kez çatal sesine şahit oluşu içinde şehvet uyandırmıştı. Işıltılı sarayında geçirdiği her saniye pahasızdı onun için ve şimdi konuşmuşken, Alm’in sesine verdiği şehevi tepki bu denli hoşuna gitmişken mümkün olduğunca konuşmaya devam edebilirdi… Koridorların kesiştiği uzun holün sonuna geldiğinde zindana benzeyen murdar bir odaya girdi. Oda alabildiğine genişti, daha çok devasa bir zindanı; bir yanardağın iç dudaklarını andırıyordu… Yürümeye devam ettiği yer kenar taşı olmayan ve ancak odanın ortasına kadar giden bir taş köprüydü. Köprünün altında yerle bir olmakla kalmayıp daha da derince kazılmış olan uçurumvari bir çukur vardı; odanın kalan yarısında ise tavandan sarkan zincirlerin ucunda yalpalayan kafesler… Kafeslerin parmaklıkları demir gibi gözükse de içine kapatılanı her yönden etkisiz hâle getiren değişik bir malzemeden yapılmıştı; büyüyle ortaya çıkarılmış olabilirdiler... Biri küçük dört kafes vardı, küçük kafeste ise kafes zeminine yüz üstü yapışmış gibi duran bir İnsan silueti; uzun, iri kemikli, kıvırcık saçlı… “İşte Lilith’in ilk yemi…” diye geçirdi içinden, “Üç yıldır olduğu gibi bir hiç… Biliyor musun Mathew Andrew; seni neden öldürmediğimi, seninle ne yapacağımı, seni neden ölmemekle cezalandırdığımı bilmiyorum; neden seni buraya taşıyıp, her gün kontrol ettiğimi de…” Almis’in iç sesiyle kıpırdanan gözlerinde en ufak bir his yoktu, söylenebilecek tek şey anlamsızlık olduğuydu. Arkasını dönüp odadan çıkmak için yeltendiğinde elbise eteği gerçek hareketlilikten bağımsız bir şekilde ardına doğru savrulup onu takibe koyuldu. Siyahî elbisesinin üzerinde benek benek yer eden pembe renk yeniden solup karardı. Sırada günün anlamı ve önemi vardı... Mathew’in üzerindeki cılız ışık tıpkı Alm’in başka odalarında saklı tutulan başka ruhlara, bedenlere olduğu gibi sönüp siluetini kararttı. Odalarda varlığını koruyan diğer şeylerin tümü Almis’in şahsi arzularına, geçmişine, geleceğine hizmet etmekteydi; biri hariç, o şey yalnızca bir gözlem niyetine vardı. Almis çocukluktan bu yana farklı şeyleri inceleyen bir araştırmacıydı, hiç inceleme fırsatı bulamadığı ve yüksek ihtimal hiç mi hiç işine yaramayacak olan yeni araştırması Kurt ve Vampir kanının tek bedende ne şekilde harmanlandığıydı. Bunun dışında, bir de kendi odasına yakın tuttuğu tek oda vardı; Pandora Kutusu ve On Tılsım’ın yer aldığı taş oda. Diğer odalar böylesine ışıltılı taşlarla döşeliyken o odanın taş olması birlikte yol aldıklarına, daha doğrusu onun deyimiyle ona köpek olanlara yakıştırdığı değersizlikten kaynaklıydı; zira Öz Tılsımlar’ın kudretine yahut Pandora Kutusu’nun haşmetine olan bir önlem için değildi. Tılsımlar’ın ve Kutu’nun aynı odada tutulmasıysa aklına geldikçe onu huzurlandıran bir işkenceydi; çünkü malum kehanete göre Tılsımlar’ın Kutu’nun içine hapsedilmesi gerekirdi...
   On bakış ve on aşk, onun da bir zamanlar birçok çıkarım yapabilmesine yarayan önemli etkenlerdi; kehanetin indiğini öğrendiğinde kendi kendisini nasıl da yücelttiğini pek iyi hatırlıyordu; Diyar’daki birçok şey gibi artık kehanetlerin ve zamanın da onun etrafında döndüğü gerçeğini öğrenmek paha biçilemezdi o zamanlar… Nitekim Kutu’ya Pandora ismini veren de o olduğu gibi, üç başlı Kurt’a, çok gözlü Dev’e, hatta Tılsımlar’a bile o vermişti ismini… İsimler bir kez verildi mi burada, ebediyen bunun ezelden beridir öyle olduğu sanılırdı. Tılsımlar, kehanetin ve kimi yazarların yakıştırmasıyla cafcaflı isimlerine kavuşan Öz Tılsımlar, aslında aynı zamanda kehanetin şeytanlarıydı... ‘Onlar’ diye ifade edilen, kadim, oldukça eski hatta belki de Gizem Diyarı’ndan önce de varlığını korumuş olan şeytanlar… Bu şeytanların değişik bir durumları vardı, en başta, hepsi isimsizdi, birbirine rakamlarla seslenirdi. Şeytan olmalarına rağmen kötülük yapmamaları da epey farklı kılıyordu onları, büyü sanatının en eski vekilleriydiler belki; Kirmede’den, büyünün kalbinin atmaya başladığı kutsal şeyden ders alıp bu Diyar’a kadar taşınılmış yegâne kişilerdi... Kirmede, bir ‘şey’di çünkü ne olduğunu o bile bilmiyordu; bir zamanlar onu Alanguva sansa da epey yanıldığını anlamıştı… On Tılsım’a, Şeytanlar’a gelinirse onları kişi yapan İnsan olmalarıydı. Almis onları, gizem içinde saltanat sürdükleri göklerde bulmuştu neredeyse; Diyar’ın, bu küçük gezegenin öbür yüzünde, hiç kimsenin, kendisinden başka hiç kimsenin gidememiş olduğu yerde… İşte o vakitti Alanguva’ya kendini en yakın hissettiği vakit de ancak Alanguva’yı yine görememiş, öfkesinden kudurarak Onlar’ı esir alıp Tılsımlar’a dönüştürmüştü… Direnmiştiler… Kirmede’den öğrendikleri tüm felaketleri üzerinde denemiştiler... Onu, bir zamanlar Diyar Sakinleri’nin yağmurdan gelen kuğusu bile olmuş olan Almis’i bir ucubeye dönüştürmüştüler. Almis yalnızca koruma büyüsü yapmakla yetinmişti, kullandığı büyüler ve kendini koruyamadığı darbeler onun kontrolü altında yüzüne isabet ettiklerinde, bugün yapmayı unuttuğu büyü sonucu yansımasında gördüğü şeye neden olmuştu. Darbeleri yüzüne almak istemişti çünkü en kolay yaptığı büyüler yüze yapılanlardı; bugünkü sağlığını da bu isabetli karara borçluydu. Sonunda, Onlar’la giriştiği bu çarpışma sonucu savunma büyülerini kullanarak içinde biriktirdiği tüm gücünü tek bir büyü için kullanmıştı; Onlar’ı, Şeytanlar’ı, Kirmede’nin veliahtlarını tılsımlara dönüştürmek için… Gerisi epey kolaydı, hakikate müdahale edip Öz Tılsımlar’ın efsanesine hayat vermek… Evet, bunu ilk yapışı değildi, Lahit Zümrüdi’yi getiren bu büyük laneti ufak çaplı bir biçimde daha önce de denemişti ve başarmıştı… Elbette bir geçmişi vardı; onu o yapan, sonunda karanlığı doyasıya kucakladığı bir geçmiş. Öyle ya konu bu değildi, onun şimdileri zihinlerde yer eden pusların esiri olmuş geçmişi, yalnızca onu ilgilendirirdi; ilgilenmeye yeltenen cezasını ağır öderdi… Günün anlamında ve öneminde yatan şey gittiği yerdi; Kutu’nun ve Tılsımlar’ın yanı… Bugün, Tılsımlar’ı yeniden Onlar’a dönüştürecekti…
   Tılsımlar’a, yine cafcaflı ifade edecek olursa Yoldaşlar’a ihanetleri sonucu dönüşümü vaat etmişti Almis; elbette vaatlere uyan bir yapısı yoktu, o ne isterse o olurdu ancak son günlerde anlamıştı ki Tılsımlar onun onlardan korktuğunu düşünmeye başlamıştı... İşte buna gülerdi, korku, Almis için uzak bir geçmişin utanç veren bir iklimiydi…  Hem artık onun görkemli kafesinde hapistiler, eğer dönüşümlerine izin verirse onun ayak işlerini yürütebilirdiler. Doğrusu güçlü de sayılırlardı, onun yıllar önceki haliyle bile baş edememiş olsalar da ölçütü kendine göre yapması mantıksızdı, kendisi bir doğa, bir diyar harikasıydı… O karanlıktı, karanlığın diğer adıydı… Müzik Alm duvarlarına aşk etmeyi sürdürürken gölgeler geri çekildi... Her şey açık, net, göründüğü gibiydi artık. Odaya vardığında tıklattı kapıyı, bunu yalnızca yapmak için yapmıştı; bir çeşit alaydı. Sesin gelemeyeceğini bile bile kapıda bekledi de ardından anahtarları çıkardı. Anahtarların etrafında toplandığı, iki uzun ince Yılan’ın baş bölgelerini birbirine tokuşturup kalbe benzer bir biçimde uzanarak kuyruklarının olduğu bölgede birbirine dolanmalarının küçük bir heykelini andıran anahtar başı parıl parıl parlıyordu. Anahtarların en küçük olanını kapı deliğine sokup çevirdi. Kapı dili geri çekildiğinde kapı kendi kendine savruldu. Oda küçüktü, Öz Tılsımlar kapalı duran Pandora Kutusu’nun çevresine zoraki olarak genişçe bir halka şeklinde konuşlanmıştı. Havada asılı olarak hareketsiz dururlarken kısım kısım titreşip hareketlenmeye başladılar… “Önce seslerinizi vereceğim…” dedi Almis vakit kaybetmeden, onun böyle söylemesine binaen artık uykudan eser kalmamıştı Tılsımlar’da, “Konuşulacak meseleleriniz varsa benim sizi soktuğum kalıptan konuşun, dönüşüm başladığında burada olmayacağım, sonrasında ise siz de tüm hizmetkârlarım gibi mektuplarımla iletişim kuracaksınız benimle.” Lafı biter bitmez elini yumruk şeklinde kapatıp bir süre bir şeyler fısıldadıktan sonra hızla açtı, bir çınlama sesi ardından On Tılsım da savruldu. Pandora Kutusu aniden içinde bir şeyler patlamış gibi sarsıldı, Almis dönüp Kutu’nun üzerindeki işlemelere baktı, altın renginin üzerine işlenmiş siyah işlemeler Kutu’nun içinde lav varmış da şeffaf bir şekilde onu gösteriyormuş gibi ateş renginde parıldamaktaydı. Almis etkilenmiş gibi kaşlarını kaldırıp yüzüne o kan donduran gülümsemesini kondurdu, işlemeler yeniden söndüklerinde Tılsımlar’a döndü, “Bazılarınız Prenses ve cüceleri tarafından, bazılarınız ise benim tarafımdan bulundunuz. Evet; Toytimur, Timagur, Tansu, Tunga, Tultag, Tulgar, Targun, Tomris, Taygana ve Tanju… İsim verdiğim ilk evlatlarım. Konuşmak isteyen var mı?..” Ses çıkmadı, Almis ilk kez duyacaktı Onlar’ın sesini, önceden olsa dönüş alamamak onu çileden çıkartırdı ama şimdi bu, umurunda olmayan bir şeydi. Seslerini geri alırken bile böylesine sarsıldıkları göz önüne alınırsa, cisimlerini geri alırken bu küçük oda da yaşayacakları onu neşelendirdi…
   “Ne yapıyorsun Almis?..” dedi Timagur, sesin kadim, sert, aynı zamanda derinden gelen bir tınısı vardı, “Ne yapmaya çalışıyorsun?”
   “Hep lider vasıflı biri olduğunu düşünmüşümdür Timagur,” dedi Almis meydan okur gibi, “Doğrusu cesaretin gözlerimi yaşarttı. Ne mi yapıyorum? Bir zamanlar yancılığını yaptığınız Alanguva’nın sonunu hazırlıyorum…”
   “Nasıl yapıyorsun peki bunu?” dedi Tultag, Timagur’un sesine pek yakın ancak daha cılız bir sesle.
   “Bunu bildiğinizi sanıyordum kıymetli Özler.” diye iğneledi Almis, “Yeniden Onlar olup başınızı dışarı çıkardığınızda neyi ne şekilde yaptığımı daha iyi anlarsınız çünkü cehennemim anlatılmaz, yaşanır… Sorularınız için değil özürleriniz için burada kalmıştım, hizmetkârlarım çoktan iş başına düştü, yakın zamanda ortalık daha da karışacak. Lafı gelmişken,” dedi arkasını dönüp çıkmadan hemen önce, “Dönüşüm tamamlandığında hizmetime zoraki değil gönüllü olarak devam edeceğinizden şüphem yok, dengim siz değilsiniz, bilin ve adımlarınızı ona göre seçin... Prensesiniz ihanetinize karşılık gözyaşlarına boğulmuş olabilir ancak bana edecek olduğunuz ihanet sonunuz olur... Daha ne kadar işkence edebileceğim konusu da aklınıza hiç takılmasın çünkü işkencelerimin sınırsızlığı karşısında aklınız durur.”
   “Prenses mi?” dedi Tanju, “Hiero Barlas’ı tanıdığından emin misin?”
   “Belki de İl’un demeliyim.” diye güldü Almis, “Ya da Siria ha?” Tılsımlar’dan ses çıkmadı, “Ayrıca Prenses’i ve cücelerini çok ama çok iyi tanıyorum… Şimdi her şeyinizle var olabilmenin keyfini çıkarın. Biriniz hariç…” Tılsımlar hareket etmeyi bile kesti, Almis niçin onlardan birini bir diğerinden daha hor görmek istesindi ki? “Zira sessiz kalsa da farkında bile olmadan bana edebileceği en büyük ihaneti ettiğinden dolayı asla ama asla her şeyiyle var olamayacak bu topraklarda…” Almis’in dudaklarından dökülen kadim lisan gözlerinde ve ellerinde parıltılar oluştururken Pandora Kutusu bir kez daha çalkalandı, parıltılar öyle arttı ki ne Tılsımlar ne de Almis kaldı, birden epey fazla olan büyüler birbirlerine çarpışarak minik patlamalar oluşturdu, kapı selefsiz kraliçenin ardından kapanıp Tılsımlar’ın dönüşümü başladığında, haykırışlar yeniden canlanmıştı Alm’in koridorlarında…
 
***
 
   “Anlamıyorum Karen, bunu neden bu kadar çok istiyorsun?” dedi Carmeletha Ecrin’in giderek çöken yüzüne bakarak, “Balo Odası yıllardır kapalı, mührü sadece benim imzamla kaldırılmaz hem-”
   “Diğerlerinin imzasını aldım efendim.” dedi Ecrin, “Yani bir Bayan Melard kaldı, ona da bugün soracağım. Bir arkadaşımın en büyük hayali, sorumluluk almaya dünden razı, sizce de güzel olmaz mı, tüm bu olup biten tatsızlıklardan sonra Saray Halkı olarak kafa dağıtmış oluruz...”
   “Ah, peki.” dedi Carmeletha mumlarla ve lacivert koltuklarla döşenmiş odasına göz gezdirip, Ecrin yöneticiler içinde kendisini en yakın bulduğu Carmeletha’nın bir şeylerden kaynaklı hiç de balo havasında olmadığını görebiliyordu. Ecrin’in elindeki kâğıdı imzalarken eklemişti, “Yalnız Hanedanlık falan karışmasın işin içine, ne ben davet ederim ne de onlardan herhangi biri davete icabet eder.”
    “Peki efendim.” dedi Ecrin, bu sıkıntının Hanedanlık’la ilgili bir mevzu olduğunu tahmin etmişti. Bu fikri ona Oktar vermişti, özellikle Baş Temsilci Aldrid’in bu daveti çok hoş karşılayacağını söyleyip Carmeletha’ya sormasını istemişti. Ecrin, daha önceki aylardan Carmeletha’nın, Aldrid ismini duyar duymaz dengesiz tepkiler verebildiğini bildiğinden dolayı bunu söylemeyi hiç düşünmemiş, Hanedanlık diye genellemişti. Önemli değildi, nasılsa Melard da imza verirse hem Katarin’e en güzel hediyeyi vermiş olacak hem de Balo Odası’nı belleğindeki son geceden kurtarabilecekti…
   “İşte.” dedi Carmeletha kâğıdı geri uzatırken, “Umarım iyi vakit geçirirsiniz.” Ecrin ağzını açacaktı ki devam etti, “Evet ben de katılmayı düşünmüyorum.” Ecrin ağlayacak gibi oldu, “Sorun nedir Karen, ağlıyor musun sen?”
   “Ben-ben sizi çok seviyorum efendim.” dedi Ecrin birden, nedense içindeki hisler katlanıvermiş ağzına kadar gelmişlerdi, “Sizin yanınızda hiç olmadığım kadar ait hissediyorum kendimi buraya, bu haliniz beni üzüyor.”
    “Üzülecek bir şey yok Karen, aramızda kalsın ben de seni ayrı seviyorum, diğer görevlilerin yanında benim için epey öndesin. Bir takım kişisel mevzular söz konusu, benim için üzülme, son zamanlarda değiştiğine dair duyumlar alıyorum; o ya da bu sebeple fark etmez, değişmek cesaret ister... Eğer gerçekten cesaret edebileceksin hiç durma değiş ama yapamayacaksan da kendini zorlama, yoksa ne değişebilir ne yeniden kendin olabilirsin; arada kalıp günlerini kendine zehir edersin. Bunu bir nasihat olarak al ve şimdi her ne yapıyorsan onu yapmak üzere dön. Benim yalnız kalmaya, seninse kendini bulmaya ihtiyacın var, vaktini yanımda harcama.”
   “Peki efendim, görüşmek üzere, umarım fikrinizi değiştirirsiniz katılmak için.”
   Ecrin selam edip Carmeletha’nın odasından çıktı, Yönetici Odaları’nın bulunduğu katta Kers kılıklı iri bir adamla birlikte duruyordu, “Az daha sabret.” dedi Adam’ın kasılmasına bakıp, Melard’ın odası doğru adım atarken söylendi, “Hayır yani en büyük beden bir de nasıl olmuyor anlamadım, burada senden en az iki kat büyüklüğünde Kersler bile var.” Kapıyı tıklattı, içeriden ses gelmeyince katın çıkış kapısına döndü, “Nerede kim bilir!”
   “Giysilerin büyülü olduklarını söylemiştin Oçelya, Kersler için yapıldığını...”
   “Haklısın Gece Kanat ama bana Oçelya dememen için anlaşmıştık sanki?!
   “Sen bana Gece Kanat dediğin müddetçe, benim sana Oçelya dememin sakıncası yok bana kalırsa.”
   “Benim ismim Karen!”
   “Benimki de Aetos.”
   “Hep böyle odun muydun?”
   “Anneme karşı değil, annemin yanında kendimdim.”
   “Pekâlâ, gidelim.” dedi Ecrin sıkılır gibi. On gün önce gerçekleşen o garip hadiseden bu yana işler çok farklı seyir göstermeye başlamıştı. Aetos, laneti ve öncesinde olanları her şeyiyle hatırlıyordu ancak Ecrin öyle farklı gibiydi ve öyle değişik bir gerçekliğin içindeydiler ki tüm bunları anlatsa onu korkutabilirdi. Othena’nın nerede olduğunu ve ne durumda olduğunu bilmiyordu, bilemiyordu, yanlış adımlar atıp Ecrin’i de kaybetmek istemiyordu, en azından efendisini değilse de sevgilisini koruyabilirdi. Bu yüzden yaşananlara bir müddet seyirci kalmaya karar vermişti, elbet yolu bulunurdu, hep öyle olmamış mıydı? Ecrin başta onu babası sanınca epey afallamıştı, tanınmadığına göre gariplik vardı. Bu yüzden kendisinin de herhangi bir şey hatırlamadığı, zamanı geldiğinde ne olup bittiğini anlayacakları yalanını söylemişti. Yaptığı şey ona sürekli gaz vermekti çünkü biliyordu ki gizemler gizem olmaktan çıktıkları vakit hakikat el mecbur teşekkül ederdi… Ecrin yalnızca bir Kartal olduğunu sanıp aylarca odasında rahat rahat yaşamıştı, şimdiyse giysi değiştirmek başta olmak üzere birçok şeyden dolayı Aetos’tan utanıyor, onun el verdiğince Kartal’a dönüşüp pencereden dışarıyı izlemesi konusunda ısrarcı oluyordu. Başka biriyle bunu paylaşamıyor, saray yönetimine konuyu hiç açamıyordu çünkü Aetos’u, belki de bunca süredir her şeyi açıldığı tek dostu olan Gece Kanat’ı kaybetmekten korkuyordu. Kaybetme korkusu karşılıklıydı çünkü şu durumda biri birinden ayrılır ya da koparılırsa büyük boşluğa düşerlerdi. Aetos’un Othena’ya olan sevgisi yer yer onu Saray’ı terk edip aramaya sevk etse de Othena’nın kendisini bir şekilde koruyabileceğini bildiğinden dolayı bundan vazgeçiyordu. Hem, Işıkkıran vardı, Othena başka kaygılar içinde kendisini korumaktan yoksun kalmış olabilirdi ancak Işıkkıran tüm bunlardan bir şekilde korunmak için bir şeyler yapmış olmalıydı… İllaki her şeyin çözüme kavuşacağı bir vakit olacaktı… Aetos’un Ecrin’i koruma isteği o bembeyaz odanın dışına taşsa da Ecrin her şeye rağmen bundan şikâyetçi değildi, nasılsa zehir mevzusundan bu yana değişen birçok şey gibi son günlerde Saray içi yolculuklar da değişmişti. Artık onun gibi görevlilerin başına birer Kers veriyorlardı ve bir Kers giysisi bulmak pek de zor olmamıştı. Aetos’un şimdileri yanında dolanması harikaydı… “Evet Aetos,” dedi Ecrin kalabalık içine indiklerinde, “Katarin’den tüm bilgileri almak için bir şeyler yapmam gerektiğini söylemiştin, ben de alasını yaptım. Melard’dan da onay alırsak sorun kalmayacak.”
   “Desene en zor işi sona bırakmışsın.” dedi Aetos ismi duyduğuna sinirlenip, acaba Melard’ın da olup bitenden haberi var mıydı, varsa ona gözükmemeye çalışsa çok iyi olurdu. “Bana kalırsa önce büyü yapmayı denemelisin.”
   “Büyü yapmayı mı?” diye şaşırdı Ecrin, Geçit Dairesi’ne çıkıp Kütüphane’nin bulunduğu kata geldiler, “Bunu nereden çıkardın?”
   “Kendini olası şeylere karşı savunabilmen için.”
   “Ne gibi şeyler mesela?” diye meraklandı Ecrin. “Daha önce hiç denemedim.”
   “Eminim yaparsın.” dedi Aetos tebessümle, “Belki yapmadığın şey değildir...”
   “Hadi deneyelim o zaman!” diye heyecanlandı Ecrin, sanki bunu daha önce defalarca yapmak istemiş de birinin onu desteklemesini bekliyormuş gibiydi, “Alazahir’e birazdan uğrarız, Dion Yerleşkesi’ne gidelim, hem Melard orada olabilir, sık takıldığı yerlerden.” Aetos giysisine alışmak zorunda olduğu gerçeğiyle boğuşurken, Ecrin koşar adım Yerleşke’ye yöneldi. Her yerde olimpiyatlar konuşuluyordu, daha çok vardı ancak Leo ile Henry resmi kayıtlara başladıkları için birçok element kullanıcısını şimdiden telaş sarmıştı… Böyle olduğuna göre olimpiyatlar ciddi anlamda rağbet görecekti…
   “Merhaba Karen.” dedi Dalay, o yetkili bir Dion ararken yanı başında bitip, Ecrin’i ürküttüğünü anlayıp özür diler gibi. Tam o sırada Aetos, birkaç adım öteden Dalay’ı görüp duraksadı, o da mı buradaydı?! Belki de olup biteni ona anlatmalıydı? “Aslında ben de sana denk geldiğimde soru soracaktım.”
   “Ne hakkında?” dedi Ecrin derhâl geçiştirmek isteyerek.
   “Han’ımızın yanında gezen iki oğlan var ya,” Ecrin Aetos’un oraya yaklaştığını görünce Dalay’a çaktırmadan gitmesi için işaret verdi, o sırada Dalay başka bir yere bakmaktaydı. “benden kaçıyor gibiler, onları yakından gördün mü hiç?”
    Ecrin, sonunda Aetos uzaklaşırken rahatlayıp Dalay’ın nereye baktığını anladı, kafasını çevirdiğinde aradığı yetkili Dionlar’dan biriyle konuşmakta olan üçlüyü gördü. Kesinlikle Saray’a kaçak giren Ateş ve Toprak için element sınıflandırması yapıyor olmalıydılar… Dalay’ın böyle söylemesi ona buzlu camı andıran gözleri hatırlatmıştı ancak bunun Dalay’la ne gibi bir ilgisi olabileceğini bilmiyordu. Her zamanki gibi, üzerine ilgileri daha çok çekecek diye cesaret gösteremeden geçiştirdi, “Gördüm efendim, tam olarak ne bekliyordunuz?”
  Dalay sanki hakaret edilmiş gibi hiddetle Ecrin’e döndüğünde Ecrin’in sorusunun ciddi olduğunu anlayıp duraksadı, kendi içinde de çeliştiği birtakım şeyler olacak ki bu soruyu cevaplayamadı, “Hiçbir şey Karen, hiçbir şey…” diyerek selam edip uzaklaştı. Aetos’un dibinden geçerek Geçit Dairesi’ne yöneldi. Aetos arkası ona dönük vaziyette Dalay’a bakmaktaydı, Dalay’a doğru birkaç adım attığında Ecrin koşarak onu tuttu.
   “Aklını mı kaçırdın?! Ne yapmaya çalışıyorsun?” dedi Ecrin anlamayarak.
   “Ben-şey,” dedi Aetos bocalayıp, “Bir an belki de gerçeği söylersem bana yardımcı olabilir diye düşünmüştüm…”
   “Dalay mı?” diye alayla güldü Ecrin, “Adaletten sorumlu olan kişi o, burada kılık değiştirerek dolaştığını hele ki aylardır bir kartal olarak burada kaldığını öğrense dakikasına kapı dışı eder seni. Lütfen beni dinle, Melard orada hem kâğıdı imzalatalım hem de şu büyüyü deneyelim bakalım...”
   “Peki Oçelya, sen nasıl istersen…” dedi Aetos çaresizlik içinde. Dalay da olanları unutmuş olmalıydı, yoksa bu kadar soğukkanlı olamazdı...
   Sütunlar arasından geçerek Melard ve yetkili Dion’un bulunduğu bölüme geldiler. Üçlü, Ecrin’i görünce konuşmayı kesip suratına baktı, “Sizden bir ricam vardı efendim.” dedi Ecrin, kâğıdını Melard’ın şüpheli bakışları ardından uzattı.
   “Balo Salonu mu?” dedi Melard anlamayarak, “Bu da nereden çıktı?”
   Ecrin cevap vermekte gecikmişti çünkü hem Belvendor’un duydukları aklına geliyor hem de buzlu gözlere bakmaktan kendini alamıyordu, “Bir çeşit toplanma merasimi olacak, yaşanan olumsuzluklardan sonra kafa dağıtmak amaçlı. Diğer yöneticiler imza verdiler-”
   “Onu görebiliyorum Karen.” dedi Melard iğneleyerek, “Sadece Balo biraz tuhaf geldi, bunca şey olup bitiyorken… Ve sanırım,” diyerek kâğıdı Ecrin’e geri uzattı, ne yani imzalamayacak mıydı?! Ecrin lafını bitirmesini beklemeden itiraz etmek istedi ancak Melard birden bire aklına bir şeyler gelmiş gibi gözlerine baktı, suratında itici bir gülümseme belirdi, “imzalayacağım.” dedi kâğıdı kendine doğru geri çekip, havada parmağını iki üç tur döndürdü, kâğıtta artık imza vardı, Ecrin’e geri uzattı, “Bu muhteşem olacak…” diye de bitirdi lafını.
   “Teşekkürler.” dedi Ecrin şaşırıp. Aynı şaşkınlık Ateş ve Toprak’ta da vardı. Daha da laf etmeden yanlarından ayrıldı, Dion az önce gitmişti çünkü ortadan kaybolmadan ona yetişmek istemişti. O giderken, üçlü arasında hararetli fısıltılar cereyan etmeye başladı, bu sonu gelmez konuşmalar onu sıkmaya başlamıştı ve gerçekten de büyü yapmayı kavrayacaktı! Yarın öbür gün karşısına dikilip ondan bildiği her şeyi isteyip istemeyecekleri belli mi olurdu?.. Birkaç adım ardından Aetos da yanına katıldı, Siyah Dion’a yetiştiler, “Affedersiniz.” dedi Ecrin, Dion onlara döndü, “Dezahir miydi?”
   “Dekahir.” dedi Dion bundan hoşnut olmamış bir sesle.
    Yüzü olmadığından ona karşı nasıl baktığını göremiyordu, “Özür dilerim, pek uğramam buralara. Büyü yapmayı denemek istemiştim de.”
   “Denemek mi istemiştin?” dedi Dekahir soğuk bir sesle, Ecrin’in dibine kadar yaklaştığı sırada Aetos kavga etmeye hazır bir biçim aldı, “Gözlerin daha önce büyü yapmak için kullanılmışlar zaten? Bundan haberin yok muydu?”
   Ecrin afalladı, ne demek oluyordu bu? “Yani aslında büyü yapıyor muyum?”
   “Yapmışsın, yapıp da unutmuş olman ilginç, sadece biraz puslanmış.” dedi Dekahir ince elini uzatarak, Ecrin’in gözleri önünden elini geçirip birkaç sözcük fısıldadı, Ecrin o sırada gözünün önünden kalınca bir perdenin kalktığını hissetti, “İşte bu kadar, dene istersen, orduya bile katılacak güç var sende.”
   Ecrin heyecan içinde büyüyle yeni yeni tanışan çömezlerin yaptığı gibi gözlerini uçurulmaktan yıpranmış olan boş tılsımlardan birine dikti, odaklanıp tılsımı havalandırmayı denedi, aynı anda onlarca tılsım birden havaya kalktığında korkuyla buna son verip titredi, “Be-ben,” diye kekeledi, “teşekkür ederim, kolay gelsin size.” diyerek Geçit Dairesi’ne doğru koşmaya başladı.
   “Heyecan yaptı galiba.” dedi Aetos açıklamak zorundaymış gibi, Dekahir şaşırmış olacaktı ancak bu görünmüyordu, Aetos daha fazla durmadan selam verip Ecrin’in peşine gitti, “Karen!” dedi seslenerek, “Nereye gidiyorsun?”
   “Ben kendimi çok tuhaf hissediyorum.” dedi Ecrin ağladı ağlayacak gibi, “Bir zamanlar büyü yapabildiğimi nasıl unutmuş olabilirim ki?!”
   “Sakin ol, sana benim de hatırlamadığım bazı şeyler olduğunu söylemiştim, bunun için güçlü kalıp hiç durmadan etrafı yoklamalıyız… Ben daha fazla direnemeyeceğim, giysi canımı yakmaya başladı, odana dönüyorum. Sen de Alazahir’den alacağını alıp, Katarin’e müjdeli haberi verdikten sonra gelirsin olur mu? Sabah Aminta seni çok yordu, artık gece de oldu, dinlenmen lazım.”
   “Sağ ol Gece Kanat, güven ve cesaret veriyorsun, Kartal’ken bile öyleydin, şimdiyse sert görünümlü, bir o kadar yumuşak kalpli bir adam olarak karşımda duruyorsun... Minnet duyuyorum, üstesinden birlikte geleceğiz… Git hadi...”

Lütfedilmiş ( GDS )Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin