33- Kozmos

27 4 4
                                    

   Pek bulutlu bir günün akşamında, zamanın derin ezgilerden uzak derin mi derin ataleti içinde, herhangi biri olmamaya çabalayan çeşitli insanların sesleriyle doldu an… Neydi bilinmez sessizliği bozan, yine de berrak bir doluluk taşıyordu gök kubbenin kuyularından; yağmur yağdı yağacak, güneş battı batacaktı… Tam da o sıra, kalabalığın sesi suyun altında kalırcasına geri çekildi ve neşeli bir kadının sesi doldurdu her şeyin içini, “Mis gibi koktu, şu nergislerden bir demet alacağım.” Genç bir kadındı bu belli ki. Hayat doluluğu yaşından olsa gerekti, öyle hakiki… Derken seslerin yanında görüntüler de kudretli bir güç tarafından müdahaleye uğramış gibi, kalabalıktaki her bir insanı herhangi biri yaptı ve kadınla erkeğin olduğu bölgede her şey net kılındı… Erkeğin yüzü kim bilir hangi âleme tanıdıktı, bu âlemde yabancı olduğu kesindi; nergisleri satan satıcının yanına meyleden kadının elinden nazikçe tuttu ve kendine çekti, “Kokusuna aldanma.” dedi, “Onlar ölü birer çiçekler artık…”
   Genç Kadın tebessüm etti ve yüzünde muzip bir ifadeyle yaklaştı, “Barlas…” dedi tebessümü gülümsemeye dönerken, “Paramız yok desene şuna.”
   Barlas, Ecrin’in, lafını çevirip buna getirmesine karşın tebessüm etmeden edemedi, ardından arkasını dönüp satıcının önündeki tezgâha baktı: ‘Üç demeti 5 lira.’ Geri döndü, “Ne alakası var, parasına bile bakmamıştım.”
   “Ne var yani suya koyardık.” dedi Ecrin bunun üzerine, yorgun olduğu göz altlarından o kadar belliydi ki… Buna rağmen böyle sevimli davranması Barlas için nimetti.
   “Suya koysan ne kadar daha yaşatabilirsin, kökleri yok. Neyse artık.”
   “Ödedin mi kirayı?” Barlas, Ecrin’in hafif ciddiyetle sorduğu bu ani soru karşısında afalladı. El mecbur sessiz kaldı. “Barlas yine mi ödemedin? Hani işten çıkınca halledecektin, paramız da var diyorsun sorun ne?”
   “Sorun falan yok.” dedi Barlas içine çekilir gibi kısık sesle, “Belki…”
   “Belki ne?” diye merakla atıldı Ecrin, bu atılganlığı saklarken oyunculuk deneyimini kullanmayı da ihmal etmedi.
   “Belki başka bir yer- Yani ev, ne bileyim.”
   “Başka bir ev mi? Bunu şimdi mi söylüyorsun? Madem öyle yarınki programı iptal edip ev aramaya çıkalım.”
   “Olmaz, zaten ikimizin tüm gün beraber olabildiği tek gün, onu da oradan oraya yorulmakla geçirmeyelim.”
   “Benim için hava hoş, doya doya uyuruz birlikte yine. Sonrada güzelce gideriz yemeğimize. İnan tüm hafta iple çekiyorum, kendimi dinç, huzurlu hissettiğim tek zaman oluyor.” Barlas, aşk dolu bir gülümsemeyle Ecrin’e baktı, olduğu yerde durup Ecrin’i de durdurarak kucak dolusu sarıldı. Ecrin de aynı sıcaklıkla Barlas’ı kavramıştı. Gürültülü şehrin kalabalık caddesinde dört yanlarından insanlar geçip giderken uzun süre öylece durdular, güneş bütün bütün batana kadar…
 
   Sokak lambalarının birinden içeri sızan turuncu ışığın altında tüm kasvetiyle parıldayan kolye, küçük evin küçük yatak odasında, boyası dökülmüş duvarları yansılarla tokatlıyordu. İki yılanın birbirlerine dolanarak kalp şeklini oluşturdukları eşi bulunmaz uca sahip kolyenin hatları öyle keskindi ki en ufak bir kazada et kesecek gibiydi. Ecrin, kolyeyi tuttuğu elini göğüs hizasına getirip öteki elini kolyenin her biri kargacık burgacık yazılarla kaplı boncukları üzerinde gezdirmeye başladı. Bunu şimdiye kadar birçok kez yapmış olması, gözbebeklerinde kıvılcımlanan yeni hisleri defedememişti. Büyük bir günahı saklar gibi saklasa da kolyeyi boynuna takmak için can atıyordu; biri bir diğerinden farksız gecelerde Barlas’tan sonra en çok arzuladığı ikinci şeydi bu… Almis’in kolyesi… Barlas kolyeyi ona verdiğinde takması için değil saklaması için verdiğini defalarca kez dile getirmişti. Başta o da hemfikirdi bu konuda, hatta kolyeden çok uzun süre korkmuştu da ancak sonradan korku yerini meraka, merak da arzuya bırakmıştı… Prens’in kalleşçe de olsa Diyar’ın en güçlü kadınına hediye ettiği kolye… Uğruna ölümlerin, uyanışların, yoldaşlıkların, direnişlerin yittiği kolye… Boynuna takmak istediğini söyleyemese de Barlas anlamış olacak ki onu gizliden gizliye uyarmıştı; ‘Her diyarda biraz büyü vardır…’ demişti, ‘Kaçtığımız şeyin bizi ne vakit yakalayacağını bilemeyiz hem…’ Gizem Diyarı’nda olsalar başına geleceği gibi tozlara karışacağını ya da Almis gibi bir şeytana dönüşeceğini düşünmüyordu elbette, Diyar’dan çok uzaktılar… Onu bunca zamandır düşündüren şey, olur da boynuna takarsa geri döndüğünde boynuna takmasa bile kolyenin yan etki gösterme olasılığıydı; derinlemesine düşünüldüğünde tüyler ürperten bir olasılıktı bu onun için… Devrik düşünceler makamlarını koruyadursunlar, kafasını hafifçe yatakta yatan Barlas’a çevirdiğinde vakti geldiğini gördü; işte tam da bu saat, Barlas’ın biri bir diğerinden abuk kabûslarının vaktiydi… Çıplak teni, şakaklarından damlayan terlerle ıslanmaya başlamış, gözbebeklerinin hareketi gözkapağının altında dahi takip edilebilecek bir devinime ulaşmıştı. Terleyerek kabûs görme işi her gece gerçekleşmeye başlayınca Barlas belden yukarısı çıplak yatmaya başlamıştı; malum bunun temizliği, çamaşırı vardı, dünya işleriyle meşgul olmamak için ellerinden ne gelirse yapacak kadar bunalmışlardı. Hem, kendisinin bundan şikâyeti de yoktu. Asıl şikâyet kabûslar adınaydı. Yolu yoktu ki bunun, kabûsları elleriyle kovamıyorlardı. Barlas bir kez uyanınca sabaha kadar uyayamıyordu da uykusunu alması gerekti, güç bir ikilemdi, bunun öncekilerden daha kısa sürmesini dileyerek uyandırmamaya karar verdi. Gözleri yeniden kolyeyi bulduğunda garip bir değişiklik sezinledi. Rengi mi değişmişti sanki? Barlas’a soracak olsa değişmediğine dair net kararı ortaklaşa vermek uzun sürmezdi ancak çocukken hiç özenmediği ojelere dünyaya ikinci gelişinde özenmeye başladığından ve oje renkleri konusunda bir hayli uzmanlaştığından doğru düşündüğüne emin olabilirdi. Hem de… Hem de değişen şey sadece renk de değildi, kolyenin önceden mat olan yerleri şimdi hafiften parlıyor gibiydi. Işık budalası olma ihtimali neydi peki? Apartmanın ikinci katında oturuyor olmaktan ilk kez canı sıkıldı; tepede, tuhaf birinin boynuna takmaktan çekindiği için kolyeyi ışığında izlediği bir sokak lambası olmadığı kesindi! Yalnızca tek bir hamleyle kolyeyi boynuna geçirdi. Hamlesi o kadar sıradan, o kadar basitti ki kendi kendisine şaştı. Uzaktan üzerine gelen bir araba varmış ve bu durumdan kurtuluşu yokmuş gibi gözlerini hızla kapadı, birkaç saniye geçmeden yutkundu, dondu, nefesini tuttu… Yarım dakikaya varmadan gözlerini araladı, yavaşça birkaç adım atıp duvardaki küçük aynaya baktı… İşte boynundaydı! Bu, bu mümkün olamazdı! Anın içindeki en büyük arzusu gerçekleşmiş miydi yani?! Çocuk gibi mutlu olup kolyenin ona herhangi bir şey yapmadığını söylemek için Barlas’ı derhâl uyandırmak istedi, arkasını döndüğü gibi iştahı kesildi. Barlas yattığı yerde nefes alamıyor, inliyordu! Nasıl duymamıştı?! Nasıl sağır etmişti heyacanı onu?! Kolyeyi hızla boynundan çıkarıp yere attı, “Barlas, Barlas iyi misin?!” Barlas toparlayamıyor gibiydi! Sarsmaya başladı. “Barlas!” diye sesini yükseltti, alt ve üst katta oturanların sesini duymuş olması muhtemeldi, “Barlas korkuyorum! Kendine gel!” Barlas aniden uyandı, yıldırım çarpmasından korkup ebeveynlerinin yanına gelmiş küçük bir çocuk gibi Ecrin’e bakıp ona doğru sokuldu. “Tamam, tamam bir tanem geçti, uyandın, boğulmuyorsun tamam mı? Bak burada su bile yok, geçti canım.”
   “Girdap değildi…” dedi Barlas düşük volümlü bir sesle, az önceki çocuksu bakışları yerini yetişkin bir adama bırakmıştı, “Ejderha… Dev bir Ejderha’nın ağzına giriyordum, sivri dişleri vardı, dışarıyı görmek için arkama baktığımda alt ve üst dişlerinin yaklaştığını, ağzının kapandığını gördüm, tamamen kapandığındaysa nefessiz kaldım… Korkunç… Korkunçtu…”
   Ecrin şaşkınlıkla Barlas’ın yüzüne bakmayı sürdürdü, bu yeni bir rüyaydı; en sık gördüğü rüya çarşaf gibi bir denizin üstünde sırtüstü yatıp huzurla dururken aniden bir girdaba kapılıp yutularak boğulmasıydı… Göz ucuyla yere attığı kolyeye bakıp içerledi, “Geçti aşkım, geçti…” dedi, yatağa iyice uzanıp Barlas’a sarıldı, “Bu sefer uyumamazlık yok, hadi, birlikte uyuyacağız.” Barlas, Ecrin’in tavrında hafif suçluluk sezinlemişti ancak üzerinde durmadı, duygu karmaşalarının revaçta olduğu dünyada anlık duygu geçişleri kabul edilebilirdi, güzel olan, aynı yatağı paylaştığı kadının en ufak bir hareketinden, en ufak bir bakışından onu anlayabilmekti… Tebessüm etti. Ecrin gözlerini kapayıp uyku moduna geçtiğinde tebessümü silikleşerek yitti. Odanın tavanına döndü, önce tavanla bakıştı ardından boyası dökük duvarlarla; her zaman gitme ihtimalini göz önünde bulundurarak boyamayı reddettiği duvarlar. Ne renge boyayalım demişti Ecrin? Pembe? Yok, hayır bu kadar basit olmazdı. Mor? Tabii ya mor… Açık mor, eflatuna yakın olan… İçi sıkıldı ve düşünmeyi kesti.
   Haziran’ın sondan dördüncü sabahına uyanıp öğleni eden şehrin bol kaldırımlı sokakları arasına uzanan güneş, oldukça sıcak bir yazın habercisiydi. Eğitim öğretime ara verilmiş olduğu için uykusuzluklar iş sahiplerine kalıyor, sabahlar tez vakitte öğleni buluyordu. Her geçen gün fazlalaşan ve yükselen apartmanlar arasında arabalar boy göstermeye başlamış, öğle yemeği niyetine kahvaltı edip kendini sokağa salan insanlar fazlalaşmıştı. Barlas, üzerine ince kumaşlı beyaz gömleği geçirirken pencereden dışarıyı gözetliyor, buraya yeniden ayak uydurma çabası içinde sıkça tekrar ettiği fikirlerinden birini yeniliyordu: Şu apartmanlar her yerde şöyle bir kırk elli kat falan olsa, iki üç apartman uzunluğuna erişseler de kalan alanlar yeşillendirilse fena mı olurdu? Salgın gibi yayılan insanlar toplaşıp sıkışsalar ve doğaya yer açsalar? Ardından olası bir gelecekte kırkıncı katta oturduğunu düşünüp yutkunarak kafasını böyle tuhaf fikirlerle meşgul etmekten vazgeçti. Düğmelerini tamamen ilikleyip gömlek eteğini dar kot pantolonun içine sokuşturdu. Üzerine de ceketi geçirdi. ‘İşte şimdi artistlere benzedim’ dedi Ecrin’in dün gece keyifle baktığına pişman olduğu aynaya bakarak. O sırada Ecrin’in gözleri aralandı, “Barlas, uyumadın mı yoksa?” dedi Ecrin uykulu bir şekilde.
   “Uyudum.” dedi Barlas geçiştirerek. Ecrin’in onu o halde görünce gözlerini iri iri açtığını farkedip göz altlarını görmesin diye derhâl arkasını döndü.
   “Bu ne şıklık?” dedi Ecrin hafif şaşkınlık hafif aşkla, ardından imayla ekledi, “Ben uyurken bir yere mi gidecektin yoksa?” Barlas, Ecrin’in böyle bir şeye ihtimal vermiş olmasına şaşırıp hızla yüzüne döndüğünde, Ecrin’in muzipçe tebessüm ettiğini gördü, tebessüm hızla gidince döndüğüne pişman oldu. “Uyumamışsın!” diye kızdı Ecrin.
   “Ne zaman uyuyabildim de şimdi uyumamışsın diye çemkiriyorsun yahu.” dedi Barlas ciddiyetle, “Sen uyu dedin diye aniden uyuyacak mıydım yani?”
   Ecrin bozulur gibi olup, “Çemkirmek öyle mi?” diye kaşlarını çattı. Muzipçe gülme sırası Barlas’a geldiğinde tatlı bir sinire kapıldı, Barlas eğilip yanağından öptüğünde devamını getirdi, “Bırak şimdi oyunu da söyle ne bu yakışıklılık?”
   “Bugün özel bir gün.” diyerek doğruldu Barlas, kravat bağlamakla meşgul olmaya başladı. Ecrin bu söyleme karşın kafasından bir milyona yakın şey geçirdi ancak hiçbiri de onu tatmin edemedi. Bugünü özel kılan neydi? Neyin dönümüydü? “Geçmişi düşünüyorsun.” dedi Barlas, arkasını dönmemiş de olsa Ecrin’in afallamasını ve sonuca ulaşamamasını anlar gibi, “Oysa bugün ve gelecek de var. Bugünü özel kılan bir yıl dönümü ya da ay dönümü olmak zorunda değil, bugün vuku bulacak olan bir gelecek zaman geçmişi de olabilir.”
   “Kelime oyunları…” diye neşeyle yataktan kalktı Ecrin, “Sana Alp’ten miras değil mi bu?” Barlas ansızın duraksadı, ardından sanki bunu hiç duymamış gibi işine devam etti. Ecrin bunu anlamıştı, gardırobu açıp ne giyse diye düşünmeye başlamışken lafı değiştirdi, “Göreceğiz bakalım bugünü özel kılacak şey ne…” Bir fikri yok değildi aslında ancak bunca zaman sonra Barlas’ın ne diye böyle bir karar alabileceği kafa kurcalayan türdendi, duraksadı, ‘Tabii ya!’ dedi içinden, ‘Rüya! Yeni bir rüya! Hem de Ejderha ağzında!’ Heyecanlandı, öyle olsa ne diye kravat bağlasın diye de kafasını daha fazla kurcalamadan gardıroptaki giysileri çekiştirmeye başladı; bu yakışıklı beyin yanına, cazibeli bir hanım iyi giderdi!..
   Sahilde güzel bir kahvaltı etmek için evde daha fazla kalmamışlardı ancak onlar toplu taşımayla sahile varıp kahvaltı etmek için uygun yeri bulduklarında saat neredeyse dört olacaktı. Olağandışı bir durum olmadıkça her hafta başlarına gelen bir şeydi bu, haftanın bugünü için ikisi de işyerlerinden izinli olduklarından doya doya uyur, en erken saat üç gibi kahvaltı etmek için restoranda olurdu. Sürekli gittikleri bir mekân yoktu ancak gittikleri her mekânda kahvaltı siparişi verince karşılaştıkları şaşkın bakış değişmiyordu. Barlas, ne var sanki diye bir karşı bakış attığında yeterli oluyordu gerçi ama bununla bitse iyiydi, kahvaltıyı geç yaptıklarından dolayı yemek sonrası sinemaya gitme rutini sinema sonrası yemeğe gitmeye dönüşüyor, tatlıları evde yemeğe karar verip gece yarısından sonra tatlı yiyorlardı. Aşktı meşkti derken gecenin üçüne dördüne kadar uyumuyor, ertesi sabah da birkaç saatlik uykuyla işi gitmek zorunda kalıyorlardı… Dört yıllık kaostan sonra böylesi sıradan bir kozmosa adapte olmak uzun sürmüştü, ormanda başlayıp banklara, banklardan da şehre doğru uzanan yolculukları birkaç haftayı bulmuştu, Barlas’ın bir giyim mağazasında, Ecrin’in de bir markette tam zamanlı çalışabilme şansıyla düzenleri oturmuştu, böylelikle ilk maaşlarını alır almaz başta çalıp çırptıkları giysiler, yemekler ve diğer ihtiyaçların bedellerini ödeyip kendilerince erdem borçlarını kapatmışlardı ve başlarını sokacak bir yuva için dekont ödeyebilmişlerdi. Ivır zıvırı, gereklisi gereksizi, mecbur dünya hâli o kadar çok fazla şeyle uğraşmış ve bu uğraşlar esnasında hem yasal hem yasal olmayan şeyler yapmışlardı ki her şey durulduğunda bu konuları açmamak üzere kapamışlardı. Daha son birkaç ayda eskiden kalma yakınlarının peşine düşebilmişlerdi. Büyük uğraşlar sonucu Zühre ve Ata’nın iki çocuklu çekirdek bir aile gibi yaşayıp gittiğini, Nazım Bey’in de yıllar sonra kaybettiği eşinin yeri için bir başka kadını makbul görebildiğini öğrenmişlerdi. Bu da onları yetti, daha da kimsenin peşine düşmediler, onların hiç var olmamış olduğu yanılgısına kapılan dünyada gerek de yoktu buna… “Çok aç mısın?” dedi Barlas mekânın girişinde Ecrin’e, Ecrin tabii ki der gibi bakınca açıkladı, “Yani fırından ikişer üçer poğaça alıp sahilde yesek olur mu? Şimdi kahvaltı edince uzun süre acıkmayız, yemeği gece yeriz falan, hem bakış kaldıramam bugün. Dahası, az daha düzenli olmamız ikimiz için de iyi olur.”
   Ecrin, “Tamam olur,” der demez elini kavrayıp yürümeye başladı Barlas. Ecrin bunun üzerine tebessümle devam etti, “olur da neyin düzeni bu Barlas? İnan şu an o kadar düzenli bir hayatımız var ki… Biraz uykuyla, biraz gecikmeyle meydana gelen böylesi minik düzensizlikleri dert edemeyecek insanlarız.”
   “Buradaki asıl düzenin de farkındayız,” diye cevapladı Barlas, “asıl düzene erişmek için bir engelimiz de yok.” Ecrin bunu garipsese de ses etmedi, ne demeye çalışıyordu ki? Akışına bırakmanın en iyisi olacağını düşünüp sustu.
   Cıvıl cıvıl sahilde bir bank kapıp hem etrafı izlediler hem de poğaçalarını yediler. Bu havada denize bakarken huzur dolmamak imkânsızdı. Barlas elini Ecrin’in omzuna attı, Ecrin kafasını Barlas’ın göğsüne koyduğunda kalp atışlarının normalden çok daha hızlı olduğunu fark edip bugünü özel kılan şeyin ne olduğu konusunda iyice meraklandı. ‘Kalp atışlarının ritminden bile haberdarım, şu an farklılar niye?’ diye soramazdı tabii. Bu Barlas’ı biraz korkutabilirdi. Güldü. Aşk, âşık, âşıklar olmadan yürür müydü, yürütülebilir miydi bu düzen? Burayı özel kılan bir şey olacaksa muhakkak ki aşkı fazlasıyla şımartabilmeleri olurdu. Doyasıya yaşamışlardı, aşkın her nüansını, her türlü çeşidini birbirleri üzerinden yorumlayabilmişlerdi. Geriye aşkın zamanı kalmıştı, zamana kalan yanı… O zamanda iyi ve kötü anılar vardı, sadakat ve vefa vardı, mutluluğun renkleri, yeni deneyimlerin paylaşımı vardı…
   Güneş batarken girdikleri restoranda özel konuk gibi ağırlandıklarında Ecrin bu gecenin aynı zamanda planlanmış bir gece olduğunu da anladı. Restoranın en güzel köşesinde, pek romantik bir masa onları bekliyordu. Leziz mezeler eşliğinde yemeğini yiyip karınlarını doyurdular. Barlas’a göre aslında her şeyin ortada olmasına rağmen Ecrin tüm bunlara özel bir anlam yükleyemiyordu, kafası allak bullak olmuştu; sonrasında bu anlamazlığın kendine göre haklı sebeplerin varlığına bağlanacak olması da bir şey ifade etmeyecekti. Var olan, bu kadarla sınırlı değildi… “Bir şey mi söyleyeceksin?” dedi Ecrin aşkla, “Bugünü özel yapacak bir şey?”
   “Evet,” dedi Barlas, doğrusu Ecrin’in bu sefer oynamadığını, gerçekten de ne söyleyeceğini anlamadığı o bile tahmin edemezdi, “hazır mısın?”
   “Seninle her şeye hazırım.” dedi Ecrin güven verip.
   “Bir tanemdin, bir tanem kalacaksın…” dedi Barlas verdiği güvene şükreder gibi, ceket cebinden yüzüğü çıkardı, “Benimle evlenir misin?..”
   Restoranda bulunan insanlar en az Barlas kadar heyecan ve ilgiyle Ecrin’in cevabını beklerken, Ecrin’in cevabı yeterince gecikmemiş gibi gülümsemesi de silindi. Bir dakikadan daha kısa sürede gerçekleşen bu sessiz facia Barlas’ın beyninde öyle gürültülü vurgunlara neden olmuştu ki baş ağrısı fazla gecikmedi. Ecrin hem bunu nasıl anlamadım diye kendine öfkelenmiş hem aptal durumuna düştüğü için sinirlenmişken, Barlas hiç beklemediği bu cevapsızlığa karşın olgun biri gibi davranarak biraz düşünmesini söylemeye hazırlandı. Yüzüğü taşıyan eli havada kalmıştı ve insanlar kötü bir gece izlediklerine emin şekilde onlara bakmaktaydı. Barlas yutkunarak ağzını açtı ki Ecrin lafa girişti, “Dalga mı geçiyorsun Barlas? Koy cebine, sakla onu!” diye sesini yükseltti. “Bunu sormak için mi bu kadar hazırlık, ona da sıra gelir ama onun öncesinde silkelenip kendimize gelmemiz lazım.” Etraftakiler, yine Barlas’ın hislerini paylaşır vaziyette Ecrin’e derin bir anlamazlıkla baktı; ne tepki vereceklerini bilemez bir halleri vardı. “Saçmalıyorsun. Zühre’ye, Ata’ya, Nazım Amca’ya gidip biz dört yıl önce başka bir diyara gittik, başımıza bir ton şey geldi, ölümlerden döndük, sonra çok sıkıldığımız için gerçek ailemizi bırakıp buraya geri dönmeye karar verdik, aslında bizi bebekliğimizden beri biliyorsunuz ama ne yaparsınız işte kuvvetli bir büyü biz giderken bize dair ne varsa sildi, dünya tarihinden silindik, o yüzden şimdi ‘bize aracılık etseniz de evlensek olur mu’ mu diyeceğiz?” Ecrin, bu lafların hepsini hızlı, tane tane ve herkesin duyabileceği bir tonla sıraladığında anlamazlıklar dalga geçer gibi gülümsemelere, yersiz gülüşlere döndü. Barlas’ın gözü seyirdi, Ecrin’e kendisini bu durumda bıraktığı için geldiklerinden beri kızmadığı kadar kızmış olmalıydı. Barlas etrafına hiç bakmadan masadan kalktı, bakışlarıyla Ecrin’in gözlerini delip geçti, ağır adımlarla yürüyerek restorandan ayrıldı. Ecrin öyle afallamıştı ki Barlas’ın Diyar hakkında en ufak bir şey söylemiyor oluşundan kaynaklı deliye döndüğü ve bu evlilik teklifi de patlama noktası olduğu için, içinde bulundukları durumu gerçek anlamda kavraması gecikmişti. Onu endişelendiren etraftakiler değildi elbette, geri döndüklerinden bu yana ilk kez Barlas tarafından böyle bir tavırla karşılaşmış olmaktı. Aralarında aşk dışında başka bir olay olmamıştı… Dışarıya çıktığında hızla etrafa baktı, fazla uzaklaşmış, gerçekten onu öylece bırakmış olamazdı ya! Elbisesiyle fazla savurgan koşmamaya özen gösterir ama aynı zamanda hızlı da olmaya çalışırken, “Ecrin!” diye bir ses duydu. Arkasını döndü, daha ilk işe başladığı gün ona meyledecek gevşeklikte olan, kasacı iş arkadaşıyla karşılaşmak için gerçekten pek uygun bir zamandı! “Hayırdır?” diye sordu arkadaşı, görünen o ki onların çıktığı restorana giriyordu.
   “Bir şey yok Engin,” dedi ve bir şey uydurabilmek için düşündü, ardından vazgeçti ne diye açıklama yapıyordu ki? “yarın görüşürüz.” diyerek yoluna devam etti. Az sonra restorana girip trajik evlilik teklifinin detaylarını öğrenecek, yarın da tüm market ahalisine bundan bahsedecekti kesin! Of! Barlas nereye gittin?! Nasıl beni böyle geride bırakıp gidebiliyorsun?! Derken telefonuna mesaj geldi. Mesajı hızla açtı, “Eve gidiyorum, başına bir şey gelirse haber edersin.” derhâl cevap yazdı, “Biliyorum ararsam açmayacaksın ama başıma şu an bir şey gelecek sanırım, biri beni takip ediyor.” Evet, yalan söylemişti. Hem de savunduğu güçlü kadın profilini ayakları altına alarak ancak bu gecenin böyle sonlanmasını istemiyordu. Mesaj geldi, “Neredesin? Birine haber verdiğini anlamasına izin verme, yakındayım ben.” - “Tamam, sahile doğru yürüyorum, sevgilimle buluşmaya gittim ve sahilde buluştum şeklinde kapatabilirsek mevzuyu çok iyi olacak. Hızlı ol.” Kızar mıydı? Kızarsa kızsındı! Daha fazla kaçamazdı! Gerçeklerinin buradan değil Diyar’dan ibaret olduğu kabul etmeliydi artık. Demek ki o yüzden başka bir evden bahsetmişti, oysa başka bir ev dediğinde o gerçek evlerini, Gizem Diyarı’nı kastettiğini sanmıştı. Diyar mevzusunu hepten kapatacak olan bu evlilik muhabbetini nasıl ciddi ciddi eyleme dökmüştü anlayamıyordu! Yine de fazla üzerine gitmişti, onu küçük düşürmüş gibi gözükmüştü, o yüzden yanına geldiğinde ılımlı davranması gerekirdi. Sahile vardığında Barlas gelmişti bile, gözleriyle uzun süre etrafı arayıp Ecrin’in onu kandırdığını anlayınca yine gitmeye yeltendi. “Barlas durur musun?!” diye kızdı Ecrin, iyiden iyiye boşalmış olan sahil yolunda dolunay ve deniz eşliğinde tartışmaya başladılar. “Özür dilerim.”
   “Özür mü dilersin?” diye alaya vurdu Barlas, “Neden ki? Alt tarafı evlilik teklif ettim sen de kabul etmedin.”
   “Kabul etmedim mi, bu düpedüz iftira!”
   “Kabul etmesen yine iyi, beni rezil ettin, saçma sapan şeyler söyledin!”
   “Restorandaki küçük kalabalığı taktığına inanmamı bekleme lütfen, hem saçma sapan mı?! Olay da bu işte, gerçeklerin ne ara saçma sapan oldu?! Neden kabul etmiyorsun?!”
   “Sen neden Diyar’a dönmek istemediğim gerçeğini kabul edemiyorsun?! Sana oldukça klişe bir evlenme teklifi edeceğimi bile fark etmeyecek kadar kör olman niye?! Nasıl olur da bir yıl geçmesine rağmen hâlâ daha Diyar’a gidelim dememi bekleyebiliyorsun?! Neye güveniyorsun?!”
   “Bir yıl değil bir kere!” dedi Ecrin, “Daha üç gün var bir yıla! Bakma öyle, evet sayıyorum çünkü bir yıldan daha fazla kalmayız kalamayız sanmıştım! Hem-”
   “Hem, ne?” diye atıldı Barlas, Ecrin’in son anda cümlesini kestiğini fark edip. Ecrin içini çekerek, mehtaba baktı, uzun uzun izledi, “Ben, ben bir şey görmüştüm…” dedi içli içli Ecrin, “Petrina’ya girmeden hemen önce… Bizi, daha doğrusu seni yine Diyar’da görmüştüm… Parlak, büyük bir yıldızın yolundaydın…” Ecrin, Barlas’ın neler düşündüğünü anlayabilmek için yüzünü ona döndüğünde beklemediği bir ifadeyle karşılaştı, Barlas resmen alaycı bir tebessüm takınmıştı. “Yalan söylemiyorum Barlas!” diye çıkıştı.
   “Yalan söylediğini düşündüğüm için değil, bana bunu şimdi söylediğin için.”
   “Daha önce söylesem koşa koşa Diyar’a mı gidecektin?!”
   “Meselede bu ya, hâlâ değişen bir şey yok, dönmek istemiyorum...” dedi Barlas. Ecrin’in yüzündeki afallamayı bekleyip devamını getirdi, “Şimdi sen bana böyle söylediğin için biz Diyar’a gideceğiz değil mi, böylece de taşlar yerine oturmuş olacak, Alanguva’nın istediği olacak. Geleceği görüp öylece gelsin diye uğraşmaktan farkı yok bunun, hani alternatifler? Hem merdiven boşluğuna düştükten sonra gezinip durduğum boyutlardan birinde görmüş olamaz mısın beni? Geleceği gördüğün kanısına nereden kapıldın? Onu da söyleyeyim… Çünkü belli bir şart koşarak, koşullanarak gelmişsin benimle… Ben olduğum için değil, sadece benimle olmak istediğin için değil, benim gönlüm olsun diye…”
   “Gerçekten saçmalıkta haddi aştın!” diye hiddetlendi Ecrin, “Bu lanet olası yere ne için gelmiş olabilirim ha? Birinin gönlü olsun diye kimse katlanmaz buna! Doğduğumuz, ait olduğumuz yerden ayrılıp niçin başka bir Diyar’a geçmiş olalım ha? Neyden kaçıyoruz ki sevdiklerimizi geride bıraktık?! Seni ne bu denli korkuttu ki korktuğun şeyle başa çıkması için yakınlarına el verip bencillik ettin?! Babamın bir sözü vardı Barlas, şimdi anlıyorum, ne de güzel söylemiş: ‘Tehlikesi nicedir vedaların, esamisi okunmaz eksik kahramanların…’ Eksik bir kahraman olarak mı kalacaksın?! Mutlu sonuna ulaşamamış bir kahraman!”
   “Benim mutlu sonum burasıydı Ecrin!” diye köpürdü Barlas, “Benim mutlu sonum sensin anlıyor musun?! Kahramanların sadece mutlu sonu olmaz! Hazin sonu olur, trajik sonu olur! Alternatif sonlardan kaçtım! Diyar’a gireli beri attığımız her adım birilerinin planı dâhilinde gelişti! Planlamaya dur dedim, bana reva görülebilecek sonları reddettim!”
   “Biliyordum…” dedi Ecrin, “İçinde bir yerde korku tohumlandığını biliyordum… İşte seni eksik kılan da tam olarak bu, buna izin vereceksin öyle mi?”
   “Etrafına bak, etrafındakiler kahramanlardan oluşmuyor! Kim gayelerini nihayete erdirince göçüp gitmiş ki? Kim eksik kalmadan bitirmiş hikâyesini?!”
   “Burası benim topraklarım değil ve dediklerin buradakilerin sorunu!” diye çattı Ecrin, ardından da söylediği şey için pişman oldu, söyledikleri bu topraklara ait olanlara hiç de şans verir gibi değildi çünkü. “Birçoğuna acıyorum…” dedi anaç bir tavırla, “Neler yapabileceklerini göremedikleri için, birbirlerine yardım edip gerçekten de birbirlerinin istedikleri geleceği inşa edemedikleri için… Uzun vadeli doyumlar yerine anlık arzularla yaşayıp gittikleri için… Ama sen de biliyorsun Barlas, onlara bir kahraman gönderilmeyecek, onların sahip oldukları en önemli şey tarihleri ve tarihlerine yazacakları… Onlar ancak kendi kendilerini kurtarabilir, tabii bunu gerçekten isteyecek kadar uyanabilirlerse… Gidelim…”
   Barlas buna karşın içinde bulunduğu ana öyle yabancılaştı ki etrafına bakmadan, trafikte giden arabalara göz atmadan edemedi. Ecrin bunları kibirle söylüyormuş gibi dursa da bunları gerçekten kendini buraya ait hissetmediği için söylediği besbelliydi… “Madem öyle, istediğin olsun, nasılsa benimle evlenmek istemeyen biriyle daha fazla gönül eğlendiremem.” dedi sivri diliyle dile getirip.
   Ecrin bu gereksiz tribi hiç umursamamış gözüküyordu. “Üç gün sonra Temmuz’un biri,” dedi, “Ben Diyar’da geçen zamanla buradaki zamanı aynı doğrultuda tutacak bir hesaplama yapmıştım, bizim Petrina’dan geçtiğimiz gün geçen yılın temmuz biriydi. İçimden bir ses boyutların bir yıllık döngüsünde olagelen şeylerin yeniden olagelme potansiyelinin yüksek olduğu yönünde.”
   “Ecrin,” diye araya girdi Barlas, “Mantıklı düşün, gerçekten Diyar’a nasıl dönmeyi planlıyorsun?”
   “Ne-?” diye şaşırdı Ecrin, bu ayrıntıyı şimdiye kadar hiç umursamamış gibiydi.
   “Mannara yok, Daedalus yok, Işıkkıran yok…” diye açıkladı Barlas, “Mektup, büyü, asa, iksir, yıldız… Hiçbiri yok anlıyor musun?”
   “Sanırım bu konu hakkında biraz düşünmemiz gerekecek.” diye kestirip attı Ecrin, “Birileri bizi takip ediyordur, ne bileyim Alanguva’nın gözleri üzerimizdedir falan, bir çıkar yolu gösterirler elbet.”
   “Bunu eve gidip düşünelim mi?” dedi Barlas, Ecrin’in hevesini kırmamaya özen göstererek, şimdi onların burada yalnız olduklarını ve kimsenin umurunda olmadıklarını söylerse ağır gelebilirdi. Hem, kendi dememiş miydi? ‘Her Diyar’da biraz büyü vardır.’ diye, bu kendisiyle çelişmekten başka bir şey olmazdı.
   Toplu taşınamayacak kadar sabırsız olmalarından ve gecenin çok masraflı olmamasından dolayı taksiyle dönmeyi tercih ettiler. Taksi mahallelerine epey yaklaştığında Barlas taksimetrede dönüp duran rakamlara daha fazla dayanamadan inmeyi teklif etti. Ecrin de aynı fikirdeydi, zaten en fazla beş dakika yürüyeceklerdi. Yolda Ecrin, “Evlenme teklifi de edermiş.” diye sevimlilik yapsa da Barlas karşılık vermedi. Apartmanın önüne varacaklardı ki arkalarında kopan bir gümbürtü onları durdurdu. Dönüp baktıklarında hiçbir şey olmadığını görüp huylandılar, gerçekten izleniyor olma ihtimalleri var mıydı? Barlas, sen burada bekle der gibi elini havaya kaldırdığında Ecrin o eli tuttuğu gibi Barlas’tan önce davrandı ve onu gümbürtünün geldiği yere sürükledi. Karşılaştıkları manzara garipti, onlara epey şaşkınca bakan bir adam, yere düşmüş vaziyette tepkisizce duruyordu. Adamın siması tanıdıktı ama eminlerdi ki daha önce karşılaşmamışlardı. Biraz ürktüler, hali hazırda adama detaylıca bakıldığında sokaklarda gün geçiren bir gezgin gibiydi. Bakışları tanıdığı birilerini görmüş gibi olmaktan ziyade tıpkı onlar gibi simaya odaklanmıştı. “Bu konu üzerinde durmalı mıyız?” diye sordu Ecrin, “Üzerinde durulacak bir sürü konu varken?”
   “Gerek yok.” dedi Barlas, “Kafayı takmamalı, buradan bize malzeme çıkmaz.”
   Diyaloglarının gelişimi biraz tuhaftı, kabul etmek gerekirdi ancak ne onlar bunu garipsedi ne de adam, arkalarını dönüp apartmana giriş yaptılar.  “Teklifinin nedenlerinden biri bize hoyratça yaklaşan komşular olabilir mi?”
   “Umursamıyorum.” dedi Barlas Ecrin’i cevaplayarak. Kapıya çıkmış apartman yöneticisine iyi geceler dilemeyi de ihmal etmedi. İki oda bir salon, ufak ama bakımlı evlerine girdiklerinde yaptıkları ilk şey üzerlerindeki süslü giysilerden kurtulup pijamalara koşmak oldu. Bu devirde pek rastlanmayacak türden olan evin salonuna girip en çok para harcadıkları ikinci şey olan ikili koltuğa oturdular. Salonu farklı kılan başköşesinde televizyon olmayışıydı ve en çok para harcadıkları şey elbette yataktı. “Hatırla…” dedi Ecrin düşüncelere dalmışken, “Gittiğin günü ve başından geçenleri hatırla…”
   “Gittiğim gün, senin doğum günündü Ecrin, bunu sen de biliyorsun.” dedi Barlas sıkılıp, “Başımdan geçenleri de defalarca anlattım.”
   “Öyle değil, bir şey olmalı, bir detay, bir tetikleyici.”
   “Bunu bulmak için bir yıl da koltuk buluşması mı yapacağız?”
   “Barlas, lütfen… Gerçekten gidememe ihtimalimiz olabilir.” diye kederlendi Ecrin, “Detaylar mühim…”
   “Tüm detayları geride bırakmıştım oysaki bir daha ihtiyacım olmadığını düşünmüştüm...” dedi Barlas.
   “Bitmemiş bir hikâyenin detaylarını geride bırakmak ha?” diye güldü Ecrin, “Sen kendini fazla kaptırmışsın.”
   Barlas, Ecrin’in tutumunu hoş bulmuyordu, bir yıl önce yaşananların acısı hâlâ daha tazeydi, kayıplarını unutabilir miydi hiç? Yazık olan, direnişin Diyar’daki güzel anıların üzerini kara bir çarşafla örtmesiydi; hatıralarında en çok acılar vardı, “On iki…” dedi ansızın, “Diyar topraklarıyla Dünya toprakları arasında on iki gün var…”
   “Atlamışım.” dedi Ecrin neredeyse dehşete kapılarak, “Geç mi kaldık yoksa?!”
   “Sakin ol.” dedi Barlas hafif kızarak, “Kendine gel, sen bu değilsin, kuruntudan daha fazlasını başarabilirsin.”
   “Sakinim ben.” dedi Ecrin aniden sakinleşerek, “Sadece, her yönüyle farklı bir gün oldu… Uzun zaman sonra tartıştık falan, garip duygular içindeyim ama nedense içim rahat.”
   “Gözlerini kapa, günü en başından hatırla, neyi doğru neyi yanlış yaptığını sorgula, bazen iş yerinde farklı durumlar yaşandığında böyle yapıyorum ben, kafam biri ötekinden bağımsız düşüncelerle dolu olmadığından yalnızca günün kendisini düşünebiliyorum.” Barlas, Ecrin’in lafın başında uygulamaya giriştiğini görünce tebessüm etti, emindi ki bu günü düşünme işi onunki gibi yarım saat değil de yarım dakika falan olacaktı.
   “Buldum!” diye Barlas’ı olduğu yerde hoplattı Ecrin, “Dolunay!”
   “Yuh, ne ara bir saat önceye kadar geldin?!” diye şaşırdı Barlas.
   “O gece Dolunay vardı Barlas! Ay Takvimi…” diyerek telefonunu çıkardı Ecrin.
   “Ay Takvimi mi? Ne yapıyorsun?” diye meraklandı Barlas.
   “İşte! Yirmi Sekiz Haziran, Dolunay’ın tam olduğu gün! Yarın Barlas, hatta gece yarısı olmak üzere, bugün!”
   “Ne, nasıl?” diye şoke oldu Barlas, bu kadar hızlı gelişmesini beklemiyordu.
   “İşe gitmiyoruz, yarın tüm paramızı doya doya harcıyoruz, gecesine Diyar yolcusu kalmasın!”
 
   Onları Diyar’a götürebilecek türden bir şey değildi Dolunay, Barlas böyle düşünüyordu… Ancak Ecrin’in hevesini kırmamak için Ecrin’in dediği gibi gönül eğlendirmeye eşlik etti. Gece Diyar’a geçiş yapamazlarsa ertesi güne fakir olarak başlayacakları kesindi; gün boyu ikisi de işyerinden aranmış ama açmamışlardı, biriktirdiklerini oldukça cömert harcıyorlardı ve yeni ayın kirası ödenmezse iki gün sonra kendilerini kapının önünde bulacaklardı… Barlas’ın tüm bunları düşünürken canı yer yer sıkılmıştı ama Ecrin’in huzuru ona da tesir edince bir süre sonra o da düşünmemeye başladı. Vakitlerinin büyük kısmını alabilecek tiyatro ve sinema etkinliklerini kenara bıraktılar, onun yerine beşer onar dakikalık anlık eğlenceler yaşadılar. Canları ne çekiyorsa onu yiyip içtiler ve Diyar’da işlerine yarayabilecek şeyleri satın almayı düşündüler. Ecrin başta birkaç telefon daha almaları gerektiğini söyleyip Diyar’da haberleşiriz teklifiyle gelince Barlas onun için endişelendi, Diyar’da muhtemelen bir tele iletişim ağı olmadığını açıklayınca Ecrin başka şeyler düşünmeye başlamıştı. Arabaya paraları yetmezdi, dizüstü bilgisayar, mutfak robotu, fırın, çamaşır ve bulaşık makinesi gibi alternatifler de düşünce süzgecinden geçirilip gereksiz bulundu. Ecrin illaki bir şey alacaktı, çok geçmeden, “Fotoğraf Makinesi!” diye haykırıp deli gibi mutlu olduğunda Barlas’ın gözleri büyüdü, “Gizem Diyarı’nda fotoğraf çekmek kadar mantıklı bir eylem daha göremiyorum!” Profesyonel bir fotoğraf makinesi ve başta satıcıların onlara kakaladığını düşünüp ardından bunun gerekliliğini anladıkları birkaç objektif satın aldılar. Bunlar çok da ucuz şeyler değillerdi zaten, alışveriş sona erdiğinde görkemli bir yemek ardından en leziz tatlıyı yemeleri ve önce eve sonra da gidecekleri yere taksiyle gitmeleri için ancak para kalmıştı. Gecenin on ikisine birkaç saat kala eve gitmek üzere taksiye bindiler ve esas meseleye gelmiş olmanın endişesi içinde yol boyunca pek konuşmadılar. Kullandıkları giysiler çok fazla değildi zaten, tek bir bavulun dörtte üçüne Ecrin’in, dörtte birine de Barlas’ın giysileri sığmıştı. İkinci bir bavula da hatıra kalsın ya da işimize yarar mantığıyla ıvır zıvır doldurdular. Ecrin arkasına bile bakmadan evden çıkarken, Barlas dün gece geri dönmezlerse diye ev sahibine yazdığı bilgilendirme notunu salona bıraktı; notta ‘Gizem Diyarı’na gidiyoruz.’ İbaresi bile vardı, Barlas siniri bozulmuş gibi gülerek evden çıkarken başarıya ulaşırlarsa hiçbir zaman geri dönmeyecek olduklarını bilerek çıkıyordu; kapıyı, Dünya’nın üzerine kapatır gibi kapattı…
   Taksici onları şimdileri müzeye dönüştürülmüş olan Pembe Köşk’ün yoluna bıraktığında ve bir süre telefonunla oynamak için durup göz ucuyla nereye gittiklerini izlediğinde akıl sır erdiremedi. İki bavul, bir kamerayla ormanın içine doğru yürüyorlardı… Film falan mı çekeceklerdi acaba? İçini çekip uzaklaştı. “Erboslar vardı o sıra, ben göremiyordum.” dedi Barlas, ormanın temiz havası ciğerlerine dolarken.
   “Biri çatlak bırakmış olmalı öyle değil mi, yoksa nasıl geçeceklerdi bu boyuta?”
   “Panos’tan geçmişlerdi, hatırlasana Teşkilat boyutlar arası yolculuk için hizmete açmıştı kayalarını.”
   “Bula bula da burayı bulmuşlardı değil mi, tam bir başarısızlık.” diye güldü Ecrin.
   “Dünya’yı bu kadar küçük görmen gereksiz,” dedi Barlas, “Gizem Diyarı da diğer diyarlar da Dünya’nın bir uzantısı, merkez burası.”
   “En kirli işler de merkezde dönmez mi zaten.” dedi Ecrin üste çıkmaya çalışarak, saatine baktı, “Bir saat var, on dakikaya Kaya’nın yanında oluruz, Kaya’yı harekete geçirecek bir şey bulmak için elli dakikamız olacak.”
   “Peki ya kayayı bulamazsak?” diye söylenmesi gereken bir gerçeği söyledi Barlas, “Kayalar sadece Diyar’da sabit, burada yerleri değişiyor.”
   “Bakıyorum hatırlamaya başladın,” diye enerjisi düştü Ecrin’in, “ama giderken de dönerken de aynı yerdeydi öyle değil mi?”
   Kayaya vardılar, gerçekten de oradaydı ve bir yıl sonra dönüp baktıklarında ne kadar da sıradan bir dev kaya olarak durduğunu görebiliyorlardı… Ecrin bir eliyle bavulu tutarken diğer eliyle kayaya dokundu, Barlas da aynı şeyi yaptığında oldubitti olacak sandılar ama olmadı… Çok uzun süre uğraştılar, akıllarına gelen Söz Büyüleri’ni fısıldadılar, önünde tuhaf hareketler yaptılar, üzerine yattılar, öpüştüler bile… Gece on ikiye on dakika kala Ecrin de en ufak bir mutluluk kırıntısı kalmamıştı… Barlas kederle yüzüne bakarken anımsadı, “Daedalus ve Mannara, başlamadan önce özlerine dönmüşlerdi…” dedi, “İkisi de Gizem Diyarı’nda nasılsa öyle girdiler içeri.”
   “Biri Celden’di öteki Dalboy Barlas, biz İnsan’dık yine İnsan’ız.” dedi Ecrin.
   “Buraya ait olmadığımızı söylüyordun,” diye derdini açıklamaya çalıştı Barlas, “ait olmadığımız bir yerden Diyar’a götürmek istemelerimiz neden?”
   “Ne-?” diye şaşırdı Ecrin, “Bavulları bırakıp soyunalım mı yani?!” Barlas tam da böyle düşündüğünü belli ederek baktı. “Barlas, şaka yapıyor olmalısın!”
   “Çıplak kalalım demiyorum ki. Diyar’dan buraya gelirken üzerimizde olan giysiyi atmış olamazsın değil mi, ben atmadım şahsen, bavulun içinde.”
   “Sen atmamışsın, ben atmış olabilir miyim?” diye imayla tebessüm etti Ecrin.
   Soyundular, buraya ait olanı buraya bırakma işi onları anadan doğma çıplak etmişti elbette ama hızlı bir şekilde bavuldaki eski, kirli giysileri üzerlerine geçirdiler. Telefonlarını, saatlerini, takılarını ve aksesuarlarını bıraktılar… “Kamerayı yeni almıştık ama!” diye üzüldü Ecrin kamera çantasını görünce, “Ne fotoğraflar çekilirdi biliyor musun sen orada?”
   “Son üç dakikaya giriyoruz.” dedi Barlas ciddiyetle, Ecrin hevesi kursağında tıpkı giderlerken yaptığı gibi Barlas’ın elini tuttu. “Eminim, Diyar’ın kapısı bize her zaman açıktır.” diye ekledi Barlas. Yutkundular, boşta kalan ellerini Petrina Kayası’nın üzerine koydular. Aniden Dolunay’ın ışığı önündeki ağaç yapraklarını delip geçerek üzerlerine düştü. Işık bir cismi tanımlamaya çalışır gibi parçalara ayrılıp etraflarında gezdi, önce tutuştukları ellerinde toplandı ardından ikiye bölünerek etraflarında dolanıp Kaya’ya dokundukları ellerine vardı. Kaya titreyerek gümbürdedi, Barlas ve Ecrin heyecanla ellerini çekip aralanmasını beklediler. Tam o sırada Ecrin aniden ıvır zıvırların olduğu bavula yöneldi, “Ne yapıyorsun?!” diye şoke oldu Barlas, “Kaya açılmadan kapanırsa sonraki Dolunay’a kadar sersefil oluruz! Hem son şansımız olup olmadığını da bilmiyoruz!”
   “Sakin ol Barlas,” dedi Ecrin, “götürebileceğimiz bir şey daha var, onu alıyorum.” Barlas anlamadan merakla izlemeye koyuldu, Kaya çok ağır ağır aralanıyordu. Ecrin, bavulun içinden Almis’in Kolyesi’ni çıkardığında Barlas hiddetle gözlerine baktı. “Sorun yok, boynuma bile taktım, zarar vermiyor.”
   “N’aptın n’aptın?!” diye kızdı Barlas, Ecrin çoktan yanına gelmişti, Kaya’nın içinden sızan beyaz ışıktan bir parça koptu ve kopan parça yeni cismi incelemeye başladı, Kolye’nin etrafında bir tur dönmüştü ki kaybolup gitti; Kolye’nin Diyar’a ait olduğuna şüphe yoktu anlaşılan! “Şimdi de takmayı düşünmüyorsun değil mi?” diye alayladı Barlas. “Ha, geri kalan Diyar yaşantımı felçli geçirmek istiyorum dersen o başka!”
   “Barlas daha fazla bunu sürdürme lütfen!” diye alındı Ecrin, “Tabii ki şimdi takmayı düşünmüyorum. Geri dönmeye karar verip Kolye’yi arkada bıraktığımızı öğrenecek olanları bir düşünsene.”
   “Çok umurumdaydı!”
   “O zaman geri dönmeye karar verip Kolye’yi arkada bıraktığımızı öğrenecek olan Alp’i düşün.”
   “Ha,” diye kaldı Barlas, “haklısın.” Güldüler… Kaya geçebilecekleri kadar aralanmıştı. Saniyeler kala açılan boşluğa girdiler ve Kaya’nın içinden sızan ışık devasa boyutlara ulaşarak bir saniye kadar tüm ormanı aydınlığa boğdu. Geride bırakılan iki bavul, giysiler, takılar ve birinci el kamera ihtiyacı olan birinin onları bulmasını bekleyedursun, aydınlık yok olup her şey eski halini aldığında ormanın içinde büyük bir boşluk oluşmuştu… Üç beş gezginin ne kadar da büyük diye üç beş fotoğraf çektirmesinden başka izi kalmayan Petrina Kayası’nın Dünya yüzü, asırlar dolusu varlığına son vermişti… Anlaşılan o ki kahramanlığın ve kutsallığın buradaki vadesi sona ermişti…
 
***
 
   Dört yanlarını deşifre edilen şifrelerin çıkardığı cızırtılı sese benzer o garip ses sardığında ve yukarıya doğru süzülme hissi yaşadıklarında ikisinin de kalp atışı fazlasıyla hızlanmıştı. Bembeyaz bir boşluğun içinde, buzlu camı andırır bir enerji fanusunda korunuyorlardı; dışarıda ne olduğunu göremiyor ve dışarıda malum sesin sebebi olan tehlikeli sürtünmeleri hissettiklerinden dolayı bunun için şikâyetçi olamıyorlardı. Daha önce de birçok kez yaptıkları ve daha sonra da birçok kez yapacakları gibi birbirlerine baktılar, “Yükseliyoruz…” dedi Ecrin, “Göğe doğru, atmosfer dışına çıkmadan varmış oluruz sanırım; Gizem Diyarı’nın Dünya atmosferinde asılı duran bir astreoid olduğunu biliyoruz zaten.”
   “Nasıl emin olabilirsin?” diye tereddüt etti Barlas, “İlk gidişimde böyle bir şey olduğunu hatırlamıyorum… Gerçi o zaman Erboslar’la çatışmaya girmiştik, ondan da olabilir! Yine de… Ya başka bir Diyar’da bulursak kendimizi?”
   “Erbos demek…” diye kelime beğendi Ecrin, başka bir diyar mevzusuna ihtimal bile vermiyor gibiydi, “Uzun zaman olmuş, kulağa tuhaf ve çocuksu geliyor; çocuk masallarındaki kötü kalpli yaratıklara verilmiş bir isim gibi.” Barlas, Ecrin’in yüzüne garipseyerek baktı ama umursamadı, kendisinin de pek kendisinde olduğu söylenemezdi, aklından bir ton şey geçiyordu ve her biri de heyecanına heyecan katıyordu; yoksa korku muydu bu? Neden bu kadar uzun sürmüştü? Ne diye geri dönüyorlardı?! Ya da şimdi düşünüyordu da ne diye en başından gitmişlerdi ki?! “İhtiyacın vardı…” dedi kendini avutarak. Aniden etraflarındaki fanus patlar gibi ses çıkarıp dağıldığında dehşet içinde birbirlerine sarıldılar, yükseliş kesilmişti; düşerler miydi?! “Ne oldu dersin?” diye endişesini atmaya çalıştı Ecrin.
   “Kötü bir şey olduğu kesin.” diye yanıt verdi Barlas.
   “Endişemi görmüyor musun? İnsan iyi bir şey söyler.” diye kızdı Ecrin.
   “Hah!” dedi Barlas hiç laf seçmeden, “Çok beklersin!” Ecrin dönüp yüzüne baktı. “Ne? Dönmeyi isteyen sensin, şimdi olacaklar için avutmamı bekleme.”
   “Kahramansın be sen!” diye trip attı Ecrin yapacak başka bir şey bulamadan. Doğrusu arkadaşları onları böyle bir durum içinde o halde görse epey gülerdi.
   “Bakalım hâlâ öyle mi?” diye etrafına bakındı Barlas alakasızca. Beyaz boşluğun içindeydiler ve Barlas önceki sefer elini yere koyduğunu ve böylelikle etrafın şekillenmeye başladığını anımsıyordu ama bunu yapmaya bile gerek duymadı çünkü önceki seferle bu sefer arasındaki farkı görememek için aptal olmak gerekirdi; öncesinde bu şekilde değildi, buna emindi. Bunun onun yerine Ecrin yaptı, nasıl bir ortamda olduklarını en azından hissedebilir mi diye elini zemine götürdü, o götürür götürmez varlık âlemi aniden görünürleşti. Çok ama çok büyük, kurak bir arazinin ortasında olduklarını görmeye başladılar, “Gördün mü!” diye atıldı hemen Barlas, “Burası Gizem Diyarı falan değil!”
   Ecrin görebildiği şey dile de gelince şaşkınlık içinde yutkundu, “Ya öyleyse?” dedi gecikmeden, “Gittikten sonra ne oldu bilmiyoruz değil mi? Burada kıyamet kopmadığını nereden bileceğiz?!” Barlas bunun olabilirliğine engel olma kaygısı içinde elini kurak zemine koydu. Olmadı, diğer elini koydu, sonra öteki elini bir daha; bir dakikaya kalmadan eliyle zemini tokatlıyordu! “Barlas dur!” dedi Ecrin.
   “Ne durması?!” diye hiddetlendi Barlas.
   “Şu şey buraya kadar geldiğinde herhangi bir şey olmazsa birlikte tokatlarız.”
   Barlas bunun üzerine Ecrin’e dönüp kafasını onun baktığı tarafa çevirdi, “Buraya gelen bir şey değil o.” dedi, “Görüntüler değişiyor…” Dediği gibiydi, uzaktan yakına doğru değişime uğrayan âlem kısa sürede tanıdık bir hal aldı, doğrusu bu tanıdıklık Gizem Diyarı’na sebep olsaydı, tüm bunlardan sonra hiç de gerçekten Diyar’da olduklarına inanmayacaklardı. Neyse ki tanıdık olan Barlas’ın Kaya Diyarı’ydı. Dört yanı çepeçevre, bir çember gibi sarmış olan ihtiyar ağaçların ortasında, genişçe bir açıklıktaydılar... Burunlarına en güzel kokuların mükemmel karışımları geliyordu ve gök... Gök nasıl hâlâ daha bu kadar çekici olabiliyordu... Barlas çok geçmeden kendisiyle birlikte Ecrin’i de döndürdü, önlerinde devasa bir heybete sahip en az iki buçuk metre boyunda bir arkadaş duruyordu. Eskimiş, mezar büyüklüğünde çizmeleri, üstüne geçirdiği parlak zırhı, kafasından daha kalın kaskı, beline bağladığı mor kuşağı, koca gözleri, devasa elleri ve elinde bir insan boyu kadar mızrakla oldukça sempatik bir hali vardı, “Tanışmak ister misin?” dedi Barlas, Ecrin’in soluğunun kesildiğini fark edince, “Bu bizim yorgun bekçimiz, Golemelban... Petrina'nın sadık bekçisi...” Golemelban’ın nefes nefese olduğunu ancak Barlas sustuğunda duyabildiler. Üstelik epey de tepkisizdi. Barlas bunu garipsedi ki aklına düşen şeyle birlikte şüphelendi, “Bir dakika, taşlaşmış olarak beklemen gerekmiyor muydu senin? Bizim için mi çözüldün?”
   “Siz de kimsiniz ki?” dedi Golemelban’ın sesi.
   “Beni tanımadın mı Elban?” diye şaşkınlıkla sordu Barlas. Elban bunun üzerine kaskını çıkarıp yakınlaştı. “Neyin var senin?”
   “Hiero!” diye dondu kaldı Elban, “Sen-? Ama-? Siz-? Nasıl-?”
   “Soruma cevap verir misin Elban, elli altı yıl beklemen gerekmiyor muydu? Yalan mıydı bu?!”
   “Ben sana tek kelime yalan konuşmadım Hiero, onlar konuştu… Burayı, bizi nasıl biliyorlarsa o şekilde konuştular. Gizem Diyarı’na mı gitmek istiyorsunuz, buyurun şu taş kapının arkasında, ben daha fazla kalamayacağım.”
   Golemelban arkasını dönüp hızla uzaklaşırken Barlas ne diyeceğini bilemez halde bakakaldı, Ecrin’e döndüğünde Ecrin omuz silkti, “Gidelim hadi.” dedi.
   “Gidelim mi? Tuhaf bir şey var burada.” diye reddetti Barlas, etrafına baktı.
   “Tamam da bizi ilgilendiriyor mu bu şimdi?!” diye kızdı Ecrin, “Yeterince işi gücü var gibiydi, ikinci kez çağırırsak küfredebilir bence.” Barlas ağzını açtı, kapattı, tuhaf bir duygu karmaşası yaşadı, Gizem Diyarı’nın ötesini anlamak için en büyük şansını kaçırmak istemiyordu; insan olma meselesiydi bu: Hep görünenin ardındakine ulaşma isteği. Elban’ın gittiği yöne doğru yürümeye başladığında Ecrin bir taş kapıya bir ona baktı kaldı, içini çekip peşine takıldı, “Gerçekten bu gereksiz bence.” dedi Ecrin.
   “Yapacak işlerin var diye böyle söylüyorsun.” dedi Barlas, “İşlerin sona erdiğinde aklına düşer, görürsün o zaman, elime fırsat geçti ama ben bu fırsatı kaçırdım diye ah vah edersin; burada özsel bir şeyler var, hissediyorum.”
   “Ne var?” dedi Ecrin.
   “Özle ilgili, başlangıçla ilgili, duydun işte, yanlış bilinen şeyler varmış, daha da garibi bundan şikâyetçi değil gibiler.”
   “Kimler?”
   “Burada göreceklerimiz.”
   “Barlas, o Golem nereye kayboldu bilmiyorum ama devasa bir arazinin ortasındaydık, ışınlanmış olabilir, daha yeni gelmişken ışınlanmak gibi bir hataya düşemeyeceğimize göre ve başka da çıkış olmadığına göre gidelim.”
   Barlas bir süre daha yürüyüp durdu, Ecrin’e hak vermişti ki önlerine beyaz bir tavşan çıkıverdi; iki ayağının üzerinde durabilen, irice bir tavşandı bu, “Sizi Kirmede’ye götürmemi ister misiniz?” diye tüm dişlekliğiyle sorduğunda, nedense bir tavşanın konuşmuş olması onlara tuhaf geldi; buralardan bir yıl kadar uzak kaldıkları için belki de.
   “Kirmede mi?” dedi Barlas, “Nereden hatırlıyorum bunu ben?”
   “Yabancılara bir tek o iyimser davranır burada.” dedi Tavşan, “Tabii benden sonra, işiniz burayla alakalıysa Kirmede yardımcı olur size, büyük ihtimal yeni Devinim Memurları’sınız ha?” Barlas, Ecrin’e baktı.
   “Öyleyiz.” dedi Ecrin Barlas’ı şaşırtarak, buradaki tuhaf durum sonunda onun da ilgisini çekmiş olmalıydı, “Lütfen bizi götürün.”
   Tavşan büyük bir hevesle kafasını salladı ve hızla yürümeye başladı, “Çok uzakta değil, şuradaki kulübenin etrafında dolanıyor genelde, burası biraz karıştı da.” Dönüp gösterilen yere baktıklarında ağaçtan başka bir şey göremediler, derken aniden varlık âlemi yeniden dönüşüm geçirmeye başladı, tekrar ilk geldikleri o kurak arazide buldular kendilerini, ardından kuraklık yeşerdi ve uzakta bir yüksekliğin tepesinde kulübe belirdi, Ecrin elini tuttuğu Barlas’ın bu her biri bir diğerinden daha şaşkınlık verici dönüşümlere karşıbüyük bir yolundalıkla baktığını görünce güldü, Barlas bunun üzerine sertçe yüzüne baktı ama o da kendini tutamadı.
   “Sus, anlamasın, vallahi kovar.” dedi Ecrin sessizce. “Ne saçma bir ortamdayız.”
   “Pardon!” dedi Ecrin, Tavşan’ı durdurarak, “Biz tam olarak neredeyiz, doğru yere mi atandık emin olalım.”
   Tavşan bir süre sustu, ardından omuz silkti, “Geçiş Diyarı; namı diğer Arafların Piri. Meraklanmayın, Devinim Memurları’nı başka yere atamazlar.”
   “Anladım.” dedi Ecrin, Barlas gülmemek için kendini zor tuttu.
   Saniyeler geçtikçe bu anlamsızlık ve boşluk hissi veren anların içini büyüyle, şiirle, ezgilerle doldurmak istediler; yaşanılabilir, nefes alınabilir bir atmosfere çevirmek. Bu imkânsız gibiydi… Bu imkânsızlığın temeli neye dayanıyordu ve heyecandan gelip heyecana gidecekleri bu geçiş âlemi ne diye bu kadar tatsızdı kavrayamıyorlardı. Sonunda Tavşan da dayanamadı, “Sizi memnuniyetsiz gördüm.” dedi sevecenlikle, “Ölümlü olsaydım bu memnuniyetsizliğiniz bana da bulaşabilirdi. Sizi bulaşıcı bir memnuniyetsizliğe iten de nedir?”
   “Bomboş arazide yürüyünce öyle oldu sanırım.” dedi Barlas.
   “Bomboş bir arazi mi? Buna inanmamı beklemeyin, hayal gücünüz bu kadar kıt olamaz. Öyle olsaydı beni de Tavşan olarak falan görürdünüz! Hem de beyaz!” Barlas ve Ecrin hakarete uğramış gibi kalakaldı, Tavşan bunu fark edince yürüdüğü mesafeyi geri dönüp endişeyle ekledi, “Bir ihtimal daha var tabii: Aslında buraya gelmek gibi bir düşünceniz yoktu. Başka yere gidiyordunuz?”
   Barlas buna bir son vermek için evetleyerek Ecrin’e geri dönelim diyecekti ki Ecrin kafasını iki yana sallayıp emin bir ifadeyle cevap verdi, “Biz kesinlikle Devinim Memuru’yuz ve elbette buraya gelmeyi düşünüyorduk. Etraftaki bu devinimsizlik gözümüze battı diyelim, belli ki buranın gerçekten de memurlara ihtiyacı varmış.”
   “Öyle olmalı.” dedi Tavşan görünümlü sıfatı belirsiz şey, “Ben de işe niçin tek memur değil de iki memur almışlar merak etmiştim, şimdi anlaşıldı.”
   “N’apıyorsun?” dedi Barlas, Tavşan yürümeye devam ederken.
   “Hadi ama! Burayı biraz renklendirelim.” diye göz kırptı Ecrin. Barlas, Ecrin’in göz kırpıp büyük bir dikkatle etrafı süzmeye başladığını görüp içini çekti. Gerçekten de bu iç çekişlere bir son vermek için renklendirmek şarttı. İyi ama nasıl yapacaklardı bunu? Düşündü, sanırsa görüp duyduğu en iddialı hülyalar Gizem Diyarı’na aitlerdi; Gizem Diyarı’nı düşündü… Şaşırdı, tuhaftır uzun zamandır Gizem Diyarı’nı düşünmemiş olmalıydı; sınırsızca düşünecek kadar şaşırdı… Gözlerini kapadı… Saray’da uyandı, Hanedanlık’a götürüldü, Kabile’ye yürüdü… İş Almis’e vardığında içini büyük bir öfke bürüdü. Gözlerinde biriken bir şey yoktu ancak açtığında ortalığı duman edecek bir duygu tufanıyla bakacaktı… Ecrin’in çığlığa benzer bir inlemeyle koluna sarılması üzerine gözlerini açtı… O da Ecrin’e sarıldı! Patlamalar, koşturmacalar, bağırışlar… Tıpkı şimşek çakması gibi görüntülerden hemen sonra yükselen seslerle birlikte birbirlerine iyiden iyiye sokuldular. Bir savaşın ortasında mıydılar?!
   “Ben de ne diye bu kadar sakinsiniz diye meraklanmıştım.” dedi artık Tavşan demeye bin şahit isteyen ne olduğu belirsiz yaratık, “Bu da mı Devinim eksikliğimizden kaynaklı bir durumdu yoksa?” Ecrin ve Barlas adımlarını geri geri atmaya başladı, doğrusu önlerinde duran burunsuz, uzun antenli, pörtlek gözlü, iki dişli, pofuduk tüylü kırmızı yaratığın zarar veremeyecek olduğunu bilseler arkalarına bakmadan kaçarlardı. “Ah, işte o da buradaymış!” dedi yaratık arkalarını hedef alan bakışlarla.
   “Eğilin!” diye bağırdı biri, Barlas ve Ecrin arkalarını dönmeye bile fırsat bulamadan eğildi, aynı kişi perendeler atarak tepelerinden geçtiğinde onlara doğru büyük bir hırsla gelen şeyin Hekate olduğunu görüp dehşete düştüler. “Koşun!” Büyük bir hızla koşmaya başladıklarında ikisinin de ayaklarının bağı çözülür gibi oldu. İkisi de vaktinde Biyan Köy’ün köprüsü ardında hiç de iyi saatler geçirmemişti! Argos ve Hekate ikilisinin bilinçaltlarında büyük makamları vardı! Arkalarına bakmamaya özen göstererek, önlerinde kırmızı yaratıkla birlikte koşmakta olan zayıf ve tamamıyla tüysüz cübbelinin peş peşe gönderdiği hava akımlarından medet umdular. Yakında olmasa da şeytani kurt görüntüsüyle dehşetengiz duran Hekate’nin bu akımlarla iki üç metre geriye savrulduğunu ve sıkılmaya başladığını görebiliyorlardı. “Diğerleri nerede?” dedi kırmızı yaratık koşarken. - “Epey uzaklaştılar, Argos’la ilgileniyorlar!” dedi cübbeli, “Bana sorarsan Elban’a inat yaptılar, bir anda yanlarından ayrılınca epey kızmışlardı. Elban şimdi arar durur onları, o koca cüsseyle ne kadar oyalanır bilinmez ya, o ayrı.” - “Kesif melunlarla yeterince uğraşmıyormuşuz gibi, bir de şimdi Diyarlar’dan da mı buraya sızıyorlar!” diye sitem etti kırmızı yaratık. - “Sızıntı hep vardı, biz hafife almıştık. Onlar gerçekler! Bazen bu detayı unutuyoruz; Merkez’deki uzak görüşlerin aldatmacaları gibi sanıyoruz.” -  “Neyse, yeni Devinim Memurları icabına bakarlar umarım.” - “Devinim Memuru n’apsın yahu?” - “Ne bileyim, labirente benzeyen göz bağları falan ya da kırık görüler.” - “Eh, belki işe yarardı, n’aparsın, uzundur atama olmadı.” - “Olmadı mı?” Ecrin’in ve Barlas’ın gerginliklerine bir yenisi daha eklendi, “Haberinin olmaması imkânsız Kirmede, arkadakiler kimler o zaman?” Kirmede aniden durdu, kırmızı yaratık da durmuştu, Ecrin ve Barlas durmamaları gerekiyormuş gibi deli bakışlar attıktan sonra arkalarına baktıklarında Hekate’nin kovalamacadan vazgeçmiş olduğunu anladı…
   “Hanginiz açıklama yapıyor?” dedi Kirmede ciddiyetle.
   “Gizem Diyarı’ndanız.” diye bir anda döküldü Ecrin, Barlas şaşırıp yüzüne baktı, doğrusu bunca laf çevirmeden sonra bir anda dökülmüş olması… Yok, aslında tam da onluk bir durumdu bu, sevgilisi her daim onu şaşırtabilecek potansiyeldeydi!
   “Hiero Barlas.” dedi Barlas ekleyip, “Gizem Diyarı’nın mazlumu.”
   Anlamadan baktılar, bir süre sonra yaratık sordu, “Siz de mi sızıntısınız?”
   “Hayır, Diyar’dan çıkmıştık, şimdi geri dönüyoruz.” dedi Ecrin, “Burada garip şeyler olduğunu fark edince bir dolaşalım dedik ama açıkçası ben kaçan kovalayan oyununu pek özlememişim.”
   “Alışın madem.” dedi Kirmede, “Buraları dolaşmanın bedeli Diyar’ınızdan vazgeçmek oluyor… Dönemezsiniz geri bu vakitten sonra.”
   “Ne-?” dediler Barlas ve Ecrin bir ağızdan, “Sebep?” diye kızdı Ecrin.
   “Gaia,” dedi Kirmede, “buralara çıkanı istemiyor geri, sanırım bu onun planlamasına ters bir durum, üzgünüm.”
   “Başlarım onun planlamasına,” dedi Barlas, “daha bebekken bizi dışarı çıkarmayı bildi ama! Diyar’a dönmek için bunu istiyor olmamız yeterli, nokta.” Kirmede ve Yaratık birbirlerine bakıp omuz silkti, bu durum pek de umurlarında değil gibiydi. Barlas bir süre sonra aklına düşen bir konuşmayı hatırladı, “Kirmede!” dedi, “Hatırladım, sen büyünün yaratıcısısın!”
   “Hıı, öyleymiş.” dedi Kirmede ve aynı umursamazlıkla, neredeyse dibine geldikleri kulübeye doğru yürümeye başladı.
   “Ne düşünüyorsun?” diye eşlik etti Barlas hevesle, “Büyü hakkında, Büyünün Ruhu hakkında, Ruh’un neredeyse yok edilme eşiğine gelmesi hakkında?”
   “Büyü er geç başka bir ruh bulurdu,” diye konuştu Kirmede, “ama Gizem Diyarı için sonsuza dek yok olurdu. Merlin’in işi bunlar.”
   “Miraculum Merlin burada mı?” diye şaşırdı Ecrin, Barlas da şaşırmıştı.
   “Elbette. Thomas Watson da öyle, ortalığı karıştırdıkları için Kaya Diyarı’na çekildiler, dolayısıyla buraya. Diyar’a dönemeyenler yalnızca Diyar’dan çıkanlar değil. Merlin geçen Anusia’da olan büyük savaşa desteğe gitmek istedi, Almis’e karşı epey korumuş kimilerini, tabii Almis hep Gaia sanmış! Hıh! Komik tabii.”
   “Kimilerini öyle mi? İçinde biz de var mıyız acaba?” diye meraklandı Ecrin.
   “Sanmam.” dedi Barlas, “Bizim ayrı yollardan gidip aynı yerde kesişmemizde hesap kitaplık şeyler vardı. Merlin’in koruması, Almis’in keyfe sebep kıydığı masumları kapsıyordur; biz yeniden birlikte olana kadar epey zaman geçmişti, o geçen zamanda kim bilir kaç masum Lahit Zümrüdi’nin ölümlü ellerine karşı korunmaya muhtaç zamanlar geçirmiştir. Onları görebilme şansımız var mı?”
   “Merlin’in sakalı!” dedi Kirmede tebessümle, “Böyle diyordunuz değil mi? Görebiliyorsanız görün tabii ancak Kaya Diyarı’ndan Geçiş Diyarı’na uzanan âlem sizi aşar, ömrünüz de buna yetmez.”
   “Çağırma, çağrı bırakma gibi şanslarımız yok mu?” dedi Ecrin, Barlas’ın moralinin bozulduğunu anlayınca.
   “Burada kimse bunlara gerek duymaz, burada birçok şeye gerek duyulmaz.”
   “Sızıntılar da olmasa biz arafın mutlak dengesinde bir hayli sükûttuk aslında.” diye ekledi Yaratık, “Bize anlamsız gelmiştir, öyle gelmeye de devam ediyor… Dedim ya size, burada yabancılara en çok Kirmede ılımlı davranır. Hatta şu an içeride biri var, uzun süredir orada, bu konuda kızıyorum ara sıra.”
   Kulübeye varmışlardı, kulübenin kapısı açılırken, “Kim?” dedi Barlas.
   “Carminis,” dedi Kirmede, “kendisinin kâhin olduğunu söylüyor!” Barlas irkilerek içerideki kişiyi ondan önce görmüş olan Ecrin’e döndü, Ecrin çoktan yelkenleri suya indirmişti…
    Uzun, çok uzun zamandır uğruna ağıtlar yakılan bir yanılgının kurbanı olup, gerçeği aniden öğrenivermek ve belli ki takıntı haline gelmiş olan bu yanılgının geri çekilerek beyinde devasa bir boşluk açması… Sanki yeniden başlıyor ya da yeniden doğuyor gibi… Sanki artık, o boşluğa çok daha özel, çok daha güzel anılar sığdırılabilirmiş gibi…  Kalbi mi? Kalbi şaşılacak derecede tepkisizdi… Ecrin bu duruma sevinse mi yoksa üzülse mi bilemedi… Annesinin gözlerinde derin, yüz hatlarında donuk ifadeler kol geziyordu, yer yer kahveyi andıran uzun siyah saçlarının arasında kaybolmuş ela gözleri, kısa aralıklarla griye çalıyordu. Belki de o gelene kadar defalarca yaptığı gibi dönüp çok uzaklara bakar gibi baktı ona… Eski dengesinden eser yoktu belli ki… Suya indirdiği yelkenleri tek hamlede geri çekti, Kirmede’nin yüzüne öyle hesap sorarcasına baktı ki Kirmede, Carminis’le de birkaç kez yaşayıp huzursuzlandığı ölümlü olanın o apansız, uçsuz bucaksız derin bakışına maruz kaldığı için gözlerini kaçırdı “Tanıdığın biri sanırım ancak hesabını soracağın kişi ben değilim.” dedi Ecrin’in gözlerine doğrudan bakmadan, “Ben onu hep böyle sanırdım, anlaşılan vaktince öyle değilmiş.” Barlas ansızın gelişen bu olay karşısında tutulmuş gibiydi, ne yapacağını ya da ne diyeceğini kestiremedi, tahta pencerenin kenarında duran kadının bir zamanlar Alp’le gittikleri geçmişte gördüğü kadın olduğu su götürmezdi ancak aradaki fark kadının hırpalanmış ahvaliydi. Kadın, her ne kadar ifadesiz ve hissiz de baksa, Ecrin’in fırlayıp ona sarılmasıyla birlikte karşılık verdi.  Ecrin’in dolu dolu kucaklaması yeterince açıklayıcı olmuş olmalıydı ki Carminis sordu, “Kızım? Sen… Sen misin?”
   “Evet benim… Benim anne.” dedi Ecrin, gözyaşları akmaya başladığında Barlas boğazında bir yumru hissetti. Yanında duran Yaratık ve Kirmede bundan etkilenmiş gözükmüyor ancak buna saygı duyuyor gibiydi.
   “Sen,” diye devam etti Carminis, “ne kadar büyümüşsün… Ben, neredeyiz?”
   Kirmede buna şaşırmış gibi Barlas’a baktı, “Buna bir son ver.” dedi.
   “Nasıl yani?” diye anlamadı Barlas.
   “Carminis’in buraya geçişinden bu yana epey oldu, şansınızı zorlamayın.”
   “Ne demek istediğinizi anlayamıyorum.” dedi Barlas içi kötü bir hisle dolarken.
   “Kör değilsin ya, arkadaşın onu götürmek isteyecek belli ki ama söylemiştim, sizin dönme ihtimaliniz bile düşükken yine sizin zamanınızla yirmi yılı aşkın süredir burada yaşayan birinin dönme ihtimali yok.”
   “Yaşamak mı, ben bir yaşam belirtisi görememiştim.” diye sitem etti Barlas.
   “Böyle şeyler görecelidir,” dedi Yaratık, “görece ölçütünüzü de kendi âleminiz oluşturur; olası bir kıyas pek mantıksız olurdu.”
   “Ben- ama nasıl yaparım?” diye çaresizliğini saklamadı Barlas, sesini iyice düşürerek yanlarına sokuldu, “Annesiz büyümek ne demek bilir misiniz siz? Hele ki annenin birileri tarafından ölüme sürüklendiğini öğrenerek büyümek… Eğer, Carminis bizimle gelirse, Ecrin’e bir şans vermiş oluruz, intikamdan vazgeçebilir, anlıyor musunuz?”
   “Hayır, anlamıyoruz.” dedi Kirmede, “Anlayamayız, anlıyor musun? Büyük şeyler küçük şeylerin dilinden nasıl anlamıyorsa, ölümsüzler de ölümlülerin dilinden anlamaz. Rica edeceğim daha fazla ölümlü duyguyla haşır neşir etmeyin bizi, gerçekten yapacak işlerimiz var. Diğerlerinin yanına gitmemiz gerek, sızıntılar Anusia’ya mahsus değil ve görevlerimiz var.”
   “Bu ne ölümsüzlük!” dedi Barlas alay eder gibi ancak tepkisinin bir hayli garip olduğunu da bilmiyor değildi, meramını dile getirdi, “Bizler de ölümsüzüz! Sadece sizlerin aksine ölüm gibi bir süreci atlatmamız gerekiyor o kadar!” Kirmede ve Yaratık böyle bir açıklama beklemiyormuş gibi şaşkınlıkla birbirine baktı, Yaratık muzip bir ifade takındığında, Kirmede’nin de dudakları hafifçe kıvrıldı, Barlas korkuya kapıldı, “Ne yani, öyle değil mi?” diye sordu endişeyle.
   Bir süre sessizlik konuştu, ardından Kirmede sessizliğin sözünü kesti, “Ne yani, sizlerin uğruna bölündüğü, düşündüğü, efsaneler düzdüğü bir konuyu aydınlatmamızı mı bekliyorsun şimdi? Çok beklersin!”
   “Öyle mi?!” diye hiddetlendi Barlas, doğrusu herhangi bir cevap almamış olmaktan bir hayli mutluydu ancak bu saçma yerdeki alt üst ilişkileri asabını bozmuştu, “Madem öyle, siz söyleyin ona, anneni götüremeyeceksin deyin!”
   “Aynı dilden konuşursunuz, kimse zararlı çıkmaz diye senin yapmanı istemiştim.” dedi Kirmede hayhay der gibi, “Ölümlü! Bakar mısın buraya?”
   “Ecrin, adı Ecrin!” dedi Barlas.
   “Ecrin!” Ecrin, arkasını dönüp Kirmede’ye yakıcı bakışlar atsa da Kirmede bunu hiç mi hiç umursamaz şekilde sürdürdü, “Annenmiş sanırım, öyleyse ne güzel değil mi, ölmediğini biliyorsun artık, şimdi şu hazırcı arkadaşını da al da diyarınıza dönün, Carminis gelemeyecek ve gelmesi de söz konusu olamaz. Gittiğinde de intikam leyin almaya kalkma, hoş değil.”
   Ecrin ağzını açtı ancak söyleyecek laf bulamadı, Barlas’a baktı, Barlas omuz silkince içini çekti, annesine geri döndü, “Bir yolunu buluruz.” dedi, “Her zaman bulduk.” Carminis buna karşın herhangi bir tepki vermedi, sadece Ecrin’in gözlerine büyük bir sevgiyle bakmakla yetindi, son kez bakar gibi… Bu durum Ecrin’in içini parçalasa da şu an için bu koşullar altında elinden bir şey gelemeyeceği belliydi, iyisi mi Kirmede’nin dediği gibi annesinin yaşadığını bilerek yuvasına dönmeli, babası Akel’e ve büyükannesi Carmeletha’ya bunu söylemekle yetinmeliydi… İntikama gelince… Tüm Diyarlar şahit olsun ki öfkesi oldukça iyi beslenmişti, intikamı gösteriş abidesi olacaktı… “Sevgilim,” dedi Barlas’a dönüp, “anneme merhaba demeyecek misin?”
   Barlas, Ecrin’in durumu bu kadar çabuk kabullenmesinin altında yatan düşüncelerin pek de sağlıklı şeyler olmadıklarına kalıbını basarak Carminis’e yaklaştı, Carminis’in gözlerine bakana kadar ne diyeceğine karar verememişti ancak Carminis’le oldukça yakından göz göze geldiğinde dili çözülüverdi, “Şey, benim annem öldü…” dedi, “Bunu gördüm, biliyorum… Belki de ve galiba öyle ki hiçbir zaman Ecrin kadar şanslı olamayacağım bu konuda…” Boğazında yumru hissetme sırası Ecrin’deydi, “Size anne desem sakıncası olmaz ya?..”
   Carminis sustu, sustu, sustu… Yüz hatlarında cereyan eden dalgalanma büyük bir sorunun cevabını çözmekteymiş gibiydi… “Sen…” dedi, ne yani çözmüş müydü aklındakini, “Sen mavi atsın… Kurtarıcım…”
   “Mavi at mı?” diye afalladı Barlas.
   “Mavi atlı prens demek istedi sanırım.” diye muzipçe gülümsedi Ecrin. Hepsi birden Carminis’e baktı ancak Carminis hatalı bir şey söylediğini düşünmüyor olacak ki Barlas’a aynı şekilde bakmayı sürdürdü. Barlas, Carminis’in kendisini at gibi görme olasılığına karşın garip düşüncelere kapıldı. Evet, bu komik bir durumdu ancak bu ilahi komedinin altında yatan ciddi mesele ne olaydı ki?..
   “İyi ya, yetti mi?” diye bilmem kaçıncı kez uyardı Kirmede, “Biz ayrılıyoruz, burada, Carminis’in yanında kalıp nüfusumuza katılabilir ya da aslında kesinliği de bulunmayan Gizem Diyarı’na geçiş şansı için peşimize takılabilirsiniz.”
   Barlas, Carminis’in elini sıktı. Ecrin son kez sarıldı, annesini geride bırakıp dışarı çıktıklarında süregelen çatışmaların hararetlendiğini görebildiler. Kırmızı Yaratık’ın ve Kirmede’nin olağanüstü hızına yetişmek için neredeyse koşmaya başladıkları sırada devasa bir solucanın tepelerinden geçtiğini ve bastıkları zemin altında cismi görünmeyen varlıkların cirit attığını hissedip birbirlerine sokuldular. Gerçekten de burası karmakarışıktı! Mevzu bahis olan sızıntılar kaba tabirle bu zamansız ve mekânsız toprakların içine etmiş gibiydi.  “Bu kadar kolay vazgeçeceğini düşünmemiştim.” dedi Barlas, Kirmede’nin kendisiyle birlikte onları da koruyabildiğine emin olduktan hemen sonra.
   “Vazgeçmedim.” dedi Ecrin, “Erteledim diyelim.”
   “Ne düşünüyorsun peki, iyi hissediyorsun ya?”
   “Çok iyi hissediyorum.” diye onayladı Ecrin içindeki intikam ateşi tüm uzuvlarını ısıtırken, nedendir bilinmez aklına beline sıkıştırdığı kolye geldi. Bunca koşturmacaya yerinde kalması ve kendi kendine hareket etmeye kalkmamış olması iyi bir şeydi. “Aramızda bir duvar vardı sanki,” diye devam etti, “ona o duvarın ardından bakıyor gibiydim. Gerçekten de kızı olduğuma ikna olduğundan emin değilim.”
   “Nasıl yani?” diye meraklandı Barlas.
   “Buraya geçişi onu epey hırpalamış, yirmi iki yıl, az bir zaman değil… İllaki sanrıları olmuştur, beni, babamı, kendi annesini görür gibi olmuştur… Az önce yaşadığının da epey gerçekçi başka bir sanrı olduğunu düşünmüş olabilir.”
   “Bunu söylerdi.” dedi Barlas emin olamayarak.
   “Söylemezdi…” dedi Ecrin, “Sanrılarını bile incitmek istemiyor…”
   Kirmede’nin uyarısıyla zıpladılar, Barlas bunun bir renk aldanması da olabileceğini düşünerek Ecrin’in gözlerinin kısa süreliğine ateş rengine döndüğünü görüp ürperdi. Ayakları zeminle buluşmayınca neler olduğunu anlamaya çalıştılar, zıpladıktan sonra havada asılı kalıp uçmaya başlamışlardı ya da hâlâ zıplama ve yeniden zeminle buluşma anı içinde miydiler bilinmezdi; burada her şey epriyor, kavramaya yardımcı olan tüm kavramsal devinimler bozuma uğruyordu… Altlarında iri gözenekleri olan dev bir yılanın bulunduğunu anlamaları da bu sebepten uzun sürmüştü, yılanın başı ve kuyruğu neredeydi görünmüyordu, “Yoruldum.” dedi Kirmede, “Bu hoşunuza gitmeyebilir ama kusura bakmayın.” Kirmede onları havada tutan büyüyü kestiğinde yılanın büyük gözenekli derisine bastılar, ayakları bataklığa girer gibi olduğunda ikisi de tiksintiyle inledi. Motorlu araca benzeyen dev tahtanın tepelerinden kayarcasına geçmesi akabinde yılan son bulmuştu. “Büyü yapamıyor musunuz?” diye sitem etti Kirmede artık yavaşlarlarken, “Almis’i nasıl devirdiniz merak ediyorum.”
   “Tabii ki yapabiliyoruz.” dedi Barlas bunu hakaret kabul edip.
   “Öyle mi? Ne de iyi!” diye kızdı Kirmede, “Az yardım edeydin keşke.” Barlas buna cevap veremedi, uzun süredir ayrı kaldıklarından tutup büyü yapmasıyla bir ortaya çıkması muhtemel felaketler silsilesine olan çekincesine kadar birçok şeyden bahsedebilirdi oysa. Çok geçmedi, yine kavraması muhtemel olmayan bir biçimde içlerinde Elban’ın da bulunduğu Kirmede’ye benzer iki farklı cübbelinin yanında bulmuşlardı kendilerini, “Hoş geldiniz dostlar.” dedi boyu Elban hariç orada bulunan herkesten uzun olan cübbeli, “Biz de halletmiştik.”
   “Bitti mi yani?” dedi Kirmede, onaylamasını ister gibi önce Elban’a, ardından diğer cübbeliye baktı, “Lucifer?”
   “Sende Azazel’e inanmaz oldun!” diye payladı Lucifer, “Bitti, şimdilik bitti.”
   “Bu arkadaşlar kim?” dedi Azazel, Barlas’la Ecrin’e bakıp.
   “Diyar’dan geldik.” dedi Barlas.
   “Diyar’dan mı geldiniz, hangi Diyar’dan?” diye iğneledi Lucifer.
   “Gizem Diyarı.” diye ekledi Ecrin.
   “Favori!” diye alayını sürdürdü Lucifer, “Gerçi öyle olmak için de iyi birbirine girmiş durumda her şey, hastalıklı bir kaos!”
   “Diyar’da her şey yolunda Lucifer!” diye kızdı Azazel.
   “Hıhım, kesin öyledir, hep öyle değil miydi!” dedi Lucifer, ardından alayı sıkıntılı bir hoşnutsuzluğa dönüştü, “Gaia, Terra, Eingana, Asherah, Jord! Hepsi aynı kapının efendisi! Sonra işin yoksa uğraş dur! Olan bize olur.”
   Barlas ve Ecrin göz göze gelip bunun anlamını çözmeye çalıştı. “Diyar’a ne için dönmediniz?” diye sordu Elban.
   “Burası hakkında meraklandık.” dedi Barlas düşüncelerinden sıyrılıp, “Yolunu bulabilirsek döneceğiz, bize göre değil, sıkıldık. Sahi, gerçekten neler dönüyor?”
   “İdrak sınırlarınızı aşan şeyler olduğu kesin.” dedi Azazel, Lucifer’in aksine ifşadan kaçınır bir tavrı vardı.
   “Bazı şeyleri anlayabilirler ama öyle değil mi?” dedi Lucifer aynı sıkıntıyla, “Kayalar’dan haberiniz vardır? Elban’ı tanıdığınıza göre?”
   “Evet?” dedi Barlas onaylayarak.
   “Soylarının son örneği olan varlıkların bekçi olduklarını da bilirsiniz?”
   “Sanıyoruz?” dedi Ecrin.
   “Eh, konu şu ki Gizem Diyarı’nın pek kıymetli önde gelenlerinin gözden kaçırdığı bir şey var, Kayalar’dan birinin koruyucusu yıllardır kayıp, kendisi sadece Anusia’da da değil, birçok boyutta yoğun ilgiye vakıf olduğundan bizi de bağlıyor, Diyar’a çıkartılmadığını düşünüyoruz çünkü Kaya Bekçileri Diyar’a çıkarsa Kayalar sıradanlaşır ve geçiş için kullanılamaz hale gelirlermiş.”
   “Hangi Kaya?” diye sordu Barlas, Kirmede’nin tebessüm ettiğini fark edince.
   “Pernella.” dedi Elban, “Diğer bekçileri de seferber etmek istedik ancak onlar benden daha yoğun, sonuçta hiçbiri elli altı yıl beklemiyor.”
   “Elli altı yıl beklemek mi?” dedi Barlas, “Komik olma Elban, daha yirmi iki yıl önce Carminis ve Ecrin için, kısa bir süre önce de ben ve Ecrin için oradaydın, dahası var mı kim bilir, elli altı yılı falan kalmamış sanki pek bu işin?”
   “İşte, son yaklaştıkça böyle sapmalar, bozulmalar olmakta.” dedi Azazel, “Neyse ki elli iki yıl sonra Elban’ın son işi olacak. Bunu da biliyorsunuz ya?”
   “Elli altı yılda bir gerçekleşen döngü.” dedi Ecrin, “Barlas, aslında gerçek Penthea değildi, yani saf ve beşinci Eudosia değildi, dört yüz doksan altı yılında Petrina’dan geçecek olan Eudosia, zamanı kıracak. Tahmin etmiştik bunu da.”
   “Keşke önde gelenleriniz de sizin gibi olabilse.” dedi Lucifer.
   Bir süre sustular, Barlas ve Ecrin çok değerli bilgiler elde ettiklerini ancak karşılarında duran varlıkların onlara uzaktan konuşmasına karşın bunların ancak varsayım olarak kalabileceklerini anlayabiliyordu… Ölümsüz grup arasında bir sohbettir sürdü. Diğer adı Feniks olan Zümrüdü Anka’nın diğer katlarda olabileceği, isim benzerliği olması pek muhtemel yerle gök âlemini birleştiren Teak Ağacı’nın bir süredir beşinci elementten yoksun kaldığı, Stonskev ve Artkilos isimli iki dostun bir dağa gittikleri, Kutsama Perileri’nin ve Huysuz Periler’in ismi oldukça uzun bir vadide buluşacak oldukları gibi bir yığın anlayamadıkları şey dinlediler. Bir süre sonra ipin ucu öyle kaçtı ki birbirlerine bu sohbetin sonsuz sona kadar sürebileceğini dile getirip kesmeye karar verdiler, “Bizimle ne zaman ilgileneceksiniz acaba?” dedi Ecrin.
   “Ne anlamda?” diye diğerleriyle birlikte kendisinin de şaşkınlığını dile getirdi Azazel. Sohbetlerinin bölünmüş olmasından pek hoşnut olmamış gibiydiler.
   “Elban, bizi götürsen olmaz mı?” diye yalvarır bir ifade takındı Barlas.
   “Nereye?” dedi Elban.
   “Gizem Diyarı’na geçen yere! Petrina’ya işte!” diye kızdı Ecrin.
   “İyi ama neresi bilmiyorum ki.” dedi Elban, “Yani, siz biliyorsanız götüreyim.”
   “Ne demek şimdi bu?” diye hiddetlendi Barlas.
   “Petrina’ya biri vardığında, oraya çekilirim, mıknatıs gibi. Tam yerini bilmiyorum, bu zamana kadar işaretleme gereği de duymadım.”
   “Bizim gibilerin yolu düşebileceğini de hesaba katarsanız böyle durumlarda seviniriz.” dedi Ecrin anlayışla, “En azından bulmayı deneyemez miyiz?”
   “Petrina çok uzakta kalmıştır.” dedi Kirmede, “İllaki oradan geçeceğiz gibi bir takıntınız yoksa izin verin sizin için bir arama yapalım.” Onayladılar, ismini henüz öğrenemedikleri Kırmızı Yaratık ve Lucifer yok yere efor sarf edecekleri için huysuzlansa da hepsi birden gözlerini kapatıp dans figürlerine benzer üç beş figür attıklarında etraflarındaki varlık âlemi büzülür gibi olup tepelerinde sıkıştı, zeminde uzun ince bir çizgi belirmeye başladı…
   “Bu çizgiyi takip edin.” dedi Azazel, “Petrelis’e götürecektir sizi.”
   “Kimeraşah sizi karşılar,” diye ekledi Golemelban, “nasıl karşılar onu bilemem ama siz her şeye hazırlıklı olun, üstesinden gelemeyeceğiniz bir şey olmaz.”
   Ecrin çoktan kırmızı çizgiyi takibe başlamıştı, Barlas Ecrin’in peşine takılmadan son kez dönüp her birine baktı, bakışlarında anlamazlık vardı, “Bizi anlamak mı istiyorsun?” dedi Kirmede tebessümle, “Git, şamanları bul.”
   “Şaman da mı varmış?!” diye alayladı Barlas mırıltıyla, kafasını öne eğip hepsini selamladı, arkasına bakmadı, baksaydı, az önce selamladığı bu değerli ölümsüzlerin nasıl da hayranlıkla onu izlediklerini görseydi, bu değişken âleme geçişinden bu yana bastırılan egosu tavan yapardı… Kendine, hâlâ daha çözememiş olduğu soruyu sorardı: Her şeye rağmen, bu değerim niye?..
    Korundular mı, şansları yaver mi gitti bilmeseler de Petrelis’e vardıklarında, çizgi takibi boyunca başlarına bir şey gelmediği için duacı oldular. Petrina’nın Kaya Diyarı’na benzeyen bir açıklıkta, büyükçe bir çeşme başında gördükleri yaratık ürkütmedi değil; bir başı aslan, bir başı keçi, aslan gövdeli, yılan kuyruklu bir bekçi… Uyukluyor gibiydi, daha da doğrusu gerçekten de kimseyi beklemiyor gibiydi. Barlas, yıllar önce Beyaz Saray’da uyandığı o gün Kıvanç’ın söylediklerini hatırladı; buruk bir tebessüm etti. “Emin miyiz?” dedi Ecrin korkup.
   “Napacağız ya?” diye omuz silkti Barlas.
   “Petrina gibi bir kapı vardır herhalde değil mi? Onu uyandırmadan geçebiliriz.”
   “Uyanırsam, daha da kızmaz mıyım?”
   “Yani ne bileyim, belki kızar.” diye Barlas’a baktı Ecrin, ardından Barlas’ın gözlerini patlattığını görünce bunu söyleyenin o değil, çeşme başındaki Kimera olduğunu anladı. Dönüp yutkunarak baktı.
   “Üstelik ateş püskürtebiliyorum, ne korkunç!” dedi Kimera, ses tonu bir hayli toktu, korkutmak için mi, alay etmek için mi söylüyor anlamadılar, “Ya adım ne?”
   “Kimeraşah.” dedi Barlas hemen, “Golemelban söyledi.”
   “Golemelban mı? Dünya’dan yükselmediniz mi siz?”
   “Aslında evet, öyle oldu.” dedi Ecrin.
   “İyi ama Anatola’nın Diyar’a girişleri bir süre durdurduğu gelmişti kulağıma? Üstelik Celden’iniz ve Dalboy’unuz da yok? Sizi öldürmeli miyim?”
   Barlas ve Ecrin sarsıldı, bu nasıl bir soruydu ki nasıl cevap verebilsinler? Bir süre düşündüler; şiddetle çözmeyi bile ama vazgeçtiler, “Bakın, biz aslında dört yıl önce Diyar’a giriş yaptık.” dedi Barlas.
   “İkinizi de hatırlamıyorum, hafızamla alay etmeyin!” diye ciddileşti Kimera.
   “Ben Petrina’dan geçtim, bir Eudosia’yım...” diye hızla devam etti Barlas, arkadaşımsa Hanedanlık yoluyla giriş yaptı. Geçen yıl Almis’le savaş verdikten sonra geri dönmek istedik ancak anladık ki yapamayacağız.” Kötü anlatmıştı!..
   “Hiero Barlas ve Kareena Ecrine?” diye sordu Kimera, umutla kafa salladılar, “Geri döndünüz demek… Ne diyelim, hayrolsun. Buyurun, geçin…” Kimera’nın üstü kapalı bir şekilde yol açmasını anlamlandıramasalar da vakit kaybetmeden ortama kamufle olmuş taş kapıya yöneldiler… İkisine de heyecan basmıştı, sonunda varmışlardı… Barlas, gökyüzüne döndü, derin bir nefes aldı; gökyüzünde bir zeplin görmüştü ki Ecrin kapıyı açtı… İçeri girdiler…

 
-{.o.}-
Bölüm Sonu
 
 
 
 
"Tarihler ki dolup dolup taşarlar,
Tek olduğunu sanıp had aşarlar,
Bir piri vardır ki arafların,
Huzzarlar görüp görüp şaşarlar."

( Lucifer / Arafların Piri - Derlemeler )
 

Lütfedilmiş ( GDS )Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin