24- Zümrüt Krallık

57 4 6
                                    

   Ayak sesleri müşfik Dolunay’ın zelzeleye kapılmış ışığı altında çöken karanlığa eza ederken, murdar hisler tekinsiz gecenin içine yalnızlık kusarak cehennemin sessizliğine biat ettiler...  Karşılıklı bir çatışma, ruhani bir savaş vardı anın içinde; korku ve dehşet vardı, ona ne şüphe...  Işıkçılar, Işıkkıran’ın öncülüğünde o elzem köprüye ayak bastıklarında bu soğuk savaşın göbeğinde bulmuşlardı kendilerini, nitekim olası sıcak çatışmalar göze alındığında oldukça gerekli bir savaştı bu. İnsanlar korkuyordu... Sadece İnsanlar da değildi korkan, göze alınması gereken her şeye ve her değişime sebep, öyle bir an hiçliğe karışacaklarmış gibi hissedip, yaşamaktan geri kalıyordular. Diyar dehşet içindeydi, hem de uzun zamandan beri… Kutsal Nehir’in üzerinden geçenler bu korkuya, bu dehşete karşı, kendi çaplarında bir başkaldırı yapmışlardı; geceydi ve dolunaydı... Işıkkıran iç sıkıntısından doğan geçici bir tikle sürekli etrafındakileri tarıyor, başını önüne gömüp birkaç adım daha gittikten sonra bunu yeniden tekrarlıyordu... Sanki üç dört saniyede bir ikileme düşüyor; vazgeçiyor, yeniden celalleniyordu. Ne de olsa sorunu kökünden halletmek üzere yandaşlarını ayaklandıran ve kısa bir sürede onları bunu kabul edebilecek kadar hazırlayan kendisinden başkası değildi; sorumluydu, olabilecek her türlü şeyden... Ve işin kötü tarafı, her türlü şey onlara musallat olacaktı... Zümrüt Krallık gökle bir olmuş haşmetiyle epey ötede harıl harıl ışıldarken, Alp’in aklına nice müphem düşünceler doluştu. Bunların en başında, Krallık’ın heyulası vardı; söylentilerde duyulduğu gibi cismani bir saltanat mıydı, yoksa pek az görüldüğü gibi Ölüler’e yaraşır bir yuva mıydı? Varla yok arasında, silik konturları olan şeytani bir mesken; işte buydu ona olasılığı en yakın gelen. Köprü sona ermek üzereydi, en fazla on dakika içinde karşıya geçmiş olacaklardı... Doğrusu gözleri biraz acımıştı ancak sonuna kadar dayanmalıydı… “İyisin ya?” dedi Evrim yanına yaklaşıp, üzerinde Rostina’daki gibi kürklerle donatılmış siyah bir bluz, yine kürkleri taşıyan kalınca bir kemerle sarılmış siyah bir tayt vardı. Daha çok büyük, postu sağlam bir yaratığın ayaklarını andıran kaba botları, taytını içine alarak dizlerine kadar uzanmıştı. Köprü yakınlarında yuvarlanıp toz toprağa bulandığı o sersefil görüntüsünden şimdi oldukça uzaktı.
   “Sayılırım.” dedi Alp aklına gelen türlü olasılıklardan sıyrılarak, “Acelemiz yok, şu köprüyü atlatalım da sonra bir kayalığın arasına pusar dinleniriz, hem etrafı da kolaçan etmemiz lazım, orada bu kadar rahat yol alamayacağımız ortada.”
   “Tabii ki.” dedi Evrim kendinden emin bir şekilde, gözlerinde en ufak bir korku belirtisi yoktu, her şeye hazır gibiydi, “Orada bizi görünmez kılan yüce gözler olmayacak.” Alp gülümsedi. “Sahi, tüm bunları nasıl yapıyorsun aklım almıyor.”
   “Zor bir maharet, en azından yoruyor İnsan’ı.” diye cevapladı Alp, yeniden ekibin kalan kısmını kontrol edip, “On gün oldu, çok çabuk alıştın bakıyorum...”
   “Güzel baktınız.” diye Alp’in gülümsemesine karşılık verdi Evrim, “Malikânen oldukça huzurlu, içini ısıtıyor İnsan’ın; hem soğuğa, hem karanlığa karşı. Rostina ve Elduin biraz bahsetti, benim gibi birkaç kişi daha katılmış aranıza, ne diye gittiler hiç bilmiyorum, senin yanın kalınacak en doğru yerlerden.”
   Alp, Evrim bunu söyleyince kedere boğuldu, Ros ve El olup bitenlerden yarım yamalak bahsetmişlerdi belli ki… Önce kızmak istedi ancak sonra Evrim’in hiçbir suçu olmadığına hatta daha fazla şeyi öğrenmesi gerektiğine karar verip cevap verdi, “Bazı köylerden katılanlar da oldu,  senin gibi yolumuza çıkan da...” dedi onay verir gibi, kısa bir es verdi, konuşmak istemese de kelimeler döküldü gitti, “...ama dayanamadılar... Bu yolculuğu her yapmak istediğimde, ekibe bunu açıklama eşiğine her geldiğimde, varta nidası atılıyordu… Hiçbir zaman bu kadar ilerleyememiştim çünkü her kayıpta yeniden sessizliğe boğulduk...”
   “Her kayıpta mı? Ne demek istiyorsun?” diye ciddileşti Evrim.
   “Tozuttular...” diye son can yakan kelamı etti Alp.
   “Tozuttular mı? Daha önce hiç duymamıştım, yani demek istediğin-”
   “Öldüler!” diye susturdu Alp, “Neden bu kadar zor anlıyorsun?! Tozlara karıştılar, yok olup gittiler, anlıyor musun?!”
   Evrim bu ani gelişen öfke krizine karşı susup kaldı, birkaç saniyeye kalmadan gözleri doldu, bir tuhaf olmuştu. İçinde önleyemediği bir sıkıntı vücut buldu; tüm bedenini sarıp onun şeklini alan bir karamsarlık... “Orada bizi neler bekliyor?” dedi Alp’in olası tepkilerine karşı cesaret göstererek, Alp beklediği gibi ona hışımla dönüp çok geçmeden sakinleşti, “Krallık’tan bahsettiniz, içindekilerden de ama neyle yüz yüze olduğumuz hakkında ne kadar bilgi sahibisiniz? Oradan nadiren çıkan onca şeytanın yanı sıra, hiç çıkmamış olan şeytanlar da var mı?..”
   “Güzel bir soru.” dedi Alp, ardından kendinden emin olduğunu kanıtlarcasına devamını getirdi, “Buna cevap verebilirim.” Köprü sona ermişti. Karşılaştıkları ilk grup Barbarlar oldu, böylesi içlerini rahatlatmıştı. Planladıkları gibi bir kayalığın ardına pusup beklemeye koyuldular. Alp, acıya derhâl son vermek üzere gözlerini kapadı, yarım dakika boyunca hiç açmadı; o içinden bir şeyler fısıldarken, Işıkçılar’ın her biri üzerlerinde yer eden koruma büyüsünün yittiğini hissetti; en son da Evrim oldu bu yitikliği hisseden, sanki az önce korkusuzluk taze bitmiş, tüm cesareti yok olmaya mahkûm edilmişti. İşlem tamamlandığında Alp yanlarına ilişti, “Dinleyin.” dedi Evrim’e dönük vaziyette, ekibin diğer üyeleri neyden bahsedeceğini anlayıp sıkılsalar da diretircesine devam etti, “Barbarlar, en çok olanları, bizim için tehlike durumlarını kendi dışlarında ve kendi içlerinde yüzdeliğe vuracak olursak, dışta yüzde yirmiler. İçe gelince, Madrabazlar hile yapıyorlar ve hisleri yok, yüzde yirmi beş. Şahbazlar iri kıyımlar, acıma duyguları yok, zekâ cüsseyi alt edebilir, yüzde on. Düzenbazlar şaşırtıyorlar, zaman kavramını bilmiyorlar, zaman iki taraf için de en büyük güçlerdendir, yüzde yirmi beş de onlara versek geriye Sihirbazlar kalıyor; büyü saptırıyorlar ve çok iyi sihir yapıyorlar, korkuları yok... Yüzde kırk. Ölüler’in içinde savaşa susamamış belli bir kesim olduğuna inanıyorum, o yüzden dış hesaba dönecek olursak yüzde on beş de onlara verelim.  Kerler bu hesapta yüzde yirmi beş pay alsın... Geriye iki şey kaldı... İkisini birbirinden ayırmadan yüzde ellilik dilimi de onlara ayırıyorum...” Evrim büyük bir merakla duyacağı şeyi bekledi. “Deimos ve Phabos: Korku ve Dehşet’in şekil almış türevleri... Ölüm Perileri...”
   “Diyar efsanesi...” dedi Işıkçılar’dan biri gülüp, “Hem, bununla bitmiyor ki Domovoiler, Alaflar, Alastorlar, Bangular; Atadamlar, Dalboylar, Haloslar... Hepsi için hesap yapılması gerekir… Buna ne gücümüz ne de zamanımız var.”
   “Onları henüz görmedik ancak varlıklarından haberdarız...” diye tek bir konuya dikkat çekti Alp, “Diyar efsanesi değil, gerçeğin ta kendisi.”
   “Öyle olsun.” dedi aynı Işıkçı.
   “Öyle tabii.” dedi Alp yineleyip, “Gerçekliğine inansanız sizin için çok daha iyi olur, bir efsaneyle uğraşmak çok daha zordur...”
   “Belki de onları gerçek yapan gerçekliğine inanmak olur.” dedi Evrim.
   “Bu da bir bakış açısı tabii.” diye tebessüm etti Alp, “Şu diğer meselelere gelirsek, evet çok fazla şey var orada, Zümrüt Krallık Şatosu’na girdiğimizde de çok fazla şey olacak. Ben karşımıza dikilmesi pek muhtemel olanlarına öncelik vermek istedim, giriş yaptıktan sonra daha rahat olacağımıza inanıyorum.” Işıkçılar birbirlerine bakıp, Alp’in bu akıl ötesi inancına ifadesiz kaldı. “Barbarlar’ı kesinlikle saf dışı tutmalıyız, ortalığı onlar karıştırıyor, hiç yoktan öz iradeleri var, bu onları bizim açımızdan zayıf kılan bir durum.” Alp konuştuklarının anlamlı olup olmadığı konusunda pek kayıtsızdı, nitekim Işıkçılar da içinde bulundukları durum adına Alp’in üzerine gidip onu yormak istemedi. Alp likörleri dağıttığında kana kana içip bitirdiler. Çok zaman geçmemişti, Alp doğrulmalarını söyleyip, onlar toparlanırken son konuşması adına birkaç şeyden bahsetti, “Umut avcısı umudu avlar...” dedi içten bir samimiyetle, “Bizler, yani Diyar’ın kaderinde parmağı olanlar, en makul avcılarız; eğer umudu avlayacaklar biz olmasaydık, Diyar’ın kaderi uğruna yollara revan olmazdık. Şimdi, elinizdeki tüm birikimi ortaya döküp, avlayacak umut aranın... Ha, tabii Varta’yı da unutmayın.”
   Alp’in son cümlesi Işıkçılar’ı güldürdü, doğrusu gülmeyen bir tek Evrim’di, Alp yanına gelip takip etmesi için işaret verdiğinde, “Soramadım, genelde bensiz söyleşiyorsunuz, Varta nedir tam?” dedi oldukça kullanışlı olduğunu düşünüp.
   “Tehlikeli bir durumun haberidir.” dedi Alp gülümseyip, “Ölümcül bir şeyle karşılaşırsan Varta! diye bağırırsın.”
   Alp’in tebessüm eden yüz hatları attıkları her adımda ciddileşirken, Evrim kafasını sallayıp düşüncelere daldı, “Bana sen eşlik edeceksin sanırım?” dedi.
   “Beğenmedin sanırım.” dedi Alp tüm gerginliğine rağmen gülümsemeye çalışarak, “Eski hatalarımı tekrarlamak gibi bir niyetim yok, o yüzden evet, sana ben eşlik edeceğim, bizle birlikte sağ salim dönene kadar.” Evrim’in gözleri, Alp’in kaygılı gözlerine kaydı... Ona bakarken, içten içe bir şeyler yankılanmıştı sanki beyninde; bir sızı, onun hemen akabinde de hoş bir ağrı peyda oldu kalbinde... Ona bakınca, gecenin en zifir köşesinde, adını koyamadığı bir ışık doğuyordu içine... Sanki yabancılaşmıştı hislerine... Alp’e gelince, onun aklı gerçekteydi ya da efsanede... O, en başından beri takmıştı Ölüm Perileri’ne... Kelamlarının edildiği o yakın geçmişten bu yana, korkunç hayaller büyütüyordu içinde... Belli ki takılı kalmıştı Korku’nun ve Dehşet’in pençesine... Korku, kalpten çok beyni işgal eden, kaygıların tohumlarından evrilen bir düzmeceydi; beyin, olasılıklar içinden en kaygı verici olanları bir bütün haline getirip, korkuyu gerçeklerdi. Dehşet’e gelince asıl hedef kalp oluverirdi, beynin gerçekler evreni korkunun ötesine geçemez, dehşete vardığında kontrolden dengesizliğe düşerdi; bu sefer de baştan aşağı sarsan bir ürküntü, önlenemez bir yılgı inkişaf ederdi… Bu uçsuz bucaksız düşüş, ölümü teğet geçene dek sürerdi. Dengenin başlı başına bir erdem sayılabileceği Gizem Diyarı’nda, Diyar Sakinleri’ni dehşete düşüren her ne idiyse, engellenmeliydi; dengesizlik baş gösterdiğinde düzen kaosa devrilir, kozmos içler acısı bir düşten öteye geçemezdi... Ve asıl öneme gelinecek olursa, denge yeniden ayaklanmaya çalışırken, arafta kalan günahsızlar çok büyük cefalar çekerdi… Alp, en başından beri bu yüzden gitmek istemişti; eksilen düzeni avucunun içine almak üzere olan dengesizliğe mani olmak, bir nevi tüm bu şeytansal var oluşun kaynağını yok ederek hakikatin kahramanı olabilmek için; korkunun ve dehşetin özüne doğru... Onlara siper olan kayalıktan çıkıp, bayırdan aşağı doğru indiklerinde Barbarlar’ın azalması işlerine geldi. Bayır son bulduğunda devasa bir çukurun başında buldular kendilerini; hatta bu onları aynı zamanda bir uçurumun başında da yapıyordu! Ekiptekiler böyle bir şey beklemiyor olacaklar ki sorgulayan bakışlar Alp’e kilitlendi. Alp önce afallamış vaziyette etrafına bakıp ardından kendine geldi, “Aitlik Büyüsü.” dedi emin bir ifadeyle, “Evet, biraz çukuru andırdığını duymuştum ancak bu yerin kilometrelerce altında son bulan bir çukur demek değildi. Büyü, bize oraya ait olmadığımızın yanılsamasını veriyor.”
   “Ama gerçekten değiliz!” diye atıldı Evrim. “Zümrüt Krallık, Ölüler’in Krallığı.”
   “Hadi o zaman geri dönelim!” dedi Alp iğneleyerek, ardından ters ters Evrim’e baktı, “Gereksiz yorum yapmayalım lütfen.”
   “Sakin ol Ros.” diye bir ses geldi arkalarından, Evrim’le birlikte döndüklerinde Rostina’nın her yerini kaşıdığını ve Elduin’in de çaresizce izlediğini gördüler.
   Alp iç çekip gözlerini kapadı. “Ona neler oluyor?” diye sordu Evrim, bölüp.
   “Endişelendiğinde böyle olur, Elduin de her seferinde ona sakin olmasını söyler ve geçer gider.” diye gözlerini açıp aynı tonla cevapladı Alp, “Öğrenecek çok şeyin var.” Sonunda Alp kimse bölmeden büyüsünü yapabildi. Bitirdiğinde uçurum zemininde zerre yükselme gerçekleşmemişti, Evrim tam ağzını açıp yeni bir soru soruyordu ki direkt cevabı verdi, “Sadece adım atın.”
   “Ne-?” dedi Evrim şaşırıp.
   “Birkaç adım atabilirsen, umdukların sana koşacaktır...”
   Alp adımlarını atıp inmeye koyulurken, Evrim bir süre yanından geçerek onu takip eden Işıkçılar’ı izledi, en sona Elduin ve Rostina kalmışlardı, onlar da yanından geçip gidecek ve yalnız kalacak diye korkup aralarına sokuldu, “Birazdan ne demek istediğini anlarsın.” dedi Rostina kaşıntısı son bulurken, Evrim’in tereddütlü bakışlarını yakalamıştı. Dedikleri gibi de oldu, Evrim onca adımdan sonra bir kez daha adım attığında ansızın zemine bastığını fark etti, sanki zeminin üzerine boyalarla koca bir uçurum çizilmiş gibiydi, devasa bir resmin üzerine basmaktan farksızdı bu. Tam derin nefes alıp rahata eriyordu ki Alp’in elinin havaya kalktığını görüp diğerleri gibi olduğu yerde sabit kaldı. Bu işaret tehlikeli durum belirtisiydi, sahi Varta da öyleydi, o zaman bu el hareketi, ses dahi çıkaramayacak kadar elzem bir tehlikeyi haber ediyordu?! Yakınlarında hareket eden bir şey vardı, başta kafasını çevirmeye cesaret edemedi ancak bu durum uzun sürünce cesaret gösterdi, gördüğü şey küçük kafalı, büyük gözlüydü. Kaşları yoktu ancak abartılı derecede uzun kirpikleri vardı, sivri kulakları, kel kafası, yapraklı, havada asılı ve ayaksızdı. Diğerlerinden farklıydı.
   “Bir Celden!” dedi Elduin yanı başında sessizce, “Artık bunlar da mı buralarda geziniyor! Üstelik diğerlerinden oldukça farklı gözüküyor.”
   “Tek fark saçları,” dedi Rostina aynı kısık sesle, “ama haklısın, söz konusu Celdenler olunca saç oldukça büyük bir etken oluyor. Dişi değil bu.”
   “Gerçekten de öyle!” diye aralarına girdi Alp, ne ara yanlarında bittiğini bilmiyorlardı, “İlk kez gördüm. Tehlikeli değildir bence, gidelim. Görünmeyin yeter.” Yeniden hareketlendiler. “İş çoktan aşmış! Zehir gibi yayılıyorlar.” Patika boyunca, birkaç Celden’e daha denk gelseler de sorun olmadı, yeterince ortalara doğru yürüdüklerinde önlerine virane bir ev çıkmıştı. Üzerinde “Çöplük Bekçisi” yazıyordu. Bu yazıya pek anlam veremeseler de bunun üzerinde durmadılar, evin vaziyeti üzerinde yazan yazıdan çok daha ilgi çekiciydi; dökük çatısının üzerinde önceden yağma kar hâlâ daha duruyordu, tahta kapısı soğuk rüzgârın gelgitleriyle belirli aralıklarla sağa sola vuruyor, çıkan ses bu ıssız mı ıssız toprağın üzerinde yankılar yapıyordu. Büyük ihtimal bekçi her kimse ve nereye aitse Krallık tarafından hışma uğratılıp tozutmuştu. “Görüyor musunuz?” dedi Alp evden biraz daha uzaklaşıp içlere doğru yön değiştirdiklerinde, “Halos Gölü’nün bir benzeri yapılmış.” Işıkçılar hızla Alp’in gösterdiği yere döndü, oldukça minik, kan kırmızı bir gölün üzerinde, deyim yerinde cirit atan onlarca Halos vardı. Sersemliklerinden olacak, o kadar uzun süre dikildiler ki en sonunda bir Halos onları görüp tiz sesle ciyakladı, bu kulak delen ciyaklamaya müteakip göldeki tüm Haloslar onlara atıldı. “Kahretsin!” dedi Alp büyük bir dehşetle, bu dehşeti diğerlerinin de paylaştığını görür görmez ekledi, “Doğru düşünün! Ses daha da uzaklara varmadan onları haklamamız lazım! Ev! Az önce önünden geçtiğimiz evin arkasına! Çabuk!” Dakikalardır süren sessizlik koşar adımlar tarafından darbeler alarak dağılıp gitti. Arkalarına dönüp her baktıklarında kırçıllı kanatlarına varana kadar uzanmış haşin gözleri ve kendilerinin yarısı büyüklüğündeki sivri dişleriyle kan arzusu içinde kıvrılan Haloslar’ı görüp daha da hızlanıyordular. Ne çok kana susayan vardı Diyar’da! Alp en az onlara giderek yaklaşan Haloslar kadar güçlü bir hışımla gözlerini parlatıp ardına doğru ışık çaktığında birkaç çığlık yükseldi, içlerinden en az üçünü tozutmuştu bile, söz konusu onlara karşı duyduğu korku değildi elbette, başka şeylerin yanlarına varmasından korkuyordu. O virane evin ardına vardıklarında, etraftan hücum eden başka şeyler olmadığını görüp, Alp’in çoğaltımıyla hep birlikte peş peşe büyü yağdırdı. Evrim henüz iki gün önce ufak tefek becermeye başladığı El Büyüsü’nü uygulamayı denerken, sağından solundan onu ıskalayarak uçuşan ışık huzmelerinin gerginliği içindeydi. Bir süre sonra Alp yanından geçerken, “Ne bekliyorsun! Diğerlerinden daha işe yarar olduğunu keşfedemedin mi hâlâ?!” diye bağırınca gaza geldi. Aklına gelen ilk şeyi yaparak Alp’i taklit etti. Alp o sırada Göz Büyüsü yapmıştı ve Evrim de bunu denedi. Sonuç beklediğinden bir hayli iyi gelişti, El Büyüsü yapmaktan çok daha rahattı bu! Gözbebekleri ışık dolup taştıkça kendini çok daha kudretli hissetti. Sanki istese her şeyi elde edebilirdi; bu ilk deneyim diğerlerinin de işine geldi, yaklaşık elli Halos Kuşu tozutmuş ve birkaçı da berelenmiş vaziyetteyken bu karşılaşmaları nihayete ermişti. Diğerlerinin hayran bakışları arasında bir de Alp yanına gelip onu baştan aşağı süzünce kızardı, “Çok başarılıydı!” dedi Alp şaşkınlık içinde, “Bundan sonra sana hep daha çok işe yaradığını söyleyeceğim.”
   “Ne yani yaramıyor muydum?” dedi Evrim birden sinir olup.
   “Eh, sıcak savaş başladığında herkes bir ötekinden daha işe yarardır öyle değil mi?” diye sırıttı Alp, “Sesleri duyan olmadı anlaşılan ya da Halos’tur çığırır diye pek takmadılar, iyi atlattık, güzel bir açılıştı, antrenman oldu hepimize.” Işıkçılar memnuniyetle kafa salladı. Yeniden aynı yöne doğru seyrettiklerinde bir öncekinden çok daha açıkgözlü ilerlediler. Gölü geçip bir on dakika daha yürüdüklerinde geniş çukurun iki yanında dalgalanan bayrakları gördüler. Bayrakların üzerindeki sembol tanıdıktı; iki uzun ince Yılan’ın baş bölgelerini birbirine tokuşturup kalbe benzer bir biçimde uzanarak kuyruklarının olduğu bölgede birbirine dolanmaları resmeden bir kara mühür. Mührü bir kez daha görünce Elduin ve Rostina huzursuzca kıpırdandı; ilişkilerinin bir simgesi gibiydi.
   “Ölüler bizi duyamazlar değil mi? Çünkü gölgeliyiz?..” dedi Evrim bir süre sonra.
   “Hafızasını kaybetmiş biri için oldukça fazla şey biliyorsun.” dedi Alp, “Evet öyle, aramızda ufak bir perde var ancak perdeyi sıyırıp dışarıda ne var ne yok diye bakmaları her zaman an meselesi oldu, olacak.”
   “Gerçekten kaybettim, yalan söylemediğim konusunda anlaşmıştık ancak sizinle vakit geçirmeye başladıktan sonra ufak tefek şeyler hatırladığımı fark ettim, bunlar dara düştüğüm sırada gelip hafızama konan şeyler; bu şeyleri anımsarken çok büyük şeyler hakkında en ufak bir şey hatırlamıyor olabilirim...”
   “Yolun kenarına mı geçseydik hiç değilse?” diye sordu Işıkçılar’dan biri.
   “Ne o, Işıkkıran Efendi’nle özel meseleler hakkında konuşmam pek açmadı galiba?” diye alındı Evrim, Evrim’in bu tepkisi herkesi şaşırtmıştı.
   “Yok, hayır.” dedi aynı Işıkçı, “Sadece, daha güvenli olacağını düşündüm.”
   “Doğru düşünmüşsün.” dedi Alp, “Her an biriyle karşılaşabiliriz.” Dik bir yokuş tırmanıyorlardı ve yokuşun bitmesine az kalmıştı, “Beni dinleyin, bu yokuşun ardında kesin bir şeyler var! Gözünüz açık olsun!” Yokuş bittiğinde aniden sarsıldılar, tam diplerinde grup grup yüzlerce Krallık Üyesi duruyordu, kesin içlerinden bazıları onları görmüştü! Korkudan titremeye başlamışlarken Alp eliyle işaret verdi, işareti biraz sonra ancak idrak edebildiler. Alp onlara köprüdeki gibi büyü yaptığını, her birini görünmez kıldığını anlatmaya çalışıyordu, hepsinin içi rahatladı, hiç çekmedikleri kadar derin bir oh çekip yokuşun tepe kenarına geçerek neyle karşı karşıya olduklarını incelemeye koyuldular… Ortada bir yerde, belki de tüm bu grupların buraya yığılmasına sebep olan genişçe, kömür karası bir kuyu vardı, kuyunun içinden uzun aralıklarla tüyler ürpertici feryatlar yükseliyordu. Alp, kuyunun hemen iki yanında tüm saltanatlarıyla dikilen Deimos ve Phabos’u gördüğünde beyninden vurulmuşa döndü; herkesin derinlerde yatan korkularına hitap eden Deimos, ona kim olduğuna akıl sır erdiremediği gözleri kara efsunlu, seyrek sarı saçlı, uzun kirpikli bir adamı resmediyordu. Phabos ise, yine ancak yaşadığı dehşetin bir türevi olabilecek biçimdeydi; ağaç gövdesini andıran kabuklu bir bedeni, koca başına saç, kollarına tüy olan sivri dikenleri, görünemeyecek kadar küçük gözlerinin aksine biçimlenmiş koca bir ağzı ve İnsan’a pek yakın kalın omuzlarından yükselen yırtık, geniş damarlı, devasa kanatları vardı. Bu iki Ölüm Perisi’nin etrafı bir saat önce gördükleri Celdenler’den oluşan dar, sık bir çemberle çevrilmişti. Bununla da bitmiyordu, o çemberin de dışında, Barbarlar’ın her türlüsüyle oluşturulmuş daha büyük, daha kalabalık bir çember vardı. Barbarlar’ın oluşturduğu ikinci koruma çemberi, neredeyse yarım fersahlık bir alana uzanmıştı; bu yüzden sonunu pek göremiyorlardı. Gerisi, bu manzaraya bakılırsa safi güzaftı; buraya gelmeden önce saydıkları he türlü yaratıktan biraz biraz vardı burada! “Bulduk!” dedi Alp ekibin duyabileceği kısık bir sesle, “Bir kuyu! Bu kuyuyu böylesine korumalarının tek bir açıklaması var!”
   “Krallık’ın kalbi burada...” dedi Rostina.
   Alp arkasına onay vermek için döndüğü sırada Evrim’in yüreği ağzında karnını tuttuğunu gördü; tüm bu manzaradan sonra midesi fena halde kasılmış olmalıydı; hangisine öyle olmamıştı ki? “İyisin ya?” dedi tebessüm edip.
   “Sayılırım.” diye karşılık verdi Evrim, “Gözlerin ne durumda?”
   “Hatırlatınca çok daha can yakıcı oluyor, hızlı şekilde karşıya gidelim, orada buna son veririm, zaten oraya kadar gittikten sonra saklanıp dinlenebiliriz.”
   “Aralarından mı geçeceğiz yani?!” dedi Işıkçılar’dan biri.
   “Eh, böylesi çemberin içinden geçmek gibi bir korkunç hayale kapılmamıştım hiç ama başka yol var mı ki? Her yeri sarmışlar.” Onlar aralarında konuşurken ansızın diplerinde bir Domovoi bitti. Doğrusu onu Evrim ufak bir inleme çıkarmadan önce fark edememişlerdi, “Korkmanı gerektirecek bir durum yok, görünmeziz.” diye yatıştırmaya çalıştı Alp.
   “Sizce de fazla görünüyormuşuz gibi bakmıyor mu?” diye tersledi Evrim.
   Böyle söyleyince Domovoi’ye baktılar, gerçekten de bulundukları yere bakıyor, cılız, tüylü bedeni onlara doğru sabit bir biçimde dikiliyordu. Bir şeyler bekliyor gibiydi. Alp içinde tuhaf hisler uyandığını fark edince ekibe döndü, “Ayrılmayın.” dedi. Ekip nereye gittiğini sormaya kalmadan o Domovoi’nin dibine ilişti. Gözleri parladığında hepsi irkildi, refleksle etrafa bakıp görünmezliklerinin yitip yitmediğini kontrol ettiler; hâlâ daha nefes alabiliyor olduklarına göre büyü yitmemişti ama onların aksine, Domovoi’nin değişen bakışları göz önüne alınırsa Alp kendi üzerindeki görünmezliğe son vermişti… Domovoi ve Alp hiçbir şey yapmadılar... Sadece uzun uzun bakıştılar, Domovoi ufak bir el hareketi yaptıktan sonra kayalıkların birindeki deliğe doğru atlayıp zıplamaya başladı. Alp yanlarına dönüp ağzı kulaklarına açıkladı, “İşte umudumuz, kestirme bir yol biliyor olmalı, takip etmemizi istiyor! Ava var mısınız?”
   “Bunu nereden anladın?” dedi Evrim, Domovoi’nin girmiş olduğu deliğe tekinsizmiş gibi bakıp, “İçeride bizi haklayacak olmasınlar?”
   “Pekâlâ, size sezgi gibi açıklayıcı cümleler etmeyeceğim.” dedi Alp ciddileşip, “İki yolumuz var, Tozut Çemberi’nden mi geçeceksiniz, deliğe mi gireceksiniz?”
   “Tehlikelerden tehlike beğeniyoruz yani…” diye surat astı Evrim, “Cevabı biliyorsun bence, farklı düşünen biri olduğunu sanmıyorum.” Işıkçılar’a döndü.
   “Güzel.” dedi Alp, “Gidelim.”
   “Tozut Çemberi mi?” diye sordu Rostina ilerlerken.
   “Bence güzel isim, ona böyle diyelim.” diye gülümsedi Alp.
   Rostina bu gülümsemeye karşılık kısık sesli, bir o kadar da neşeli bir kahkaha atınca Evrim bir şeyleri bir şeylerden kıskandığını hissetti... Delik yolculuğu uzun sürmedi, belki de en fazla on metreydi; sadece kavisli olmasından dolayı uzaktan karanlık ve uzun gözükmüştü içi. Tozut Çemberi’nin düğümlendiği çukurun etrafını saran kayalıklar arasına girip çıkmaya başladılar. Önce ağaca benzeyen kılıçlı Alastorlar’ı, ardından kara cübbeli bekçiler Bangular’ı, en son da yine Krallık içinde yaşayagelen, ruhsallığı yahut yaşamı belli belirsiz boğalar Alaflar’ı atlattılar. Yaklaşık bir saat süren yolculuk sonunda Alp’in gözleri kan çanağına dönmüştü, “Şuna bir son verin artık Işıkkıran!” dedi Elduin, “Burada saklanıp geceyi geçirebileceğimiz yerler var.”
   “Domovoi henüz durmadı.” diye reddetti Alp, “O durana kadar dayanmalıyım.”
   “Nereye götürdüğünü bile bilmiyoruz ki!” dedi Evrim.
   “Yeterince açık değil mi, zümrüt yeşili ışıltılar gezinmeye başladığına göre-”
   “Krallık Şatosu’na gidiyoruz yani.” diye Rostina’nın lafını kesti Evrim.
   “Ya da şatolarına?..” diyerek olduğu yerde durdu Alp. Alp’in nereye baktığını görmek için tam yanına gelip bakındıklarında, bir yığın hareketli, zümrüt renkli ışıltının kol gezdiği, biri büyük üç farklı kuleyle yüz yüze geldiler. Kuleler uzakta da olsa, sırlarını ele vermişti; tam da Alp’in tahmin ettiği gibi hatları, içi, dışı, hatta tüm halkı silik birer potansiyel olarak vardılar. Kalabalık bir varlık âlemi, şeffaf kulelerin şeffaf merdivenleri üzerinde durmaksızın giriş çıkışlar yapmaktaydı. Oraya gerçekten ait değildiler ve bu Aitlik Büyüsü falan değildi... Krallık Kuleleri’ne girebilmek için ölmek mi gerekirdi? Anlaşılan gayet de öyleydi... Takip ettikleri Domovoi, bir Ölü’nün yanında duruverdi. Böyle olunca geri durdular. Alp her zamanki gibi öncülük edip Domovoi’nin yanına kadar gitti. Şimdi giriş çıkış yapanların tam olarak ne olduklarını daha iyi anlıyordu; gördüğü Ölü, tozutmuşluğunun ardından ayrıldığı her bir toz zerresini toparlayıp kendi kendini var etmiş gibiydi; iri cüsseli, ufak yüzlü, keli dövmeli bir adamdı bu, yüzünde babacan bir ifade vardı. Bir Ruh kadar gerçekçi olmaktan çok daha uzaktı; aslında şekil almış bir toz kütlesinden farksızdı ancak vardı işte... Tam da önünde Domovoi’ye bakıyor, onunla konuşuyor, hatta ona şakalar yapıp tebessüm ediyordu. Onunla hiç mi hiç ilgilenmiyordu, aralarındaki perdeden olacak, görünmez olmasa da onu hiç görmeyecek gibiydi, o halde Domovoiler bu iletişimin neresindeydi?.. Rehberlik eden Domovoi uzun bir süre bekledi, Alp’in bir şeyler söylemesini ya da tepki vermesini bekliyordu anlaşılan ancak Alp daha çok gözlerinin acısına sövüp bir an önce gitmek derdindeydi. Gittiler...  Krallık Kuleleri’ne girerlerken Domovoi daha bir isteksiz, daha bir mutsuz gözükmüştü her birine, onlardan ne bekliyordu ki? Hepsi, Alp’in her an acıdan kanayabilecek gözlerinin, ihtiyaç sahibiydi. Çıkamayacaklarını düşünüp çıkmaya başladıkları şeffaf merdivenler üzerindeyken hem cesaretleri hem de korkuları tavan yapmıştı. Evrim sakin kalmak için olağanüstü bir çaba içindeydi. Hem dışarının karanlığını hem de Krallık koridorlarının zümrüt ışıklarını görerek, daha önce hiç deneyimlemedikleri bir hisle yürüdüler. İçlerinden bazılarının, ayak bastıkları zemine dönüp havada asılı yürüyormuş gibi hissedince, başları döndü.  Yığınla Ölü’nün yanından geçerek, içini hemen hemen görebildikleri odaya vardılar. Domovoi odanın şeffaf kapısını araladığında görüşleri daha da netleşti. Odada biri oldukça yaşlı, diğeriyse yaşlılığa yeni ayak basmış iki adam vardı. Alp daha fazla dayanamadan, görünmezliği sonlandırdı; bir an için bastıkları zemin altlarından kayacak gibi gelse de öyle olmadı, ufak bir gacırtı çıkmıştı sadece, “Niss... Sen misin?..” dedi genç yaşlı Adam, konuşunca hatları daha bir belirginleşmişti sanki; cübbesi, sakalları, uzun parmaklarını donatan dev yüzükleri... “Ona belli etmek istemedim ancak şaşkınlığım dile gelse sabaha kadar susmaz...” Alp ne yapacağını bilemedi, Domovoi neden buraya getirmişti ki onları?! “Bize bir şey anlatmaya çalışıyor.” diye sıkıldı, “Anlamıyorum ki?!”
   “Belki de bir Domovoi’nin iradesine güvenmemeliydik efendim.” dedi Işıkçılar’dan biri, “Bizi sırf can sıkıntısından buraya getirmiş bile olabilir.”
   “Kim bilir.” diye onayladı Rostina, “Ama sonuç olarak bizi buraya kadar getirdi. Daha iyi bir şans olabilir mi? Şimdi gönül rahatlığıyla kolaçan edebiliriz burayı.”
   “Gönül rahatlığı mı?” dedi Elduin, “Işıkkıran bizi yeniden görünmez yapamaz, oldukça yoruldu, çıkıp da Kuleler’i alt üst edecek değiliz.”
   “İyi ama bizden haberleri yok ki.” diye atıldı başka bir Işıkçı, “Baksanıza, şu iki adam bizi ne duyuyor ne de görüyor. Krallık içi, Ölüler’den soruluyor belli ki.”
   “Bu Krallık’ta bizi görebilecek ya da duyabilecek başka şeylerin olmayacağı anlamına gelmez.” dedi bir başka Işıkçı, “Domovoiler var bir kere, belli ki hem Ölüler’i hem de bizi görüyorlar, hem onlarla hem de bizimle iletişim kurabiliyorlar. Bir başka Domovoi’nin buradaki gibi iyi niyetli olacağı ne malum?”
   Ansızın derinlerde bir yerden tüyler ürperten bir ses yükseldi, sese onlarla birlikte Domovoi ve iki yaşlı adam da dönmüştü. Sesin geldiği yer epey bulanıktı çünkü birkaç kat aşağıda olmalıydı, hatta mahzen ya da zindan gibi bir yerden bile geliyor olabilirdi. Üst üste geçmiş bunca görüntü varken bu görüye erişememişlerdi. Adamlar bunun üzerine hareketlenip odadan çıkmaya koyuldu. Oldukça yaşlı olan Alp’in içinden geçerken etrafa gelişigüzel tozlar yayıldı ancak çok geçmeden yeniden adamın eksik kalan taraflarını doldurdular. “Takip edelim.” dedi Alp, “En azından yanımızda onlar olur.” Koridorları arşınlayıp, büyükçe bir salona geçiş yaptılar, bu gerçekten de bulutlar arası yer değiştirmek gibi bir şeydi, oldukça tuhaftı. Bu salonda Ölüler’in gruplar halinde birilerini dinlediğini gördüler. Sesler de tıpkı görüntüler gibi şeffaftı sanki. Buğulu, isli ya da tozlu... Ama anlayabildiler; kalabalık grubun hemen önünde sahneyi andıran yüksekçe bir yerde, üç farklı kürsü ve kürsülerde boy gösteren üç farklı tuhaf yaratık vardı; görüntüler zaten kötü olduğundan yaratıkların neye benzediklerini çözemediler. Alp Ölüler ve Domoiler dışında gördüğü bir başka varlık üzerine huzursuzlanmıştı, bu yüzden kürsüleri ve ne için var olduklarını çözmeye çalıştı, olası bir görülme ihtimallerine karşı ne kadar kaçabilme şansları vardı?.. Kürsülerin üzerinde sağ baştan, “Minos” – “Aiakos” – “Phadaman-thys” yazıyordu. Doğrusu bunca karmaşa arasında hayalet yazıları okuyabildiği için gözlerini alkışa tuttu, isimler tanıdıktı, derken gözleri kürsülerin tepesinde yer alan levha biçimle şeye doğru döndü, “Araf Yargıçları.”... Yutkundu, bu mümkün olabilir miydi?! O andan itibaren ne gerçek anlamda Krallık içinde olduğuna ne de kendisinin dahi efsane diye nitelendirdiği Yargıçlar’ın karşısında olduğuna akıl sır erdirebildi, “Çok iyi dinleyin ve çok iyi kaçın.” dedi, Işıkçılar’ın bakışları birbiriyle kesişti… “Diriltme Taşı krallığımıza yeni kimlikler kazandırmaya devam etmekte.” diye sürdürdü kürsünün üzerinde “Aiakos” yazan, sesi gelgitli olmasına rağmen epey gür ve haşmetliydi, “Azap Kuyusu için güvenlik önlemlerinin artırılması talebi aldık; Kraliçe böyle istiyor...”
   “Çünkü Kraliçe’den bazı şeylerin değişmeye başladığına dair mesaj aldık.” diyerek konuşmayı devraldı Minos, “Kraliçe’nin yeni talimatları mevcut; bunlardan biri Velmagnor’un asıl sahibi Lanet Süvarisi’nin serbest bırakılması...” Kalabalıktan peşi sıra sesler yükselirken alt katlardan, aynı yerden aynı tüyler ürperten ses duyuldu; ses bu sefer geçip gitmekle kalmayıp Krallık zeminini sarsmıştı. Alp konuşmanın devamı için merakla Phadaman’a döndüğünde, Phadaman’ın gözlerini üzerinde fark edip baştan aşağı irkildi, kaos geliyorum dememişti, o Işıkçılar’a dönüp “Kaçın!” demeye kalmadan, Ölüler perdelerini aralayıp tüm kasvetleriyle üzerlerine akın etti. Alp’in gözleri olağanüstü bir parlama transına girerek tüm zümrüt ışıkları kırdı, ışıklar göz kamaştırırken etrafta ondan fazla ses şakladı; Işıkkıran ve ekibi aniden kaybolmuşlardı!..
   Krallık Kuleleri’nden uzak bir köşede hep birden cisimlendiklerinde, Alp acı içinde kıvranarak kendini yere attı; neler olduğunu anlayamadan Alp’in etrafına toplandılar, Alp tüm meraklı sorulara karşı acısının öcünü alır gibi bağırdı, “Nerede olduğumuzu görmüyor musunuz? Işıkları kırıp hepimizi cisimledim!”
   “Bize bak!” diye patladı Evrim karşılık olarak, aynı zamanda karnını tutuyor, alnından düşen ter damlalarını siliyordu. Alp dönüp baktığında şoke oldular; gözbebekleri kaybolmuş, göz beyazı kalmıştı sadece; o beyazın etrafında da ince şeritler halinde kırmızı lekeler vardı…
   Ötede bir yerde sesler duyulduğunda, “Gidip neler olduğuna bakın.” diye emir verdi Alp. Işıkçılar hızla sesin geldiği tarafa koştu, Elduin ve Rostina Alp’in haline olan üzüntülerinden dolayı biraz sonra takılmışlardı ekibin peşine. Işıkçılar gözden kayboldu... Üç beş hırçın çığlık, birbirine çarpan üç beş büyü... Kısa sürede derin mi derin bir sessizlik çöktü... Alp’in gözbebekleri yeni yeni ortaya çıkmaya başlamışken, Evrim olduğu yerde titriyordu. “Nerede kaldılar?” dedi Alp hastalıklı bir sakinlikle, “Gelseler ya artık...” Evrim ağlamaya başladı. Alp’in gözleri karanlığa boğularak yeniden canlanmıştı sanki. Hiçbir şey olmamış gibi, yalpalayarak arkadaşlarının gittikleri yöne yürüdü. O sonuna varmadan, Elduin ve Rostina çıkageldi; ikisinin de yüzünde garabet lekeler vardı... “Diğerleri nerede?” diye yineledi Alp aynı sakinlikle.
   “Işıkkıran...” dedi Rostina yıkılmış vaziyette, Alp içlerini titreten bir inleme koyuverdiğinde, “Alp!” diye bağırdı, “Yapma lütfen!”
   “Onlara saldıranları haklamışlardı efendim! Geriye sadece bir tane Ker-”
   “Neredeler!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı Alp.
   “Sona kalan Ker’i indirdik.” diye acısını yumuşatmaya çalıştı Rostina, “Onlar, onlar...” Ağlamaya başladı. Çocuk gibi ağlıyorlardı... Hıçkırarak, içlerini çekerek ağladılar; Evrim iki elini ağzına götürmüş vaziyette gözyaşlarının parmakları arasında süzülüp yüzünü ıslatmasına seyirci kaldı; bu zamana kadar gözleri bile dolmamış olan Elduin’in gözlerinden birkaç damla yaş akmıştı... Arkadaşları, aylardır beraber yol aldıkları yoldaşları, tıpkı öncekiler gibi, tozlara karışmıştı...  Lanet gece bitmedi, onlar gözyaşları kuruyana kadar ağladıktan hemen sonra, topraktan yükselircesine bir yaratık bitti önlerinde, inanılacak gibi olmasa da Phabos’tu bu; Krallık’ta nükseden kaosun hemen ardından bir şekilde onları bulmuştu... Dehşetin perisi karşısında şimdiye kadar kapılmadıkları bir dehşete kapıldılar. Ağlamak yersizdi; işte şimdi, onların da sonu gelmişti... Phabos’un yırtık kanatları birkaç kez çırpıldığında toz toprak birbirine girdi; saldırıya hazırlanma şekli olmalıydı bu. Ardından ağzının içinde zümrüt yeşili bir lanet büyümeye başladı; lanet püskürtüldüğünde Alp geçti önüne. Ona gümlediğinde birkaç metre öteye düşüp kaldı. Evrim, Rostina ve Elduin birbirlerine sokulup tıpkı Alp gibi düşmeyi bekledi Nitekim Alp doğrulmuştu, iki eli arasında büyük bir hazımlılıkla tuttuğu laneti Phabos’a geri gönderdi, “Dengine çattın!” diye de böbürlendi. Phabos, tıpkı Alp’in hazmettiği gibi gönderdiği laneti yeniden yutuverdi… Belli ki şaşkınlık içindeydi, kanatlarıyla havalanıp, Alp’in etrafından dönmeye başladı. “Biraz uzaklaşın!” diye bağırdı Alp. Üçü de ilk kez onun emrine karşı gelerek yanında kalmayı tercih etti. Sonrasında Alp’i kaybettiler, onları ne duyuyor ne de görüyor gibiydi; gittiklerini falan mı sanıyordu yani?.. Tüm ilgisini etrafında fır dönen Phabos’a toplamıştı, Phabos inişe geçip üzerine geldiğinde dakikalardır sürdürdüğü iştahlı fısıltılara son verdi, gözleri parladı, iki eli arasında birbirine sıkışıp kılıç şeklini alan ışıklar hararetle cızırdadı. Alp, ışıktan kılıcın kabzasını tutup ona doğru gelen Phabos’a doğrulttu; tuhaftır, Phabos temas kurmadan, hiç var olmamış gibi ortadan kayboldu... Alp keşfettiği ve kaybettiği şeylerin ağırlığı altında ezilir gibi diğerlerinin arasına sokuldu...
   Evrim titriyordu, durumu hiç iyi değil gibiydi ve sürekli karnını tutuyordu; Phabos’un varlığı yahut var olabilme eğilimi, tüm bu ölümler üstüne onu epey etkilemişti, “Zarar gelecek diye korkuyorum...” dedi dehşet içinde.
   “Neye?” diye sordu Alp ifadesizlikle.
   “Karnımda bir bebek var...”
 
***
 
   Gürültüler, havada uçuşan asi kitapların yaprak hışırtılarıyla birleşip kulaklara işkence ediyorken kalabalığın akıl almaz çeşitliliği Kütüphane ve Yerleşke arasında kalan holde birbiri ardınca heyecan veren bir coşkuya kapılıp gelişmekteydi. Üç beş direk arasında birer kabartı halinde duran kitap ve tılsım motifli Geçit Dairesi sabahtan beri durmaksızın yaptığı gibi şeffaf bir fanusu açığa çıkarıp parıldadı. Tüm o keşmekeşin ortasına Ecrin ve Aminta beliriverdi, “Gerçekten harika!” diye güldü Aminta, Ecrin’in surat asıklığına aldırmadan.
   “On üç gündür aynı şeyi söylüyorsun, bıkmadın mı?” dedi Ecrin gülümsemeye çalışarak, tabii pek başarılı olamamıştı.
   “Ama öyle! Ben Diyar’ın hiçbir yerinde görmedim bu tarz bir geçidi. Sanki bir anda kafa bulup tüm sıkıntından bertaraf ediyormuş gibi hissediyorsun, bu zamana kadar kafa bulmak için türlü yol denedim, meğerse asıl yol burasıymış!” diye yeniden güldü Aminta, kalabalığın coşkusu ona da bulaşmıştı anlaşılan, “Direkler ve kitabı anladım ama tılsım ne iş?” diye de ekleyip sordu.
   Ecrin kalabalıkta yönünü sapmadan aynı zamanda da kimseye çarpmamaya çalışarak ilerlerken ne sorulduğunu tam anlayamamıştı ancak biraz sonra jeton düştü, “Tılsım devri çoktan bitti.” dedi, “Elementlerin hükmü geçiyor artık, ne ara o devri kapattıklarını hiç sorma ben de tam bilmiyorum ama iyi olmuş, Dionlar epey yoruluyordu; artık yapmaları gereken tek şey yöneticilerin yönlendirmesi üzerine savaşçılara element seviyeleri atamak.”
   “Ama onların burada olma sebepleri tılsımlar değil miydi?” dedi Aminta kahkahaları ve gülüşmeleri bastırmaya çalışarak, “Yani, Tılsım Lisanı biliyorlar diye duymuştum, anlaşılan artık hiçbir vasıfları kalmamış, dediğin şeyi pekâlâ şu komik Bodurlar da yapabilir.”
   Ecrin aniden etrafta Bodur olup olmadığını kontrol etti, “Aklını mı kaçırdın?” dedi birkaçının onları duyamayacak kadar uzakta, çarpışıp yuvarlanmakta olduğunu görüp, “İçlerinden biri komik dediğini duysaydı saç baş girişirdi.” Aminta kahkaha attı. “Ayrıca, Dionlar’ın tek vasıfları Tılsım Lisanı değil, dengeleme ve kontrol yetenekleri de epey yüksek, seviyeler arası dengeyi kuran da onlar... Ani bir su basması, patlama ya da fırtınaya karşı.”
   “Bak! Kâküllü mavi! Tam sana göre!” diye biri laf attı, dönüp ikisi birden baktı, onlar bakınca lafları atan erkek utandı, arkadaşıyla birlikte hızla uzaklaştı.
   “Hödükler!” dedi Ecrin arkalarından.
   “Bence sevimliydiler.” dedi Aminta neşeyle.
   “Hoşuna mı gitti yani?” diye şaşırdı Ecrin, epey gergin gözüküyordu.
   “Biraz rahatlar mısın, yazık ediyorsun kendine, baksana vakitleri bomboş geçen o kadar çok kişi var ki burada, neden biraz gevşemiyorsun?”
   “Çünkü yığınla sorumluluğum var. Kendime vakit ayırıp düşünemiyorum bile. Bak, en ufak bir harita yenileme işin de bile beni istediler!”
   “Ama bu zamana kadar kimse işini aksattığın ya da boşladığın için sana kızmadı öyle değil mi? Kendi kendini yoruyor gibisin, söylemedi deme bu şekilde ne gerçekte kim olduğunu çözebilirsin ne de etrafta dönen gizemleri görebilirsin.”
   “Dediği şeyleri daha önce hiç yapmadım ki. Olur da cayarsam işime laf ederler diye korkuyorum biraz da. Burası benim yuvam, biterim kapıya koyulursam.”
   “Abartıyorsun.” dedi Aminta, Ecrin’deki gereksiz evhamın, gereksiz endişenin hiç de küçümsenemeyecek olduğunu görüp, “Sana çok yükleniyorlar, ses etmediğin sürece de yüklenmeye devam edeceklerdir. Artık sesini çıkar.”
   Ecrin durup Aminta’nın yüzüne baktı, ardından sarıldı, “Teşekkür ederim.” dedi, “Daha önce kendim için bir şeyler yapmam gerektiğini söyleyen pek az İnsan’la karşılaştım. Belvendor bunu sürekli yapar ama pek ciddiye almıyorum, haksızlık ediyorum biraz.” Etrafına baktı, beyazlar içindeki Dalboylar’ın, yanlarında Celdenler ile birlikte, yerlerde yuvarlanıp duran Bodurlar arasından geçerek, Dionlar’ın Yerleşkesi’ne doğru süzülmelerini, Kütüphane’den çıkıp gelen onlarca kitabın İnsanlar’la uğraşmalarını, uzun lafın kısası anın yaşayan varlığını, kutsal coşkusunu, geçen zamanın vurgularını izledi. “Biliyor musun...” dedi ardından biraz da kendiyle konuşur gibi, “Dediğini yapacağım...”
   “Saklanıp merakla izleyeceğim!” diye çocuk gibi sevindi Aminta. Ecrin biraz da abla sıcaklığı hissettiği Aminta’ya minnetle bakıp gülümsedi. Aminta, Kütüphane yakınlarında yanından uzaklaşıp kalabalığın coşku seline karışırken, Ecrin’in içini garip bir heyecan bastı; sanki bir şeylere karşı ilk kez karşı gelecek, ilk kez ona vaat edilen döngünün dışına çıkacak gibiydi. Şikâyetini dile getirdiğinde, Diyar’daki eğilimleri, zirveleri, dipleri gösterecek olan yeni bir harita üzerine çalışacak olan ekibin yüzlerinin alacağı hali merak ediyor, biraz da korkuyordu. Artık tamamıyla Kütüphane’nin içindeydi, arkasına dizilen kitapları eliyle kovalayıp iç çekti; buraya her geldiğinde peşine en az on kitap dizilirdi; element çalışan savaşçıların bile peşine bu kadar kitap takılmazken onun peşine takılıyor olmasının tek mantıklı açıklaması üzerine vazife edilmiş sorumlulukları olmalıydı. Bir gün dönüp de ardındaki bir kitabı açtığında pekâlâ Kurtboğan Temizleme Rehberi’yle karşılaşabilirdi! Kalabalık, kütüphanenin iç tarafına doğru gittikçe dağılmaya başlarken “Alazahir’in suçu ne ki?” dedi kendi kendine hayıflanıp, “Onu gerçekten seviyorsun, sana sen gibi muamele yapan sayılı İnsanlar’dan biri de o, sevdiğin birinin yanında mı edeceksin sitemini yani, hiç yakıştıramadım.” Biraz sonra da Aminta’nın haklı sözlerini hatırlayıp karşı düşünce geliştirdi, “Evet onu seviyorsun ancak artık ses etme vaktin, kimseyi kırmadan ufak bir dokundurma yapabilirsin, Alazahir davranışının nedenini tek başına üzerine alınmayacak kadar olgun biri, belki de sen böyle söyleyince Yöneticiler’le görüşüp, biraz olsun nefes almanı sağlayabilir...” Kütüphane ortasındaki genişçe masada oturanlara öncülük eden kısa, uzun beyaz sakallı, gözlüklü, hafif şişman adam, yok denecek kadar az saçlarını kaşıyarak, üzerindeki paçavraya benzeyen kahverengi ihramı çekiştiriyordu. Halinden de anlaşılacağı üzere gergindi çünkü daha önce Ecrin’le paylaşmış olduğu gibi, yeni bir harita için yeterli görüşe sahip olunmadığını düşünmekteydi… Alazahir oldukça haklıydı da bu konuda, nitekim etrafını çitlerle kapatıp kendi kendini idame ettiren Saray, kaçındığı, prosedür diliyle düzgün bir ordu yetiştirmeden asla içine girmeyeceğini söylediği şeytani toprakların pusulasını çıkarmak, detaylı haritasına çizmek için epey acizdi. Ecrin masaya oturup birkaç kaba çizerin selam vermek yerine elindeki evrakları uzatmasını istemesi üzerine suratını astı, Alazahir bunu fark eder etmez, “Hoş geldin Karen, günün nasıl gidiyor?” dedi anlayış gösterip.
   Masadaki diğer adamların bu hal hatır muhabbetine hiç mi hiç kulak asmadıklarını görünce Ecrin doğru zamanın bu olduğunu düşünüp etti lafını, “Sabahım, bana selam vermeyi bile gereksiz bulan çizerlerin yeni bir harita çizmesiyle ne alakam olduğunu düşünmekle geçti,” Birden masadaki tüm yüzler şaşkınlık içinde Ecrin’e döndü, Ecrin bu ilk cümlesini üstüne alınma ihtimali olmasın diye Alazahir’e bakmaksızın, diğer adamların üzerinde göz gezdirerek etmişti, “Elimden kabaca alınan evrakları, içinizden biri de pek tabii gidip efendimiz Oktar’ın yardımcısından alabilirdi diye düşünmeden edemedim.” diyerek lafını bitirip, gözlerini Alazahir’de sabitledi. Adamlar hareketsiz bir biçimde biraz hadsizlik yaptığını düşünüp biraz da utana sıkıla baktılar yüzüne.
   “Haklısın, sen bizim vazgeçilmezimizsin ve bazen seni gereğinden çok daha fazla yoruyoruz.” diye toparladı Alazahir, Ecrin alınmaması için yalvarır gibi yüzüne baktığında, kafasıyla onaylayıp alınmadığını dile getirmiş oldu, “Şimdi gidip dinlenebilirsin. Bugün kendine vakit ayır, yapman gereken diğer işlerin geçici olarak başkasına verilmesi konusunda Oktar’la konuşacağım.”
   “Ben, aslında-”
   “Yorgunsun,” dedi Alazahir, “ve eminim buradaki çizerler de özrünü kabul edecektir. Yaptığın saygısızlığından değil, vazifelerini kusursuz bir biçimde yerine getirirken ufak bir hal hatıra olan ihtiyaçtan kaynaklıydı. Gidebilirsin.”
   Ecrin daha fazla masada kalmadı, özür diler gibi kafasını eğip az biraz pişman, az biraz da rahatlamış olarak arkasını dönüp Geçit Dairesi’ne ilerledi. Alazahir de olmasaydı feci şekilde yanlış anlaşılabilir, hatta ceza alabilirdi ama onun sayesinde hem gününü boşa çıkarmış hem de etraflarında pervane gibi dönmesini bekleyen masadaki çizerlere gereken dersi vermişti. Peşine yeniden takılan kitaplara dönüp kovalamak üzere elini havaya kaldırmıştı ki duraksadı; kitabın birinin üzerinde yazan yazıyı görüp şaşırdı, “Saray Tarihi: Yöneticiler ve Gizemler.” Ardından ikinci bir kitabın üzerinde yazanı okudu, “Katliamlar: Saray’dan Diyar’a Doğru...” Afallamış vaziyette kitaplarla bir süre bakıştı, Katliamlar’la ya da Saray’ın Tarihi’yle ne ilgisi olabilirdi ki?! Diğer kitaplara da bakmak istedi ancak bu kadar kitabı okuması imkânsızdı, kitap almak için Kütüphane’ye uğrayanların sıklıkla yaptığı gibi ellerini iki yana açıp yavaşça kafasının üzerinde birleştirdi; bu hareket ona her zaman komik gelirdi. Kitaplar etrafında fır dönüp bir süre asılı kaldı; onu daha iyi incelemek için yakınlaşıyor, yapraklarını açıp kapayarak enerji alışverişi yapıyorlardı. Durduklarında Ecrin havada birleştirdiği ellerini üç kere çırptı; bu en fazla üç kitap almayı düşündüğünü dile getiren bir işaretti. Ondan fazla kitap vardı, birçoğu böyle olunca isyana gelip kızar gibi açılıp kapanmaya başladı ama nihayetinde bu kitaplarda okuma önceliğinin daha güçlü olması gerektiği üç kitap dışında ötekiler uzaklaşıp raflarına döndü. Merakla kalan kitaplara baktı, az önce okumuş olduğu iki kitap da duruyordu?! Üçüncüsünün üzerinde ise, “Yolculuklar Üzerine...” yazıyordu. Epey meraklanmıştı, sağ elini havaya kaldırıp üç kere gel işareti yaptı. Üç kitapta oldukça durağan bir biçimde süzülüp kollarının arasında yer etti, “Ne yani boş gününü kitap okuyarak mı geçireceksin?!” diye gülerek yanına vardı Aminta, doğrusu Ecrin’e yanına gelişi epey uzun sürmüş gibi gelmişti, ne de olsa az önce masada yaptığı şeyden sonra deli gibi akıp geçen zaman normal seyrine dönmüştü sanki. “Yüzlerindeki ifadeyi gördün mü?! Nasıl da şok oldular!” diyerek kahkaha patlattı Aminta, anlaşılan epey eğlenmişti.
   “Bu kitapları sonra da okuyabilirim.” diye güldü Ecrin, “Eminim Alazahir teslim süresi için bana ayrıcalık tanıyacaktır. Bu arada çok teşekkür ederim, beni kendime getirdiğin için, bugün sendeyim, istediğin yere gidebiliriz.”
   “Harika! Madem öyle şu Dion Yerleşkesi’ne uğrayalım önce, merak ediyorum hiç gitmedim daha. Sonra Bahçe’ye inip birkaç oğlanla takılırız, zaten o vakitten sonra da akşam oluverir.” diyerek keyiflendi Aminta, “Şu savaşçıları da merak etmiyor değilim, birkaçıyla tanıştırırsın.”
   “Pekâlâ, nasıl istersen.” diye gülümsedi Ecrin, “Ben de kafa dağıtmış olurum.”
   “O halde eğleniyor muyuz?”
   “Eğlenelim.” Gülüştüler. Kalabalıkta coşkuya katılıp yürümeye başladılar. Birkaç dakikaya kalmadan katın öbür yarısına geçip Dion Yerleşkesi’nin asırlık sütunlarını, meşhur kutsal çadırını, mavi-mor-siyah Dionlar’ının işlerine olan aşklarını seyre daldıkları sırada, Ecrin bir kez daha yöneticilerden Dalay Fama’yla karşılaşmış, iki hafta öncekine tamamen tutarlı bir gülümsemeyle oradan uzaklaşıp Aminta’yla Bahçe’ye doğru yol almıştı. Emir dışında tanıdığı birkaç savaşçıyla Aminta’yı tanıştırmış, yine söz verdiği gibi uzun süre sohbet edip takılmıştı. Sohbetler suyunu çekmeye başladığı sırada akşama çok az vardı. Aminta kendini kaptırmış hararet içinde sohbete dalmışken, Ecrin’in canı oldukça sıkılmaya başlamıştı; odasına gitmelerini söylediği gizemli kitapları okuyabilmek için sabırsızlanıyor ve malum dostunun uyanıp uyanmadığı konusunda fikir yürütürken beyhude bir umutla doluyordu… Oktar’ın gür sesini duyduğu an, içinde bulunduğu sohbet grubunun giderek monotonlaşan ses tonlarından koptuğu ana denk geldi. Başını merakla çevirdiğinde her zamanki gibi turuncu sakalı yüzünün iki yanından topluydu. Yanında kirli sakallı, minyon tipli ancak oldukça sert görünüşlü bir adam vardı; yanılmıyorsa Hanedanlık Temsilcileri’nden biriydi, Kılıç Ustası dedikleri olabilirdi, daha önce de ziyaret etmişti, bu ilk değildi. Her ne kadar bir ilk olmasa da Ecrin için sanki bu yeni bir şeydi, artık göze gelen bir şey… Yeniden önüne döndüğünde, Aminta ve diğerlerinin onu çoktan grup dışı ettiklerini sezinledi, ara ara dönüp yüzüne bakmaları bile sonlanmıştı. Hareketlendi, aynı zamanda da içinde bir şeyler yer değiştirdi sanki. Şu çizer fırçalama operasyonundan sonra başına buyrukluğa doymamıştı anlaşılan… Önündeki iki adam Saray’ın kuzey tarafına doğru, bahçeyi boydan boya geçip gözden ansız bir biçimde kaybolurken önce ışınlandıklarını sandı, ilerleyip etrafı dört gözle taradığında bunun yalnız başına kalma niyetinden kaynaklı olduğunu anladı. Cesaret bu ya, yakınlaştı. Her ne konuşuyorduysalar ve konuşacaklarsa kesinlikle mühim bir mevzu olmalıydı…
   “İyi mi burası?” diye sordu kirli sakallı adam sıkılgan bir ses tonuyla.
   “Hayır Zakari, daha çok uzaklaşmalıyız, oyun değil bu!” diye cevapladı Oktar oldukça net, otoriter bir tavırla. Onlar daha da konuşmadan Alaycı Köprü’ye yöneldiklerinde, Ecrin vazgeçmek isteyip arkasını döndü; ne var ki aklı kalmıştı bir kere, takibi sürdürdü… Gece, hastalıklı kollarıyla günü kavrarken biraz da ürkmüştü… Oktar aniden, “Konumuzun ne olduğunu anladığını varsayıyorum.” diyerek sırtındaki kabzası uzun, işlemeli kını olan, gözden gizli kılıcı çıkartıverdi. Zakari, korktuğu başına gelmiş gibi durduğu yerde titredi. “Birileri onu istiyor. Bunu hissedebiliyorum; etrafta bunca karanlık teşekkül ederken bazı özlerin gün yüzüne çıkması kaçınılmazdı zaten; biri Zümrüt Krallık Saltanatı’nı çok iyi idare ediyor ve kılıcı istiyor, kılıcın yapabildiklerinden haberdar…”
   “Tüm bunları da nereden çıkartıyorsun Bilge Oktar?” dedi Zakari inanmak istemeyerek, “Karanlık bazı zaman başlı başına bir savaştır, bir medara ihtiyaç duymaz… Kendi içinde gelişir ve kendini gerçekler; elli altı yıl… Unuttun mu?”
   “Unutmadım elbette ama atladığın bir şey var; savaş, bir ustanın elinde sanata dönüşebilir… Savaşın türlü türevi vardır. İçinde bulunduğumuz soğuk-sıcak savaşlar oldukça iyi bir denklem üzerine kurulmuşlar, fark etmiş olmalısın, Bilgeler çoktandır bunun farkında. Denklemi sağlayan karanlık ancak onu gerçekten iyi yapan şey bir usta… Kılıcı bilen bir usta…”
   “Ben Bilge değilim, aklımı da böyle şeylerle hüzne boğamam; bir ailem var, eğer beynimi düşünceler esir alırsa, esaretin bedeli büyük olur benim için.”
   “Seni buraya çağırış nedenim yeni bir kontrol değil Zakari… Bu sefer senden bildiğini yahut bilebileceğini umduğum bir ilim istiyorum: Velmagnor neye gelir? Ona ne tür saklama büyüleri yapılabilir?”
   “Tanrı aşkına Oktar!” diye patladı Zakari, “Velmagnor’dan bahsediyoruz! Üzgünüm ve yardım edemem, Velmagnor doyumsuzdur…” Ecrin, Oktar’ın hiddetlenmesini ve Zakari’nin kaçarcasına ışınlanmasını bir arada gördü. O anda Zakari gibi aniden kaybolmak için nelerini vermezdi ki; eğer Oktar bu hiddetle onu görürse mevzu Yüksel Kurul’a kadar giderdi!.. Korkusu yersizdi nitekim Oktar tam da saklandığı ağacın önünden geçip giderken, kendini bile zor görüyor gibiydi… Baş Yönetici’yi ardından izlerken aklında birkaç şey cereyan etti: Belki de bu yüzden kılıçlar yasaktı?.. Eğer öyleyse bu kılıç ne kılıcıydı ki?..

Lütfedilmiş ( GDS )Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin