Gün her zamanki gibi geceye ışığını zerk ederken, hiçbir zaman olmadığı gibi ahesteydi… Rüzgâr bu ağırlaşmış oyuna katılarak, Elysion Bahçeleri’nde peyderpey gezindi… Diyar’ın bu seferki ereği neydi bilinmez, bir lahza uzam zamanı teksif etti… “Varta!” diye nida atarak bahçeye çıktı Alp, nidasını bir zamanlar Pars’a “Yaşa!” diye bağırırkenki gibi uzatmış, biraz da alaylamıştı… Hali hazırda gümbürdeyerek çalan çanlar içinde sesini öyle yüksek çıkarmıştı ki herkes dışarı döküldü. Birbirlerine bir şey anlatmaya zamanları yoktu, Barlas’ın gözleri parladı, Alp’in Almis’in lanetini kırmak için yaptığı şeyin küçük bir versiyonunu yaptı; etrafta ışıklar çaktı, birbirlerinden alışveriş yaparak anıları çokladılar; Barlas, Ecrin, Alp, Aetos, Akel, Dora, artık hepsi tüm katlar hakkında fikir sahibiydi!.. Başları döner gibi olsa da elbette bu kısa süreli anı çoklama işi zorlarına gitmemişti. Alp hayranlıkla Barlas’a bakarken, gözlerini parlatıp göğe doğru fişek çaktı; gökte patlayıp Zümrüdü Anka’nın şeklini alan eflatun fişek kesinlikle Diyar’ın dört bucağından görülebilirdi…
“N’aptığını sanıyorsun çocuk!” diye bağırarak dışarı çıktı Ayızıt.
“Çağrı yapıyorum!” diye cevapladı Alp, “Gelip alsınlar hazinenizi!”
“Siz-?” diye kalakaldı Kübay.
“Her şey senin başından çıkıyor değil mi Hiero!” dedi tiksinir gibi Sanaga.
“Diyar Hükümdarı’nızla doğru konuşun!” diye tersledi Ecrin.
“Diyar Hükümdarı mı?” diye kahkaha attı Ayızıt.
“Biz o unvanı kaldıralı çok oldu!” diye köpürdü Kübay.
“Sizi had bilmez mahlûklar! Bilgeler’i bir şey mi sandınız?” diyerek üzerlerine yürüdü Sanaga. Odana Soyu olduğu gibi Sanaga’nın önüne geçti.
“Asıl had bilmesi gereken sizsiniz, sizdiniz!” diye bağırdı Alp, “Unvanlar verilir! Hak edene, hak edenlerce!
“Burada neler oluyor?” diye çıkageldi Ateş ve Toprak, sadece onlar da değildi gelen, Oyuklu Köy’den ağalar ve hanımlar akın etmeye başlamıştı.
“Prens’iniz nerede?” diye sordu Barlas.
“Pirimiz burada değiller.” dedi Toprak soğuk bir tavırla.
“Siz neredeydiniz?” diye sordu Barlas.
“Biz hep buralardaydık.” dedi Ateş karşılık verip.
“Hayır değildiniz!” diye karşı çıktı Ecrin, “Oyuklu Köy’de de görmedik sizi.”
“Herkese bir açıklama borçlusun Barlas.” dedi kalabalık arasından Helio’nun sesi, anaç ve saygılı bir tavrı vardı.
“Almis bana Ejderha Prens’in adını vermişti!” dedi Barlas, “Musibetlerin kaynağı erdemini yerlere göklere sığdıramadığınız Prens’miş!”
“Lanet acuze!” diye kükredi Ayızıt, “Öyle azgındı ki! Kafayı Prens’e taktığını anlamıştık! Lusbaren’in koyduğu posta yetmemiş demek!”
“Ağzınızı bozmayın efendim.” dedi Catharina, “Değmez bunlara.”
“Ben senin ağzını bir bozarım şimdi!” diye atıldı Ecrin, Akel ve Dora önüne geçti. “Hesap vereceksiniz! Hemen şimdi! Annem için, bizim için, ikizleriniz için, Migan için, Rüyacılar? Hepsi için!”
Kız Kardeşler, Ecrin’in nasıl da bu kadar çok şey bildiğine ve köpürdüğüne şaşkın vaziyette baktı, Ecrin’in gözlerinde herkesin net bir şekilde görebildiği bir ateş peydahlanmıştı ve bu orada bulunan herkesi tedirgin etti, ne de olsa Mum’dan yükselen şeytandı kendisi! “Herkesin, her zaman hataları olabilir…” dedi Ayızıt birden, diğerleri Ayızıt’ın bu ılımlı tavrına şoke oldu, “Hatalar-”
“Hata değil bunlar!” diye kesti Ecrin, “Ucuzluk! Basitlik! Aşağılılık! Tüm çirkin kelimeleri koyun yerine ama hatayı değil!”
“Bana bak küçüğüm.” dedi Sanaga, “Belli ki kanın fazla deli ama yirmi iki yıllık taze varlığınla karşımıza geçip de bize hesap sormaya kalkma!”
“Keşke akıl yaşta olsaydı.” diye alayladı Alp, “Hem ne diye yaşıyorsunuz ki hâlâ? Ne tür karabüyüler kattınız da kanınıza had bilmez, iz bilmez, erdem bilmez yaşamlarınızı uzattıkça uzatıyorsunuz ha?”
“Çok oldunuz siz ama!” diye söylendi Kübay, “Gidin! Gelmeyin bir daha!”
“Bu Saray’ı başınıza yıkarım…” diye tısladı Barlas, herkesin bir anda kanı dondu, “Ejderha Prens gelmeden, şuradan şuraya gidecek değiliz! Çok mu istiyorsunuz, çağırın gelsin! Hesabımızı keselim, herkes muradına ersin!”
“Çağıracağız!” dedi Ayızıt, “Geldiğinizden beri yaptığımız bu zaten!”
“Neden?” diye alay etti Alp.
“Çünkü sizin gibi gözü dönmüşlerle, Prens gibi hürmetliler başa çıkabilir.”
Odana Köyü’nün köylüsü, Barlas’a ayıplar bakışlar atmaya başlamıştı, böyle muamelelerle hâlâ daha karşılaşabildikleri için deli oluyorlardı. Kız Kardeşler Saray’a döndüler, giderlerken hararetli bir sohbete girişmişlerdi. Ejderhalar’ın sınırlara doğru uçmasının nedeni dışarıdan da buraya birilerinin gelme isteği olmalıydı. Fısıltılar, konuşmalar, tartışmalar boy göstermişti, uyku sever Ejderler bile merak içinde ortalıkta gezinmekteydi, sakil gözüken sabah bir anda karışıvermişti, “İşler çığırından çıkarsa desteklemeye geleceklerdir.” dedi Barlas dışarıyı kastederek. Gerçekten de burada azıcık kalınca dışarısı oluyordu orası.
“Kim gelecek ki?” dedi Akel omuz silkip, “Aldrid yok, Oktar yok, Peter yok ve ahalilerin yönlendirilmeye ihtiyaçları var.”
“Zaten Ejderhalar buna engel olurdu.” dedi Alp, “Şu anda buraya gelebilecek olan, gelmesi gereken ve gelecek olan tek bir kişi var…”
“Ejderha Prens.” dedi Ecrin, Barlas’a baktı, “Sen hazır mısın?”
“Nasıl yani?” dedi Barlas hazırlıksız yakalanmış gibi.
“İyi misin işte yani, onu sordum.” dedi Ecrin, Barlas Ecrin’e o anda deli gibi sarılmak, dudaklarını emercesine öpmek istedi, yeltendi de. Ecrin, “Sonra.” diye geri çekilince vazgeçmek zorunda kaldı.
“Burada, gün içinde ne tarz şeyler döneceği hakkında fikir yürütemiyorum.” dedi Akel, “Aklım ilk kez almıyor… Genelde neler döneceği hakkında hep fikir sahibi olurum.”
“Orasını biliyoruz.” dedi Dora, sersemliğini daha yeni atabilmişti üzerinden.
“Bence korunaklı bir yere geçelim.” dedi Aetos, “Etrafımızı büyüyle saralım, gardımızı alalım, ben de fikir yürütemiyorum.”
“Bunu siz yapın.” dedi Barlas, “Biz Ecrin ve Alp’le az daha kolaçan edeceğiz etrafı, siz de bir yeri mesken tutup bizi aranıza almak için hazırlanın.” Barlas, Ecrin ve Alp’e baktı, kafa salladılar. Diğerlerine baktı, onlar da onayladılar ve dağıldılar… “Altıncı Kat’a bir kez daha çıkmak isteyebilirsin?” dedi Barlas, Alp’e.
“Kesinlikle.” dedi Alp, “Çıkalım.”
“Eğer en ufak bir temasta bulunacak olurlarsa beni tutmayın.” dedi Ecrin.
Saray’a doğru yürüdüler. Saray Kapıları’nın üzerlerine kapanmakta olduğunu görünce güldüler, Barlas elinin tersiyle koskoca kapıları ortadan ikiye ayırıp yıktığında her yer sarsıldı. Bahçedeki kalabalığın yüreği ağzına geldi. “Ne gerek vardı ki şimdi buna?” dedi Barlas, yıkılmış kapıların ardından onlara bakan Delia’ya; Delia bir şey diyemeden korkuyla omuz silkti. Kalabalık; ne yapması gerektiğini, nereye gideceğini şaşırmıştı, Ejderhalar bu sarsıntıdan hoşlanmamış gibi hızla o tarafa doğru uçup Barlas’ın önüne geçti. İkiye ayrılan kapılarda toza bulanmış olan Odana Soyu’nun etrafa yardım diler gibi bakışlar atıyor oluşu da Ejderhalar’ı oraya çekmişti. Barlas, Alp ve Ecrin gibi duraksadı, sanki telepati kurarmış gibi Ejderhalar’ın gözünün içine baktı, sadece baktı… Bakışları yetmişti, Ejderhalar ona selam edip havalanarak bir bir gittiklerinde Odana Soyu çaresizce gelmekte olanların önünü açtı. Barlas’ın, Alp’in ve Ecrin’in Elysion’a doğru bu seferki yürüyüşleri, bir hayli efsaneviydi… Duruşları, bakışları, geçmiş oldukları tüm o yolları yama ettikleri kılıfları… Dış merdivenleri bir bir çıktılar, toza bulanmış olan ihtişam içinden geçerek iç merdivenlere vardılar. Onlar adım attıkça iç merdivenlerin her bir basamağı dumura uğradı… Altıncı Kat’a çıkarlarken Ecrin bir anda Barlas’ın dudaklarına yapıştı ve delice öpüştüler, Alp bu süre zarfında bir çift bakışını önünden almadan keskin adımlarını sürdürdü… Üç çocuk sahibi olup üç çocuk büyütecek olan bir çift için yakışık olan öpüşme sona erdiğinde tırmanışları hızlandı. Altıncı Kat’ın yoğun büyüleri, Barlas’la teması gerektirmeyecek bir biçimde Ecrin’i de Alp’i de etkilemedi. Alp’in direkt dördüncü odaya gitmesi sorun teşkil etmedi, direkt kaynayan yazıların yer aldığı orta duvara dokunması sorun teşkil ediyor muydu onu da onlar bilemezdi. Alp duvara dokunur dokunmaz, baştan aşağı titredi, ardından Barlas’tan aldığı sol gözünün içinde bir şeyler teşekkül etti, derken saniyenin dörtte biri kadar görebildiği bir sima belirdi; Alp, ne kadar az da olsa simasını görebildiği Gaia’ya, düşünceleri yoluyla bir şeyler iletmek istedi ancak buna gücü yoktu, sadece susmakla yetindi… Zamanı geldiğinde elbet yine karşılaşacaklardı… Ant içmişti. Sağ tarafa ancak orada yazılı olan yazıları tek seferde hızla okuyabilecek kadar kısa süre bir bakış atmış ardından umurunda değilmiş gibi odadan çıkmıştı. Ecrin bir süre, sol taraftaki soy ağacına baktı, Barlas ve kendisinin yer aldığı yerden çıkan üç çıkıntının neredeyse içine girecekti… Barlas, onu omzundan kavrayıp geri çekti, çekerken de Ecrin’in az da olsa hâlâ daha ona tavırlı olduğunu fark etti. Üzülerek Ecrin’in elinden kavradı, Ecrin karşılık verdiğinde sıkı sıkıya el ele tutuşarak Altıncı Kat’ın holüne çıktılar, Alp’in hangi odaya girdiğini anlamaya çalışırken sesler duyup ilk odaya yürüdüler.
Ardiye olan ilk odaya girdiklerinde Alp’in deli gibi etrafı karıştırdığını gördüler, “Buranın altına üstüne getirme gereği duymaman tuhaf!” dedi Alp hırs içinde Barlas’a doğru, “Son zamanlarda Alanguva ve dengesine karşı iyimser olman da cabası; ne o, bir şey var da medet umacak başka şey mi bulamadın?”
“Ne saçmalıyorsun yine?” dedi Barlas sıkılarak, Ecrin elini bırakmış, Alp gibi etrafı karıştırmaya başlamıştı.
“Boş versene,” dedi Alp bir şey bulur gibi olup sesini yumuşatarak, “zaten şimdiye dek hep saçmalamıştım değil mi?!” Elinde tuttuğu parşömen kâğıtlarını sesli okumaya başladı, “Siria; diğer deyişleriyle Salagay, Hagnes, Hiero, Ridsa, Tisiphone ve Zendra… Ne yazık! İdam edilmeliymiş!” Barlas kaşlarını çatıp Alp’in aldığı yere koymaya yeltendiği parşömen kâğıtlarını kaptı ve kendi inceledi. Gerçekten de Siria’nın diğer unvanları vardı, bu unvanlardan herhangi birine denk gelinecek olursa söylenmesi gerektiği çünkü Siria’nın çoğunluğun iyiliği için idam edilmesi gerektiği yazıyordu…
“Maral’a ‘Hiero’ ismini verdiği için ciddi kızmışlar bu yüzden…” dedi Ecrin bu sefer, onun elinde de mektup parçası vardı, Alp hiç oralı olmadı ama Barlas sanki ortalıkçıymış gibi bu defa Ecrin’in elindekileri kapıp okudu. Mektubun kim tarafından yazıldığına ya da kime gönderildiğine dair bir ibare yoktu, Maral’ın Kız Kardeşler’den gizli olarak ikizlerinden birine ‘Hiero’ ismini verdiği ve bu yüzden de Kız Kardeşler tarafından ciddi şiddete maruz kaldığını, Teoman’ın son anda yetişip onu kurtardığını yazıyordu mektup… Er ya da hatun kişiye isim vermenin, sıfatlandırmaktan farksız olduğu… Barlas bir süre daha Alp ve Ecrin arasında gidip geldi, Alp, “Ejderha Prens’ten kıymetli Siria’ya…” başlıklı notu, Ecrin’se Prens’in bal tarifinin yazılı olduğu ve bal küplerinin bulunduğu bir sandığı bulmuştu.
Barlas en sonunda, Alp’in “Boş çerçevelerin sırrı Kız Kardeşler’in rüya görememesi olsa gerek!” diyerek eline geçirdiği çerçeveleri bir bir kırması akabinde kendi bir şeyler aranmak istedi. Bulabildiği ve Alp ile Ecrin’e bundan bahsetmediği tek ve en garip şey bir keşkeydi… “Keşke, çirkin olduğu için, güçlü olan yanıma kıymasaydım…” yazıyordu… Barlas bu keşkenin, kaybetmiş olduğu Dilekeş Ağacı notu olduğunu o an anladı; Hermes Hernandes’in notu… “Gidelim, daha da malzeme çıkmaz buradan!” dedi Alp, “Bakalım şu adına bir oda ayrılmış olan kitapta neler var…”
İkinci odanın akışkan lambrileri arasına sızdıklarında, kitabın başında bir adam olduğunu gördüler, ağalardan biriydi belli ki. Onlara hışımla bakıyordu, “Bu kitaba dokunmak için cesedimi çiğnemeniz gerek küfürbazlar!” diye tısladı Adam, hırçındı ve belli ki kitabı onlardan sakınmak için Kız Kardeşler’in görev vermesi gerekmemişti.
“N’aptığını sanıyorsun sen efendi?” diye alayla güldü Alp, “Bize nasıl engel olmayı düşünüyorsun? Çekil önümüzden, alt tarafı bir kitap!”
“İçinde ne olduğunu biliyor olmasanız hiç varır mıydınız buraya?” diye hırçınlaştı Adam, “Beni öldürmeniz gerekecek!” dedi, üçlü iyiden iyiye huylanıp birbirlerine baktı, “Hatta parçalara ayırmanız!” diye ekledi adam ve el çabukluğuyla kitabı açarak bir sayfasını yırttı, Alp ve Barlas ne oluyor demeye kalmadan adam yırttığı parçayı eliyle buruşturup ağzına tıkmıştı! Ne yani okunmaması için yutacak mıydı? Adam’a doğru davrandılar ama onlar Adam’ı zorlarken Adam’ın yutmuş olacağı da ortadaydı! Etrafta bir ışık patladı, Ecrin anı yavaşlatmıştı… Bu sefer gözleri acımıyordu ve bunu epey kontrollü yapıyordu. İşte, kâğıt henüz bütünlüğü bozulmamış vaziyette Adam’ın çarpık dişleri arasındaydı. Alp bir büyü sallamış, Barlas da Adam’ı göz hapsine almıştı. Yürüdü, önce Adam’ın ağzını iki elini kullanarak bir güzel ayırdı, elleri bunu yaparken karıncalandı ama umurunda olmadı, başparmağını, işaret parmağını ve orta parmağını Adam’ın ağzına sokup tükürükle ıslanan kâğıdı bir güzel aldı, kâğıdı yırtılmasın diye özenle açtı, düzleştirmeye çalıştı, derken yaptığı büyüyü sonlandırdı. Alp’in salladığı büyü Adam’a çarpar çarpmaz Adam olduğu yere düşüp kaldı; bayılmıştı.
“Yuttu mu?” diye atıldı Alp öfkeyle.
“Yutacaktı…” dedi Ecrin, Barlas ve Alp döndü, Ecrin’in elinde kitaptan yırtılmış olan kâğıt duruyordu? “Yavaşlattım…” diye açıkladı Ecrin, “Ağzından aldım.”
Barlas yüzünü ekşiterek yaklaştı, Ecrin’in açtığı kâğıt hayli okunaklıydı. Kâğıdın başlığında yazan yazıyı görünce hepsi iştahla baktı, “Kaçırılmış Kehanetler.” Hiç konuşmadan, dışarıda yükselen sesleri duymazmış gibi bir bir okudular Kaçırılmış Kehanetler’i… Konuşmaya da gerek yoktu, çünkü yazı üzerinde her şey ulu orta açık duruyordu…
“(29*338): Kayıplara karışacak Saray’ın kirli oyunları, bilip de söyleyecek olan kaçak kayıplarda yaşayacak; geriye bir tek defteri kalacak. / (30*344): Kaybolan ki bulunmalı kayıp diyarlarda, yoksa karanlık olan geçecek Saray’ın Han başına. / (33*362): Soy Ağaçları’nın en hasından en fuzulisine, karış karış karışıklık getirecek geleceğe. Doğacak doğasına isyan edecek olan, haber edecek vaktince. / (35*374): Çalınmaya başladı Duvar’ın yaldızlı yazıları, önlemler alınmalı; karanlık yüreklere bırakılmamalı… Duvar ki sual eder durur geleceğe, gelecek ondan alınmamalı… Hırsızlık devam edecek olursa, yazıların yaşantısı geçmez 440’ı… / (36*380): Işık doğacaktır Saray’a on yıl sonra, umut olacaktır ışık getiren çok geçmeden, karanlık sanılan ölüm getirecektir ona gözleri ilen, o vakit korkun asrın özelinden… / (37*386): Ejderha Prens çalmıştır kehanetleri, asrın özeli bulacaktır Prens’i, alacaktır Duvar’ın intikamını, verecektir ölümcül laneti… / (39*398): Ulu Dişi’nin çadırında iki kişi; biri hürmetli, diğeri kinli… Hürmeti elinde tutan asrın özeli, kinli olan düşmanın sağ eli… / (40*404): Ateş kime itaat edecek olursa, o meydan okuyacaktır toprağa. / (42*416): Asil Soy’un tarafsız vekilleri, yalanlar ki kavuracak bendinizi, sırlar ki alacak kalplerinizi, bulacak gölgelerinizi malum kişi, koparacak ruhlarınızdan kaçırılan kehanetleri.”
Barlas’ın gözleri aniden ışımaya başladı, etrafta cisimsiz çığlıklar çınladı, Elysion Sarayı’nın tüm katları çığlıklarca sarıldı, bu kadim çığlıklara, dışarıdan gelen başka çığlıklar eşlik etti. İşte! Şimdi her şey yazı üzerinde kesin ve tabiydi! Hızla katın holüne çıkıp, bahçeye inmeye yeltendiklerinde aniden peydahlanan dokunaçlar üçünü de yakaladı, delicesine sıkmaya başladı. Barlas, arkasını dönüp Kız Kardeşler’in zümrüt yeşili, korkunç, garip yaratıklara döndüğünü görüp ürperdi; hepsi birer il’un gibiydi… Somut bir şekilde, Almis Leksiveyan’ın esin kaynaklarından biri hemen diplerindeydi!.. Barlas bu sefer Kaçırılmış Kehanetler’in yazılı olduğu kâğıda döndü, kâğıttaki yazıların altın ışıklar saçarak yokluğa karıştığını görünce, “Delilleri yok ediyorlar!” diye bağırdı.
“Hayır Barlas!” diye can havliyle atıldı Alp, “Kaçırılmış Kehanetler ait oldukları yere döndü; Kehanet Duvarı’na… Artık herkes için kanıt var…”
“Üstelik neye döndüklerini görmüyor musunuz!” diye tiksindi Ecrin, “Bu katıksız çirkinlikleri herkes için kanıt olacaktır! Durmayın, bir şeyler yapın, bahçeye çıkalım ki tüm ahali görsün gerçek yüzlerini!”
“Dokunaçlar üzerine düşünmemiş değildim…” diye kan donduran bir fısıltı çıktı Alp’in ağzından, “Şanslarına küssünler…”
Alp’in gözleri parladı, Barlas hemen her ne yapacaksa desteklemek üzere kardeşliğini konuşturdu, Alp’in gözlerinden açığa çıkan bumerang biçimli gri büyüler, Barlas’ın desteğiyle ay gibi parlayarak dokunaçlara çakıldı. Kız Kardeşler çok büyük bir acı çekiyormuş gibi inleyip onları sarmayı kestiklerinde, ortalığı sarmış olan lanet dokunaçların donmaya başladığını ve buz tuttuğunu gördüler. Ecrin, şeytani bir tebessüm eşliğinde, dokunaçların buz kütlelerine dönüşmesini izledi, tuhaftır, yalnızca ay ışığıyla efsunlanan teni, Barlas’ın açığa çıkardığı parlaklıkla efsunlanmıştı… “Bana bırakın.” dedi Ecrin, Alp’in hem ona hem Barlas’a büyük bir şokla baktığını fark edip. Barlas kafasıyla onayladı. Birkaç dakikadır aldığı darbelerle iyiden iyiye yıpranmış olan zemin, dokunaçlar buz kütleleri halinde yere düştüğünde çatırdadı ve kırıldı. Üçlü birbirine tutundu, zemindeki beton yığınıyla birlikte bir kat aşağı düştüklerinde, dışarıdan gelen çığlıklar yükseldi! “Dışarı çıkın! Saray yıkılıyor!” diye bağırışlar nüksetti. Onların bir kat yukarıdan tüm ağırlıklarıyla düşmesine dayanamayan beşinci kat zemini de parçalandı ve dördüncü kata düştüler bu sefer. Her tarafları toz toprak olmuştu, moloz yığınları arasında doğruldular. Onlarla birlikte Kız Kardeşler de doğruldu, hareket edemiyorlardı çünkü kol olarak kullandıkları dokunaçlar tamamıyla buzdu artık! Ecrin, Barlas’a ve Alp’e bakıp kafasını salladı ve gözlerini parlattı, gözleri parlama transına girdiğinde tenindeki tüm efsun yapacağı büyüde toplandı, derken Ecrin’in iki gözünden de şeffaf, dalga dalga bir büyü yayıldı. Büyü dokunaçları bulduğunda dokunaçlar tuz bulup olup dağıldı ve Elysion şimdiye dek hiç işitmediği inlemelerle dolup taştı; Kız Kardeşler kolları, bacakları kırılmış gibi acı içinde kükrüyor, Zümrüdü Anka’dan daha fazla nefretle inliyorlardı!..
“Dışarı!” diye bağırdı Barlas ve Ecrin’le Alp’i tuttuğu gibi dördüncü katın taraçasına koştu. Taraçanın korkuluklarından kendini dışarı atıp, kalabalığın arasına çakılıp kalmadan hemen önce bir büyü yapıp yavaşça düşmelerini sağladı. “Herkes gardını alsın!” diye kükredi, bahçedekiler hali hazırda sarayın içinden gelen ürpertici seslerden donup kalmışken, baştan aşağı korkuyla dolup beklediler… Akel, Dora ve Aetos koşup, Barlas, Ecrin ve Alp’in safına katıldı.
“Orada efendim!” diye bağırdı Aetos, Barlas’a çardakların olduğu bölgede oluşturdukları güvenli alanı gösteriyordu. “İşler çığırından çıkarsa bizimle gelin!”
Barlas kafa salladı. Kız Kardeşler hariç Odana Soyu’ndan herkes dışarıdaydı, hatta Siyam İkizleri bile ve Oyuklu Köy Sakinleri İkizler’i bahçede gördükleri için tutuklu kalmışlardı, Siyam ikizleri, henüz çıkabildikleri dış dünyaya hayranlıkla bakarken, az önce üçlünün atladığı taraçadan üç melun yaratık yükseldi… Ayızıt, Kübay ve Sanaga, gözleri kanlanmış, tenleri pörsümüş, tırnakları uzamış vaziyette, zümrüt yeşili auralarıyla aralarına doğru iniyordu! Kalabalık dehşete kapıldığı gibi buna şaşırdı da, “İşte! Görün Kardeşler’inizi!” diye tükürür gibi kalabalığa baktı Ecrin, “Onların gerçek yüzü bu işte! Tıpkı Ejderha Prens gibi!”
Kalabalıkta bir curcunadır başladı, bayılanlar, felçli kalanlar, titreyenler ve kaçmaya başlayanlar vardı. Kız Kardeşler bunların hiçbirini önemsemeden bahçedeki zemine bastı ve basar basmaz bahçedeki tüm meyveler bozularak etrafa mide bulandıran bir koku salgıladı. Kız Kardeşler’in her birinin gözü parladığında dört yanda devasa ışıklar patladı ve bu ışıklar şiddetlenen rüzgârın akımıyla dört bucağı dolaştı; tüm Ejderhalar’ın derisi zümrüt yeşili kesilmişti… Gözleri kan bürümüş gibi Kız Kardeşler’in yanına doğru uçtular.
“İşte şimdi gitmeliyiz!” diye bağırdı Akel, “Hadi! Durmayın!”
Deli gibi koşarak oluşturulan koruma alanına gittiler, hatta birkaç ağa ve hanım, hedefin onlar olduğunu bilmesine rağmen bu koruma alanına onlarla birlikte girmişti. Koruma alanı yeteri kadar kişiyi içine aldığında kilitlenir gibi tiz bir ses çıkardı ve kendilerini yoğun bir kütlenin içinde buldular. Alp hızla bu kütleyi destekledi, Barlas da onu kardeşgözledi, Ecrin destekgöz olarak ikisine de yardım etti. Kız Kardeşler ve Ejderhalar, Zümrüt Krallık’tan arda kalan vahşet dolu bir ölüm grubuymuş gibi üzerlerine gelmeye başladıklarında Odana Yerleşkesi’nin her yakasına dışarıdan geldiği pek belli büyüler yağdı; büyüler Ejderhalar’ı huzursuz etmekten öteye gidemedi. Ejderhalar ateş püskürtüyor, ateş kütleye çarpıp dağılıyordu. Gözleri hiçbir şey görmüyormuş gibiydi, Kız Kardeşler bir kez daha göz parlatıp içinde bulundukları kütleyi sarsarken Elysion Sarayı’ndan geriye kalan döküntüden Zümrüdü Anka’nın acı dolu çığlıkları yükseldi; anlaşılan bu büyüleri ondan beslenerek yapıyorlardı, yapmış oldukları tüm affedilmez büyüler gibi… Barlas’ın gözü bir ara, Elysion Sarayı’nın merdivenleri üzerinde olacakları dehşet içinde izleyen gruba kaydı, içlerinde ağlayanlar ve fenalaşanlar vardı, üstelik yüzü ciddi berelerle kaplı Aras yaşlarında bir çocuk da… Kimdi bu çocuk? “Deniz…” dedi Alp, “İzlemeye gelmiş… Eminim, sadece izleyecektir.”
“Biz şarlatan değiliz…” diye kaşlarını çattı Barlas ve hiddetiyle öfkesi birleşerek gözlerini kanlandırdı… Büyü yapmıyor gibiydi çünkü ışık çıkmıyordu ancak Alp fark etti ki Barlas’ın biri bir diğerinden şaşılacak büyülerinde bu sefer, yalnızca gözlerin kanlanmasıyla ortaya çıkan bir büyü vardı… Barlas iki eli arasında mor bir ateş peydahladı; ölümcül ve affı olmayan…
“Ruhun! Ruhunu büyüne bağladın değil mi!” diye korkuya kapıldı Alp, “Yapma!”
Barlas, koruma alanından dışarı çıktı ve havaya doğru yükselmeye başladı… Gözleri öyle kanlanmıştı ki kırmızıya dönmüştü, Kız Kardeşler tarafından büyülenen Ejderhalar bile onun bu mor ateşinden korkarak uzaklaştı… Kız Kardeşler bir araya gelip birbirlerini destekleyerek çok keskin bir zümrüt ateş oluşturdu, dört saniyeye kalmadan mor ateş ve zümrüt renkli ateş havada çarpıştı! Gökteki mor bulutların yanına zümrüt yeşili bulutlar serpildi… Havadaki soğuk, keskinleştikçe keskinleşti… Barlas, üçe karşı bir vaziyette mücadele veriyordu! Alp ve Ecrin buna katlanamıyordu ancak Dora Ecrin’i, Akel Alp’i öyle sıkı sıkıya tutmuştu ki hareket dahi edemiyorlardı! “Bırakın!” diye bağırdılar bir ağızdan. Bırakmadılar, Aetos, kartala dönüşüp havalandı, yapabileceği herhangi bir şey var mı diye düşünürken yükseldi, derken gökte bir zeplin görüp afalladı, yere inip yeniden insan formuna döndü. “Bir şeyler geliyor…” dedi. Alp ve Ecrin hemen baktı, Ejderha Prens zeplinle mi yanlarına iniyordu yani?
Gökteki zeplin, bir masal kitabından fırlamış gibi duruyordu… Haşmetli, kudretli ve dev gibiydi… Kız Kardeşler, Barlas’ın ölümcül ateşine karşılık vermeyi ihmal etmeden dehşet içinde göğe baktı. Barlas ise aynı şekilde göğü sevinçle izledi… İşte şimdi işler son kez karışacaktı… Geçiş Diyarı’ndan gelenlerin amacı burada esir tutulan Zümrüdü Anka’ydı belli ki; Alp’in çağrısı işe yaramıştı. Kargaşa, bir anda donmuştu sanki. Herkes ağzı açık vaziyette zeplinin inmesini bekledi. Bir zeplinin Lütfedilmiş Diyar’da ilk kez görülmesinden olacak, yalnızca yakın çevreden değil, uzaklardan da şaşkınlık yükselmişti… Beyaz Saray, epey ötede, tepesinde beyaz bir ışık döndürmeye başlamış, Merkez Köy meydanlara çıkmıştı. Kuşlar farklı ezgilerle ötüştü, Ejderler komik homurtular çıkardı, Ejderhalar bir Barlas’a bir de zepline baktı… Tekleyen zamanın şoklayan anında, her şey fazla doğaldı… Zeplin sonunda gökten inip Elysion Bahçeleri’nin yakınına konduğunda, bir anda, etraftaki tüm büyüler kesiliverdi. Barlas havadan yere düştü, mor ateşi aniden kaybolmuştu. Kız Kardeşler’in yalnızca zümrüt büyüsü değil auralarını saran ışık da gitmişti; çirkinliklerinden sıyrılıp yeniden o hürmetli kişilere dönüverdiler. Ejderhalar’ın büyüsü tamamıyla yitti, Akel-Dora-Aetos üçlüsünün büyük uğraş verdiği koruma alanını saran kütle de… Büyüsü özünde olan, varlığı büyüye sebep olan şeyler hariç, büyüye dair ne varsa tozutmuştu!.. Zeplinden önce Kirmede indi, hemen akabinde Azazel ve Lucifer, derken bir kadın indi… Carminis’ti bu! Ecrin baştan aşağı irkildiğini ve gözlerinin büyük bir hızla dolduğunu hissederken, Akel’in Alp’i tutan kolları gevşeyerek düştü… Ecrin koştu ve annesine sarıldı, Carminis ağlamaya başlamıştı… “Bineğimizde bir kişilik daha yer vardı.” dedi Kirmede, “Hazır geliyorken onu da yanımıza alalım dedik, iyi etmiş miyiz?” Ecrin sadece kafa salladı, boğazı düğümlenmişti, konuşamıyordu… Sanki içindeki tüm öfke aniden dinmişti…
“Biriniz bize çağrı yaptı.” dedi Lucifer etrafa bakıp, döküntüleri görünce ekledi, “Biz gelmeden önce tam olarak ne dönüyordu burada?”
“Ben yaptım.” dedi Alp, “Feniks burada…”
“Anlamıştık.” dedi Azazel ciddiyetle, “Bu durağan, alternatiflerini özlerinde saklayan akışta bir Kaya Bekçisi’ni tutuyor olmanız Bekçi için yeterince ızdırap dolu bir durumken, bir de faydalanmak için onu hapsetmeye kim cüret etti?” Alp eliyle Kız Kardeşler’i gösterdi, Kız Kardeşler ilk kez yaşlı birer kadınmış gibi merhamet dileyerek bakıyordu.
“Pek sapkınlaşmışsınız!” diye atıldı Lucifer hınçla, “Burada her şey sapkınlık öyle değil mi? Tıpkı, Kaya Bekçileri’nin Lütfedilmiş Diyar’a geçmesinin Kayalar’ı işlevsiz kılacağı sapması gibi! Bekçiler değil, bizdik aslı…”
“…ve tek bir kayanız, tek bir geçiş için geride kaldı…” dedi Kirmede, “Artık bu diyardan dışarı çıkamazsınız, geçişleriniz kapandı…”
“Bize Feniks’i getir.” dedi Lucifer, Alp’e bakıp, Alp şaşkınca bakınca ekledi, “Yapabileceğini görüyorum…” Alp bundan güven aldı ve Elysion döküntülerini büyüyle havalandırıp önünü açarak içeri girdi… Herkes onu bekledi… Bir çığlık, bir yakarış sesi duyuldu… Bu ses Anka’ya aitti… Zincirlerin kopma sesi… Çok geçmeden Alp, görkemli Zümrüdü Anka’yla dışarı çıkıvermiş ve çevredeki herkesi onun güzelliğiyle büyülemişti… “Dostum…” diye ekledi Lucifer.
“Hoş geldiniz...” dedi Zümrüdü Anka görüntüsü kadar zarif olan tok sesiyle, Kız Kardeşler’in üzerine doğru yöneldiğinde, Kardeşler yürekleri ağızlarında oldukları yere çöküp aman diledi, bunun üzerine Zümrüdü Anka, Alp’e döndü, “Bana söz ver arkadaş…” dedi, Alp pür dikkat kesildi, “Onları sona dek büyüsüz bırakacaksın…” Alp bir süre tepkisiz kaldı, ardından hemen kafa salladı, “Ben de sana dostluğumu vereceğim…”
“Elimden geleni yapacağım.” dedi Alp, Kirmede, Lucifer, Azazel ve Zümrüdü Anka zepline doğru gitti; zepline yaklaştıkça Zümrüdü Anka küçülüyordu… “Bana ismini söylemedin arkadaş…” dedi Alp arkasından seslenip.
“Fenikselkadem…” dedi Zümrüdü Anka, sesi görüntüsü gibi küçülmemişti…
“Teşekkür ederiz… Bize bunu yaşattığınız için…” diye uğurladı Akel Agathias, ardından cesaretini toplayıp Ecrin’e sarılmakta olan Carminis’e yürüdü…
Barlas, tüm bunları izlerken Ateş-Toprak ikilisinin tetikte durur gibi ona bakış attığını fark etti, onlara saldıracağını falan mı düşünüyorlardı? Alayla tebessüm etti, ardından etrafa baktı, bir paçavra gibi yerde duran Kız Kardeşler’e, el pençe divan ağalara ve hanımlara, Ejderler’e, Ejderhalar’a… Tebessümü birden silindi, gözlerini ötedeki Dev Oyuk’a dikti, hızla ışınlandı ve Oyuk yakınındaki Kuyu’nun dibine cisimlendi. Ateş ve Toprak da ışınlanıp öteye cisimlenmiş olan Barlas’ın yanına cisimlendiklerinde Alp de hemen gitti, Aetos hızla kartala dönüşüp yerleşkeyi dolaşan Uzun Göl çatallarından birinin üzerinden geçti.
“Bana engel olmaya mı geldiniz?” diye sordu Barlas uğraşmak istemezmiş gibi; Ateş ve Toprak önünde duruyordu.
“İlk seferinde işe yaramıştı…” dedi Ateş alayla, “Düşüşünü unutmuş gibisin.”
“Ben o konuda pek emin olmazdım!” diye belirdi Alp, “Çünkü yalnız değil!” Barlas, Alp’in geldiğini görünce hemen ışınlandığı bölgeye baktı, Ecrin annesiyle hasret giderdiğinden meşguldü, şu gelen kartal da Aetos olmalıydı, rahatladı. “Çekilin önümüzden!”
Ateş hızla gözlerini parlattı, Barlas’ı havalandırdı, Barlas’ın nutku tutuldu, psikolojik olarak darbe almış gibi kilitli kaldı, “Diyar’ın en kaliteli suyunda boğulmak istemez misin?” diye sordu Ateş. O sırada Alp, Toprak’tan gelen darbeleri karşılıyordu. Barlas havada ters dönmüşken gözlerini parlattı ve gözünden çıkan büyü Ateş’i ıskalayıp Toprak’ı buldu, Toprak neredeyse on metre savrularak yere çakıldı. Alp bunun üzerine henüz Barlas’ı kuyu üzerine taşıyamamış olan Ateş’e baktı, Ateş’in yaptığı şey çok güçlü değildi ancak Barlas anlayamadığı bir şekilde direnme konusunda geri duruyordu, Gizli Merdivenler’de yaşadığı sanrılara mı kapılmıştı ki? Beklemeden, Ateş’in gözlerine büyü yollayıp, Ateş’in gözlerini ağrıttı, Ateş gözlerini tutarak büyüyü sonlandırdı, Barlas yere düştü, Alp’e hiç bakmadan Dev Oyuk’a doğru yürüdü. Alp peşinden geliyordu ki Aetos dönüşerek önüne geçti, “Yalnız gidecek Işıkkıran…” dedi hızla. Barlas kayıtsızca yürüyordu.
“Saçmalama Aetos! İçerideki Ejderha Prens! Çekil önümden!”
“Çekilmem!”
“Zarar vermek istemiyorum.”
“Çekilemem!” Alp, ufak bir büyü darbesiyle Aetos’un sendeleyerek yere düşmesini sağladı, Aetos kendini toparlamaya çalışırken, onu iplerle sardı. Alp, Barlas’ın peşine gidiyordu ki etrafta bir anda Oyuk çevresini saran bir ateş çemberi belirdi, Barlas çoktan çemberin içine girmişti, dışarıda kalan Alp’ti, başta bunu Ejderha Prens’in yaptığını sandı ancak sol gözü önündeki büyünün ona ait bir parça olduğuna salık veriyordu… Kendisi yapmadığına göre bu çemberi Barlas oluşturmuştu. Madem öyle çemberi söndürebilirdi, uzaktakiler, Oyuk çevresini saran ateşin Prens’in işi olduğunu sanıp merakla izler, Ecrin kederle bakarken o, Barlas’ın ne çeşit bir büyü yaptığını kavramaya çalıştı…
Alp Işıkel, Işıkkıran olmasının ve Büyünün Ruhu olmasının getirisiyle Barlas Morel’in yaptığı büyüyü kavrayabilmişti… Kavrar kavramaz da iki üç adım geriledi… Büyü öyle kodlar, öyle efsunlar, öyle örgüler taşıyordu ki nefesi birkaç saniye kesildi… Şu an Dev Oyuk büsbütün, dışarıdan içeriye girmeye yeltenme meraklısı olan her türlü varlığa karşı, ölümcül ve dehşet’ül vahşet bir ablukaya alınmıştı… İçeri cisimlenemezdi… Yaptığı her büyü kendisine dönerdi… Bu çembere karşıbüyü yapmaya kalkması dahi onu öldürebilirdi… İyi ama Barlas bunu niçin yapmıştı? Nasıl yapmıştı? Şimdi düşünüyordu da… İçeriden ses de çıkmıyordu hiç… Ejderha Prens’in burada olduğuna gerçekten emin miydi?.. Düşünceleri, yazı aşırı gizde saklanarak dallanıp budaklandı… Uzundur aklını kurcalayan her türlü şeyin şeklini alıp şekilden şekle girdi… Pek uzun sürmedi, elleri ayakları boşaldı… Birkaç adım daha geriledi… Zaman tekledi… Son cümlesini etsin diye onu dürtükledi… Ateşten çemberi izledi ve yutkunup, “Hiçip hiçip hiçliğe karışacaksın…” dedi…
Barlas, Dev Oyuk adımlarını içine alırken, otorite karşısına çıkarken bir anda kendine duyduğu yüksek güvenle sarmalandı… İçerideki loş ışıklar deprem olurmuş gibi sarsılıyor, algıları beyin kıvrımlarına baskı yaparmış gibi gözlerine akıyordu… Oyuk etrafında baş göstermesine neden olduğu mor alevden çemberin çıtırtıları yahut daha uzaktaki büyü ve karşıbüyü sesleri büsbütün sessizliğe gömülmüş, zihninde ondan bile habersiz nice büyüler örülmüştü… Yürüdü, yürüdü… Oyuğun ortasına kadar geldiğinde, bir köşede hareketsizce duran kanatları gördü… Kanatlar, sakladığı bedenin çevresinde yarım yamalak ışık alıyordu… Işıklar sarsıldı… “Hiero…” dedi mahrem ses, oyuk adeta gümbürdedi… “Çok aradın mı beni…” Barlas soluğunun kesildiğini işte şimdi hissetmişti; aynı anda bedeninde hareketlilik de baş göstermişti… Sanki ruhu emiliyordu, cızırtılar ve titreşimler parazitler oluşturarak kulağına kadar varıyor, sessizliği yararak etrafa dağılıyordu… Beyni ağrıyordu… Derken, Delia ve diğerlerinin sıkça konuştuğu o şehevi arzularla doluyordu… Bu nasıl olurdu? Ejderha Prens’in kösnül kokusu cinsiyet gözetmiyor muydu?.. “Aslında, düşündüm de…” dedi hislerini bastırmak isteyerek, “Çok da aramadım…” Dev kanatlar hafiften hareketlendi, oyuk duvarlarının hattı boyunca, ağır ağır gezmeye yeltendi… “Tam da burada olduğumu hep biliyordun…” dedi Prens, “Benden hep kaçıyordun…” Barlas alay eder ve sinir olur gibi tebessüm etti, şeytani bir tebessümdü bu… Işıklar sarsıldı… Yer ince ince çatırdadı… “Senden kaçmadım…” dedi, “Şeytanlarını yok etmek istedim, kanatların kırılsın diye…” Oyuğun için tüyler ürpertici, tiz, hastalıklı bir kahkahayla gümledi… Barlas ansızın ciddileşti. “Görüyorsun ki kanatlarım yerinde…” diye sürdürdü Prens, “…ve beni saklamakta, senden saklamakta… Sen benimle birleşmeye kalkma diye…” Barlas’ın öfkesi kamçılandı, “Ağzını topla!” dedi neredeyse kükreyerek, “Bu senin yaptığın bir büyü… Büyün içime işliyor diye seninle bir şeyler yapmak istediğimi düşünemezsin!” Prens ışınlanıp cisimlenmiş gibi yer değiştirdi, tam zıddı yönde, oyuk duvarlarının öbür yakasındaydı şimdi… Işıklar sarsıldı… “Ama bana bir şeyler yapmak için geldin.” dedi Prens, “N’apmak için öyleyse? Neyi yapabileceğini umuyorsun?” Barlas, Prens bir kez daha yer değiştirdiğinde başının döndüğünü hissetti, tedirginleşmişti, “Kolye’yi Cun’da yıkayacağım…” dedi aniden, Kanatlar durdu, Barlas zafer kazanır gibi güldü, “Kolye için adanan kurbanlarla birlikte, Cun’un geçitliği de yok olup gidecek…” Ejderha Prens kükrer gibi bir inlemeyle Barlas’ın yüzüne dönüp, dev kanatlarını ardına kadar geriye savurdu… Barlas’ın yüksek güveni son buldu… Dev Oyuk deprem olur gibi sarsılırken, Barlas gelgitler yaşadı, Prens çıplak teni ve kılcal damarlardan fırlamış kapkara tüyleriyle havaya yükseldi, omurga kemiklerinden yükselen efsunlu kanatları, sanki sırtını yararak dışarı çıkmıştı; kanatların kemiklerle bağlanan yerlerinde kurumuş kan lekeleri, kabuk bağlamış derin yaralar vardı. “Tüm tılsımların merkezine, Cun Yıldızı’na, senden önce gidiyorum! Beni mi istiyorsun? Peşime takıl!” Barlas, o dayanılması güç kahkahayı bir kez daha duyduğunda Prens’in gözleri parladı, gözlerin açığa çıkardığı altın sarısı ışıklar oyuk içinde cirit attı, büyük bir ejderha açığa çıktı, Ejderha ağzını ardına kadar açarak Barlas’ı yutmaya çalıştı, Barlas tüm bunlar olurken iki elini yüzüne siper etmiş vaziyette, kalakalmıştı! Tıpkı rüyasında olduğu gibi etraftaki hava aniden kayboldu ve ciğerleri nefessiz kaldı. Soluğunu toparlamaya çalışırken Ejderha Prens’in ona büyü yaptığını, darbe vurduğunu anlamış ve dehşete kapılmıştı, üstelik ortalıkta da değildi! Anlaşılan gitmişti! O da gitmeliydi! Oyuk yerle bir olmadan çok kısa bir süre önce ışınlandı…
Genişçe bir koyağa cisimlendi, her yer çok sessizdi… Elinde Almis’in Kolyesi, bir süre bir şeyler olsun diye bekledi… Güneş batıyordu ve uzun zaman sonra kar yağmaya başlamıştı… Kar taneleri gökten ağır ağır inerken, Barlas daha fazla bekleyemeden koyaktan geçti, besbelliydi ki Prens buraya gelememişti daha! Kutsal Tapınak ışıklarının kaynaklarıyla birlikte, neredeyse geçeceği yolda sıralar halinde durmakta olan Dionlar’ı da görünce duraksadı. Yoksa Dionlar, Prens’i Tapınak içine mi saklamışlardı? Öyle olsaydı ona doğru hamle etmeleri gerekmez miydi? Adımlarını sıklaştırdı, üşüyordu ve yalnızdı… Dionlar ona müdahale için değil de ona saygı için oradalardı sanki… Onu izlemek için. Kutsal Tapınak’la işi yoktu, Prens oradaysa bile orada kalabilirdi, elindeki Kolye’yi Cun’a götürmeli ve bitirmeliydi… Neredeydi Cun Yıldızı? Neden hâlâ daha gözüne ilişmemişti? Yürüdü, yürüdü… Dionlar’ı geçmişti, hiçbiri hareket etmiyordu zaten; başları hafif öne eğik vaziyette duruyorlardı… Daha önce onları görmemiş, onlarla konuşmamış olsa her birini heykel sanırdı… Soğuk, içine doğru akan bir cereyan yapmaktaydı; Soğuk Bölge’ye doğru, Cun Yıldızı’nı bulmayı umduğu yere doğru yürüdükçe kar taneleri soğuğun habercisinden öte, onu ısıtan birer ışık olmaktaydı… Derken, Cun Yıldızı, oraya yeni cisimlenmiş biri gibi, birden ortaya çıkıvermiş yeni bir gizem gibi, geceye doğan ay gibi önünde beliriverdi… Tılsım Tozları, Tılsımlar, Lalitalar… Kanatlarında ağır birer ışık parçası taşıyormuş gibi duran minik kuşlar… Turkuaz mavisi, kristal işlemeli, dört köşeli, dev bir tılsım gibi duran Cun Yıldızı’nın etrafı, yaldızlı altınlarla kaplıydı… Tepeden tırnağa değerli taşlara bezeli bir sütunun üzerindeydi… Işığı, aralarında epey mesafe olmasına rağmen Barlas’ın tenine değer gibi kesifti… Barlas, aniden ortaya çıkan bu kudretin hışmına uğrayan, küçüldükçe küçülen gözlerini kısıp uzun süre baktı… Sağına baktı, soluna baktı, önüne baktı, arkasına baktı… Elindeki kolyeye ve nihayet hiç istemese de kendi içine… Bakışları kendi içine döndüğünde düşünceleri, önüne uzun süre baraj kurulup, barajı en azgın zamanında kaldırılan bir nehir gibi beynine akmaya başladı… Hiero Barlas, Cun Yıldızı’nın ışığına gözlerine dikip dondu kaldı…
Dengeyi düşündü… Dengenin tam olarak neresinde yer aldığını… Denge bozanı yok etmeye niyetli Diyar’ın tam da şu anında neydi hükmü? Almis’i düşündü… Ölmeden az evvel ona nasıl baktığını, onu nasıl tebessümlediğini… Tebessümde şaşkınlık vardı, hayranlık vardı, soğukluk aynı zamanda sıcaklık, tanıdıklık vardı… Almis, onu aradan çıkarmak istemişti… Alanguva’nın sistemini çözmüştü ve geleceğin karizmatik lideri Aras’a karşı kendi lanetiyle Deniz’i yetiştirmiş, Alanguva’yı da kendi dengi yapıvermişti… Barlas faktörünü ortadan kaldırmak istemişti… Barlas’ı küçümsemişti çünkü saptırılan kehanetlerin onu felç edecek bir kolyeye dönüşeceğini tahmin etmemişti… Ölürken de -Alanguva’nın dengi olmayacağını idrak ederken, karanlığımla öleceğim derken de- aslında Barlas’la kurduğu dengedeki yeri ortadan kalktığında, Barlas’ın fazlalık kalacağını, o sebeple onun da yok olacağını düşünmüştü… Ta ki gözlerinin ta derinine bakıp… Dengeyi kendi içinde nötrlediğini görene dek… Barlas, kendi içinde nötrlenen dengenin tek bir açıklaması olduğunu biliyordu… Elleri ayakları titredi, Kolye elinden düşecek gibi oldu… Prens gelmemişti… Prens, aslında buradaydı… Prens, tam da dibinde, tam da içindeydi… Ejderha Prens, kendisinden başkası değildi… Bunun nasıl mümkün olabileceğini, nasıl mümkün olduğunu bilemiyordu ama girdiği bu sokağın başka bir çıkmazı yoktu. Beyni sarsıntı geçirdi, Prens’liğini kabul eder etmez kadim bir irfanla dolup dolup taştığını hissetti… Şimdi anımsıyordu… Lanet olsun ki biliyordu… Almis’e, karanlığını yazması için verdiği hileli kâğıdı hatırlıyordu… Şeytanlar’ı kendi kadim lisanıyla, kendisinin var ettiğini hatırlıyordu… Delia’yı ve Delia gibi mahremine ayak basanları hatırlıyordu… Varlığını, yirmi iki yıldan beş yüz tam yıla uzayan var oluşunu hatırlıyordu… Ya neresindeydi bu var oluşun? Şimdileri nerede ikamet ediyordu?.. Almis’in alayına düşen Prenses değildi ama Prens’ti. Toprak Ana’nın ona ayırdığı bu yeri kabullenmek istemiyordu… Yazgısının böyle olduğunu kabul etmek istemiyordu… Toprak Ana, onu Prens’le, kendi geleceğiyle korkutarak kendi yok oluşuna götürmüştü… Alanguva’ya diline varamayan sitemlerde bulundu… Kalgay’ın bir zamanlar öğütlediği sitemlerden çok daha fazlasını… Biliyordu ki şimdi Kolye’yi Cun’un ışığında yıkarsa, yok olacaktı… Kahraman olacaktı… Haksızlıktı bu! Gök kubbe adına! Başka bir çıkışı yok muydu? Derken Kalgay’ın başka sözleri yetişti imdadına: “Bir gün kendine çok kızacak olursan, yok olmak, hiç yaşamamış olmak istersen Barlas, o zaman yok etmek istediğin yanını yok et ve kalmak istediğin yanınla yaşamaya bak… Ama unutma, bazen İnsan birçok şeyi diğer yanına borçludur ve onunla da yaşamayı öğrenebilir…” Haklıydı… İşte asıl bunu yaparsa Prens yok olmuş olacaktı… Kendi içinde kalacaktı…
Donukluğu geçerken, Kolye’yi gözleriyle havalandırdı ve parçalara ayırdı… Karanlığın Gözyaşları, Öz Tılsımlar, Aşklar… Elindeki kolyeyi Kolye yapan ne kadar şey varsa serbest bıraktı… Öylece, olduğu yere yıkıldı ve son lanetinden, Suskuna Laneti’nden kaçınamadı… Tüm acıları, tüm eksik yanları… Tüm pişmanlıkları… İçini yara yara derinlerine dadandı… Kalbi küçülmeye, gözleri dolmaya başladı… Adal gibi kendi oyunun kurbanı oldu, Mokan gibi şeytan kapattı, Kalgay gibi ihanete uğradı, Peter gibi kandan bir gözyaşı akıttı… Gözyaşı üzerine yıkıldığı toprağa düşerken, hıçkıra hıçkıra ağlamak, katıla katıla gülmek istedi… Ejderha Prens’e, karanlık yanına anlatır gibi mırıldandı…
“…ve sonra hayat durur, her şey boş, yeniden anlamsız… Dönüp bakarsın, sağına, soluna, arkana, yoluna… Neredeyim ben? Nasıl geldim buraya? Sahi, o kadar zaman geçti mi?.. Anlam ararsın, bulursun da ancak dokunamazsın… Bir gölgenin hülyası, gerisi safi kurgu… Yüce, ilahi, manevi bir kurgu… Kendine çizdiğin bir resim; çerçevesiz… Kanayarak, kanarak ve kandırarak döşediğin o resmi bir çırpıda yırtıp atmak istersin ama fark edersin ki artık o resim sensin… Sen onda kendinsin, o senli ben… Tekerrür edecek onu da bilirsin; bir gece vakti boynuna dolanıp boğacak belki seni… Aslında… Aslında hep aynı yere karalıyorsun resmini; beyaz sayfa, yeni bir sayfa yok, olmayacak… Eline bir tane verildi o sayfadan… Yeni bir resim mi yapmak istedin? Siyahla kapat öncekileri; ne de olsa siyah kapatır hepsini… Şimdiyse çizme vakti… Tabii fon gece, gündüzler taze bitti; siyah bir gündüzü kim ne yapsın?..”
Bir vardı, bir yoktu… Ama mutluydu el değmemiş toprağın kıymetli sakinleri… Irmaklar, nehirler, ormanlar, sıra sıra uzanan dağlar… Hepsi de tek yürek olmuş, gerçek huzurun ve sınırsız mutluluğun hesapsız ellerinde, yaşamı kitapsız bulmuştu… Varlık olan her bir şey bir ötekine ihtiyaç duyuyor, ihtiyaç duyulan her şey, yolunu bulup ihtiyaç sahibine varıyordu… Ne büyüklük ne san ne şöhret ne de üstünlük sevda oluyordu yüreklere; düşe düşen tek şey, anı yaşamaktı beraberce… Günler geçti, aylar, yıllar, asırlar, geçebilecek ne varsa ömür curcunasında, geçip gitti işte… Birileri ya da bir şeyler çok gördü olması gerekeni… Bir hastalık başladı ansızın; bulaşıcıydı… Kimse koyamadı aslında hastalığın adını; ne derdi vardı ne devası, yoktu hiçbir anlamı… Hastalık ilerledi, ölümcül oluverdi… El sürüldü el değmemiş toprağa… Küstürmüştü yaşamak için mecbur olduğu şeyi, toprak sahipleri… Ne huzur kaldı ne de itibar bu yanı… Hapis eylemişlerdi, artık hapistiler bu diyara; lütfedilmiş dediler adına… Gizem büyüyüp her yere kök saldı zamanla; yabancı diyar, gizemin diyarı oldu hüsrana uğrayanlara… Yaşanılası bir yaşam kuruluna dek, yayıldı yolculuk beş yüz yıla… Gökleri, yerleri, denizleri hiç mi hiç boşluk bırakmadan sarmış olan Kadim Krallık, kâinatın tek gerçek, tek öz olan krallığı olarak, seyr ü sefa eyledi nice bucaklara… Krallığın bir ya da birden çok kralı yoktu; o krallık ki her yerde, her şeyin içinde, birçok şeyin ötesinde yekvücuttu… Bir inşaydı Krallık, kendi kendini ören, kendinden öncesine ve kendinden sonrasına dairesel seyahatler eden, kendini yalanlayıp kendini gerçekleyecek kadar düşünsel içeren, bilen ve bilinendi… Krallık etrafında küçüklü büyüklü, parçalı bütünlü özler dönerdi… Yer yer girdaplar oluşturur, yer yer solucan delikleri türetirdi bu özler… Aniden bir patlama oluverir ve gerekli, gereksiz, küçük, büyük gibi sıfatlar alırdı yanına… Her şey tüm şey olur, her şey hiç şey olur, her şey şey olurdu sonra… Özler ve düşünseller iç içe geçer, özdüşünsel oluverirdiler… Krallıkta her şey, uçsuz ve bucaksız, anlamlı ya da anlamsız bir oyundu… Ne kazananı ne kaybedeni olurdu bu oyunun; ne kuranları ne de katılımcıları üstte tutulurdu… Oyun hakkında söylenilecek en net şey, sürdükçe, sürdürüldükçe süreceğiydi… İşte Lütfedilmiş Diyar, Krallık tarafından tüm bunlar göze alınarak izlenmişti… Hiero Barlas’ı, o en soluk sahtelikte kendi içine dönerken, böyle izlemişti Diyar Sahipleri… İzleyenler niceydi… Barlas bunu bilse, varlığı erir giderdi…
…
…
…
…
Rivayetler, o en koyu gecede, Kareena Ecrine’nin çok geçmeden Hiero Barlas’ın yanına vardığını ve onu elinden tutarak dansa kaldırdığını söyler; derler ki Hükümdar tüm gücünü kaybetmiş olsa da aşkının ona lütfettiği enerji sayesinde düştüğü yerden kalkmış ve bucak bucak dans etmişler… Tabii bu sonraları birçok kişi tarafından romantiklerin uydurması olarak görülmüş… Öyle de söyleyen olmuş, böyle de; o gece adına birçok efsane düzülmüş… Sonrasında Diyar Hükümdarı’nın kendisi ve himayesi için Faveo Sarayı’nı seçip, orayı restore ettiği herkesçe bilinir ancak çok sonraları bu sarayda Diyar Soyları’nın hepsini bir araya getirip yemek yedirdiği yine rivayet olarak kalabilmiştir… Elbette gerçekliği kesin olan şeyler de olmuştur geriye kalan yıllar içinde; bir zamanlar Kurakhan diye birinin kurduğu köyün, Diyar’ın Yedinci Köyü ilan edildiği ve Üçüncü Kihirus’un heykelinin bizzat Owena Olena yönetiminde heykel odasına dikildiği kesin gerçekliktir mesela…
Aras Tanyeli’nin ve Deniz Yıldızhan’ın hikâyesi sonraki yıllar boyunca gelişerek kesifleşti; Aras yirmili yaşlarda bir gençken ‘Belkıya’lığını büsbütün duyurdu, Deniz’in Şahmeran’lığını duyurması çok daha önce, daha fazla zarara uğramamak için Aras’a telepatik darbeler indirmekten vazgeçip mürit toplamaya başladığı yıllarda gerçekleşmişti. Gerçekten de eski denge tarih olmuşken, Diyar’da yıllar boyunca Belkıya’nın ve Şahmeran’ın savaşları duyulageldi; bu savaşların biri ‘Lanetli 80’ ilan edilen, yılın bu seksen günü içinde Emma’nın Deniz tarafından kaçırılmasıyla teşekkül etmişti. Aras’ın, daha küçücük çocuklarken Almis’in laneti altında, Deniz tarafından Merkez Köy’e seksen gün boyunca hapsedilişine atıfta bulunan ‘Lanetli 80’lerde, Diyar’da hiçbir kutlama yapılmadı, bu âdeti yalnızca bir kez, Diyar Hükümdarı’nın Akel Damae’den ve Pars Teoman’dan sonraki üçüncü çocuğu Almis Odana doğduğunda bozdular…
Dört yüz doksan altı yılında, gerçek Penthea’nın Diyar’a girişiyle, zaman ve mekân gerçekten kırılmıştı; bu kırılmadan iki yıl önce, dünya zamanıyla 7 Ocak 2068’de, Diyar Hükümdarı’nı kaybedip yaslara boğulan Diyar Sakinleri, kırılacak zaman ve uzamı her türlü şey için umut olarak görmüştü… Hükümdar’ın daimi aşkı ve kardeşi bildiği dostu bu şekilde bir nebze olsun umut örmüştü… Teak Ağacı, kimleri nerelere sürüklediği bilinmeyen o malum kırılmadan sonraki dört yıl boyunca solmuş vaziyette kaldı ve bir daha hiç yeşermedi…
SON
![](https://img.wattpad.com/cover/248058218-288-k827859.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lütfedilmiş ( GDS )
FantastikWattpad'de "Gizem Diyarı Serisi (GDS)" adı altında, 4 Kitap (Uyanış, Yoldaşlık, Direniş, Özdüşünsel) olarak yayınlanmış, sonrasında "Lütfedilmiş" ismiyle 2 Cilt olarak basılmış olan hikâyenin tam versiyonudur... /* "...şüphesiz ki yaşananlar, bu mas...