Uykularını sonuna kadar alıp Hansel ve Cansel tarafından hazırlanan muhteşem kahvaltıya katıldıklarında, son hazırlıkları yapıyorlardı sanki… Sanki bir buçuk haftadan uzun sürmeyen inzivaları sona erince, artık hiçbir şeyin eskisi kadar iyi olmayacağı tasdiklenmişti… Ne kalmıştı ki şunun şurasında, kopacaktı kıyamet… Vedalaşmalar zorlu geçti, Barlas başından beri herkesin dediği gibi arkasından gelecekleri sözünü alarak, “Bu bir veda değil, bu bir merhaba…” dedi, gerçekten öyle miydi bilemiyordu, tüm kalbiyle öyle olmasını umuyordu… Yolculuk yeniden baş gösterince Kıvanç’ı özlediğini fark etti, Kıran’da keyifleri yerinde miydi? Evrim iyi miydi?.. Her ne kadar özlemle dolsa da zamanını Oceanos’a giderek harcamak istedi, direniş sona erdiğinde dostlarının yanına gidebilirdi… Dordie, yanında büyük minnetle ona bakarak gezmekteydi; Tomris’i Dordie’yi de yanlarına almak için ikna ettiğinden bu yana durum değişmemişti. “Barlas,” dedi Tomris son kez, “iyi bak olur mu…” Barlas, Tomris’in oğullarına bağlı olduğunu çoktan anlamıştı, kafasıyla onayladı...
“Eh, er meydanı dinlemeden toplaşırız sana el kalkarsa.” dedi Sigun Awilda.
“Gidelim madem.” dedi Aldrid, durumundan bir hayli memnun gibiydi, “Eski özel dostları da ziyaret etme vakti.”
“Sizi cömertlikle karşılayacaklardır.” diye tebessüm etti Emma.
“Yolunuz açık olsun.” diyebildi Halia.
“Çabuk gelin olu mu, ben çok sıklırım sora!” diyerek surat astı Andonios.
“Biz yokken babamla büyükanneme iyi bak.” dedi Dordie onu öperken.
Tepeden aşağı inip Oceanos Yolu’na girmek üzere yola düştüler… Barlas yol boyunca öyle bir ıslık tutturdu ki kimse sesini çıkarmadan dinledi; melodik, kana dokunan, geçtikleri onlarca yolu anımsatan cinsten… Aralarında en çok Alp duygulanmıştı bu ıslığa, kendisi hiçbir zaman bu kadar kendini dinletir bir ıslık çalamayacaktı; zaten çocukken sadece öttürmesi bile bir hayli zaman almıştı. Alp’in görülerinden anımsadıkları alacakaranlığa daldıklarında, Lalitalar gruplar halinde üzerlerine dadandı; kızmıyor ya da söylenmiyorlardı, doğrusu perigillerin ıslık dinlemeye meraklı olduğunu bilseler, Barlas’ın ıslığını dinliyorlar derlerdi, “Lalitalar pek de uzağa göç etmemişler ha.” dedi tebessümle Barlas, ıslık çalmayı kesmesiyle birlikte periler dağıldı.
“O seste başka şeyler de var.” dedi Emma dağılan Lalitalar’ı izlerken, Barlas’a döndü, “Buna hazır mısın bilmiyorum.”
“Neye hazır mıyım?” diye meraklandı Barlas.
“Her zaman yaptığın şey, özel olmak…” dedi Emma, sanki Oceanos’a yaklaştıkça yaşı büyüyor, bakışlarına olgunluk düşüyordu.
“Hadi canım.” dedi Alp aklına bir şey gelmiş gibi, “Müstahak gerçekten.” Alp’in aklına ne geldiğini bilmiyorlardı, Emma da söylediği şeyi açıklamayınca konu yarım kaldı. Mavi ve yeşilin saltanat kurduğu, dev bitkileri ışık saçan, yıldızların altında bir masaldan fırlamış gibi duran Tedanlık gözleri önüne en canlı haliyle serildiğinde tıpkı bir vakit Alp ve Evrim’in yaptığı gibi donakaldılar. Denizin en cıvıl cıvıl haliyle karşı karşıyaydılar, gemiler bembeyaz yelkenleriyle oradan oraya yüzüyor, liman kanatlı kaynıyordu… Sanki diyarı geride bırakıp bir Ada’ymış algısıyla yapılanan Tedanlığın kat kat bahçeleri, saraydan süzülen sarı ışıklarla yıkanır gibiydi…
“Nereye geldik?” diye dili tutulmuş vaziyette sordu Ecrin.
“Masalıma…” dedi Barlas, “Kara romanımdan geriye kalan artık masalıma…” Kafasını diğerlerine çevirdi, Emma’nın gözünde keskin bir çizgi görünce duraksadı, “Birinci kırkın çizgisiydi değil mi o?” diye sordu, Emma kafa sallarken karşısında duran küçük kızın kendisinden iki kat fazla yaşadığı gerçeğini anımsadı, “Yaklaştıkça değişiyor gibisin, Saray kapısına varmadan muhakkak güzel ama garip bir yaratığa dönüşmeyesin?” diye ekledi gülümseyerek.
“Aslında can atıyorum.” dedi Emma göz ucuyla Aras’a bakarak, “Yapmam ama, zamanı gelince Aras’a özel bir gösteri yapabileceğimi umuyorum.”
“Ben alışkınım aslında. “ dedi Barlas Mannara’nın dönüşümünü gördüğü ilk anı hatırlayarak, “Tabii ilk seferinde korkutucu olabiliyor, en iyisi böyle kalman.”
“Kulaklarınızı kapatın.” dedi Emma. Hepsi ellerini kulaklarına götürürken Aldrid bunun nedenini anlamamış gibi bakındı, Emma’nın ağzı açılır açılmaz da dehşet içinde diğerlerine uydu. Emma’nın deniz ahalisine özgü çığlığı tedanlığı bir uçtan bir uca sese boğdu, her ne dediyse ya da her ne uyarısı yaptıysa ortalık birden karıştı. Denizdeki gemiler limana doğru hızlanırken, limandaki kanatlılar hızla Saray girişine uçtu. Saray’ın sarı ışıkları baştan aşağı titreşti; çalan bir çanla birlikte durum iyice anlaması güç bir hal aldı.
“Savaşmaya gelmemiştik.” dedi Barlas gördüklerine şoke olmuş gibi, “Ne bu karmaşa? Neden Saray’a doğru gittiler?”
“Karşılamak için…” dedi Emma gülümseyerek.
“Kimi?” diye sordu Barlas üzerine alınmak istemez gibi.
“Mathias’ı…” dedi Emma gizemli bir ifadeyle. Güldü Alp. “Zaman bizim için çok hızlı işler, Diyar’a geldiğin daha dün gibi bizim için, davet edemedik kusura bakma ama yolun düştü nasılsa…”
“Mathias mı?” diye gülümsedi Dora, uzundur etrafı keşfe çıkmış küçük bir çocuk gibi yol aldığından sesi çıkmıyordu. “İumathias’la mı alakalı bu?”
“Mathias, İumathias’ın yavrusu sayılır, onun gibi üstün akıl nitelikli İnsanlar arada sırada Oecanos’a uğrar ve İumathias’a Mathias olur, ilim sahibi olup buradan ayrıldıklarındaysa ya kendilerine bir yaşam alanı kurar ya da Bilgeler’e katılırlar… Mathias’ın ilme aç özü de boşta kalır ve bir sonraki Mathias’ı aranır.”
“Tahmin edeyim…” dedi Barlas, “Mokan Tilun bir Mathias mıydı?”
“Ya Agola Pervaze?” diye ekledi Ecrin.
“Öyleydiler…” diye anlaşıldığına sevindi Emma.
“Eh, anlaşılan Bilgeler’e katılmayanların sonu kaçıklığa gidiyor.” dedi Dalay iğneleyerek, daha önce ne diye böyle bir şey duymadı merak ediyordu doğrusu.
“Buraya gelenlere mi söylüyorsunuz bunu?” diye Dalay’ın merakını paylaştı Peter, sıkı bir gezgin olduğu zamanlarda niçin yolu düşmedi diye düşünmüştü.
“Evet, sanırım öyle oluyormuş…” dedi Emma bunu ilk kez deneyimler gibi.
“Dışarı çıkanlar da bundan bahsetmiyor anlaşılan?” dedi Sofia.
“İumathias’tan ilim öğrendiklerinde gerek duymuyorlar buna.”
“Beni Mathias yapan ne peki?” diye sordu Barlas, “Ya ilim istemiyorsam? Her yerde özel olmamdan kaynaklı burası da mı kafayı bana taktı?”
“Kaba olmadı mı biraz bu?” diye Emma’nın ne diyeceğini bilemez halini yatıştırdı Ecrin, “Gerçekten Mathias mıyım diye soracaktın sanırım?”
“Öyle olsun.” dedi Barlas anlayışla.
“Atladım,” dedi Emma, “Mathias’ın özü bir sonraki Mathias’a aktarılırsa öz sahibinin gözleri beyazlar.” Emma böyle deyince karanlıktan yeterince net göremedikleri Barlas’a yakından baktılar, Barlas da gözlerini görmek ister bir tavır takındı, Ecrin kafasını sallayarak onayladığında şaşırdı. “Bunu anlayınca haberi verdim zaten. Yoksa buraya misafir gibi girip çıkabilirdin…”
“Öyle olacak ama vaktimiz yok ki.” dedi Barlas kederlenerek, “Alacağımızı alıp çıkmamız gerekecek.”
“İlim için tek nefeslik, bizim için fazlasıyla silik bir zamancık gerek, yalnızca dokuz gün...” diye aman diledi Emma. Sadece Barlas değil diğerleri de söylenir gibi nida çıkardı.
“Hesapta böyle bir şey yoktu Emma, eğer gerçekten dediğin gibiyse hiç girmeden geri dönelim, belki sonra ha?” diye arayı bulmaya çalıştı Barlas. “Sizin için ne kadar silik olursa olsun, dokuz gün bizim içim ölüm kalım meselesi.”
Emma’nın gözleri doldu, “Zümrüt Krallık ziyareti gerçekleşmeden büyük savaşın da başlamayacağını söylemiştin ama…” dedi incinir bir ses tonuyla.
Barlas çalışmadığı yerden yakalanınca çaresiz bir biçimde diğerlerine baktı, hepsinin yüzünde kararsızlık ve Barlas’a bırakır bir ifade vardı, “Ama yani şimdi.” diye sıkılır gibi oldu Barlas.
“Görüp görebileceğiniz en güzel sığınak olacak size, yaşayacağınız en güzel misafirlik belki de…” dedi Emma ikna etmeye çalışarak, Barlas’ın kararsızlığı sürünce Aras’tan yardım etmesini bekledi.
“Aslında şöyle bir bakınca…” dedi Aras.
“Büyüleyici bir yer.” diye devamını getirmek istedi Ecrin.
“Hayır, evet öyle ama bir de şey var… Size de şey gibi gelmiyor mu-?”
“Dokuz günde fazlasıyla şey edinebileceğimiz?” dedi Alp.
“Aynen öyle.” dedi Aras, “Çok fazla şey nihayete erecek bence.”
“Çok fazla şey başlayacağı da kesin.” dedi Dalay.
“Ee Barlas, ne diyorsun?” diye sordu Dora.
“Gidelim.” dedi Barlas, “Ziyaretimiz usulünce olsun öyleyse…”
Büyüleyici olmanın verdiği yakıcı bir soğukluk olurdu bazen, samimiyetten uzak ancak mesafenin iyiye yorulduğu türden… Oceanos Sarayı’nın çift kanatlı dev kapıları önünde, her yanı parlak işlemeler ve farklı lisanlarda yazılmış yazılarla kaplı taraçada hissettiği o azametli karşılama böyle bir şeydi… Havada süzülen lambalar da olmasa her yanı buz kesebilirdi… Korkudan değil, büyülenmekten… Oceanid’ler, Sirenler, Tedanlığın ev sahipleri, Lalitalar… Her biri bir insanın yapacağı gibi öylece durmuş, kızgın, öfkeli ya da şaşkın ifadeler içinde ona bakmaktaydı… Belki ifade olayı değildi bu, İnsan gibi davranmayı beceremiyorlardı… Ağlamak isteyen bir palyaçonun düşeceği durumun tam tersi, böyle olduğuna emindi çünkü kasılmaları hissedebiliyordu…
“Sen büyümüzü savuşturan İnsan’sın.” dedi Alp’e Olin.
“Merhaba, ayağıma kadar gelmiştiniz ama fırsatımız olmadı.” diye tebessüm etti Alp, Barlas konuşabildiklerine sevinmişti.
“Hoş geldin Mathias…” dedi Faern bu sefer, Barlas’a bakıyordu, “Gözün pek beyaz değil, bu İumathias’ın işini kolaylaştıracaktır.”
Barlas buna karşın aslında bu işi hiç yapmasa da olur diye düşündüğünü söylemek istedi ama cesaret edemedi, bazı şeyler dokunulmazlık kazanırdı; Emma’nın ısrarcı tavrına da bakınca Mathias sorunsalının böyle bir şey olduğu kesindi. Olin ve Faern’in gözlerinde dörder çizgi olduğunu görünce kendini yaşamak konusunda bir hayli ezik hissetti, “Yüz altmışı geride bıraktınız demek.” dedi konuşacak bir şey bulamadan.
“Evet, tıpkı doğumeşlerimiz Nys, Haera, Gisir ve Lusbaren gibi…” diye cevap verdi Olin, “Nys, Haera ve Gisir birazdan burada olur.”
Barlas kimin ne zaman burada olacağına değil Lusbaren’e takılmıştı elbette, “Lusbaren doğumeşinizdi demek…” dedi hemen.
“Doğumu ölümlülere karışmamış olsaydı belki hâlâ aramızda olurdu… Faern için de endişeliyiz o yüzden bu konuda…” diye cevapladı Olin.
“Sen anlayabiliyor musun?” diye sordu Barlas sıkıntıyla Alp’e, Alp kafasını iki yana salladı.
“Meraklanmayın, Soy Ağaçları’nı incelerken gerekli şeyleri anlatırım ben.” dedi Emma fısıldar gibi, “Bakmayın onlara, onlara kalsa benim de ölümlülere karışmamdan korkuyorlar…” Aras’a döndü, Dordie’yle konuşmakta olan Aras duymamıştı ama Barlas, Ecrin ve Alp çok iyi duymuşlardı Emma’yı, “Bilmiyorlar ki varlığım ona ait… Biz…”
“Siz Diyar’ın geleceğisiniz.” diye tamamladı Barlas, “Onu yeterince duyduk.”
“Hem, ben Lusbaren doğumu ölümlülere karıştığı için değil, Almis gibi bir baş belası olduğu için öldüğünü düşünüyorum…” dedi Emma.
Olin ve Faern’in konuşmalarıyla Emma’nın konuşmaları arasında uçurum vardı; Emma daha küçük olduğu için mi yoksa onlarla çok fazla vakit geçirdiği için mi böyle bilemediler. “Bir de mızlanıyorduk.” dedi Alp, “Sadece Soy Ağaçları’na bile dokuz gün bakılabilir!”
Barlas niçin hâlâ daha içeri alınmadıklarını düşünürken kapıdan gayet dede denilebilecek yaşlı bir adam çıktı, İnsan’a benziyordu! Gözleri diğerleri gibi beyaz değil griydi ve yüzünde kırışıklıklar vardı, “Dora?” diye seslendi onlara…
Dora aniden Sofia’nın Oceanidler hakkında söylediklerini dinlemeyi bıraktı ve sesin geldiği yere baktı, adamla göz göze geldiklerinde kim olduğu hakkında fikir yürütebildi: Henry Guin’di bu… “Buradayım.” dedi naif bir sesle.
“Korkma sakın.” dedi Henry Guin Dora’nın yanına gelip gözleri içine bakarak, “Çiçeklerin burada açmazlar çünkü burası kişinin kendi varlığından ötesini engeller, kişinin izleri bahçelere düşer, çiçeklerin bahçelerimizde açıyor olmalı.”
Dora aslında dedesi söyleyince fark etmişti çiçek açtırmadığını, muhakkak olumsuz bir enerji olurdu böyle bir durumda, o enerji olmayınca anlamamıştı, “Korkmuyorum…” dedi, “Beni aramaya geleceğini söylemişlerdi…”
“Gelecektim, İumathias senin gelecek olduğunu söyleyip bizzat bana engel olmasa çoktan beraberdik. Teyzen Odata gelmek istemedi, annene hâlâ daha kızgın… Babanı hiç kabullenememişti…”
“Ölü birine kızgın olmanın anlamı yok…” dedi Dora kederle, teyzesi olduğunu bile yeni öğreniyordu, bundan Akel’in de haberi olmayabileceğini düşündü.
“Büyük dedem oluyorsunuz sanıyorum.” diyerek tebessüm etti Ecrin, “Ben Akel’in kızıyım…”
Henry Guin’in gri gözleri ansızın koyulaştı, buna epey şaşırmıştı anlaşılan, “Mathias’la birlikte misin?” diye sordu hayranlıkla.
“Evet, inşallah ayrılmayacağız da…” dedi Ecrin aynı tebessümle.
“Zaman…” dedi Henry Guin, “Çok hızlı, aynı zamanda çok yavaş…”
Barlas Henry Guin’in gözlerindeki iki çizgiye bakıp iç çekti, sıkılmaya başlıyordu, kapıda mı bekleyeceklerdi, eğer içeri alınmak konusunda tartışma çıktıysa hemen şimdi gitmeye razıydı, Soy Ağaçları’ymış! Kime ne? Almis dışarıda tozlar kaldırıyordu… Kapılar ardına kadar açıldı, dışarıya sırasıyla biri bir diğerinden farksız gözüken on iki kişi çıktı, gelenlerin göz çizgileri her seferinde fazlalaşıyordu, Barlas takmıştı buna kafayı… “Yaşlanmamak ama fazlaca yaş aldığını belirtmek için bir başka akıllı yöntem…” dedi Aldrid, “En son gençliğimde Dörtler’le görüşmüştüm, onlar neredeler; gözünde on çizgiye rastladığım herhangi biri yok henüz?”
“Bilge Aldrid…” dedi çıkanlardan son üçü gibi dokuz çizgili olanı, “Adım Mathor, doğumeşlerim Raun, Srinna ve Teuvel’in başdoğanı, aynı zamanda tedanlığın da koruyucusuyum, gençliğiniz gözlerimin önünde, pek geçmedi üstünden, varlığınızla şereflendirdiğiniz için teşekkür ederiz.” Aldrid oldukça memnun bir ifadeyle kafa eğdi, Mathor’un gözleri Barlas’a gitti, “Mathias…” dedi, “Uzun zamandır bekliyorduk, itibarın arttıkça yeni Mathias’ımız olduğuna inancımız da arttı, Dörtler seninle konuşmak için sabırsızlanıyor ancak İumathias burada değil, o yüzden o dönene kadar Ruavel, Kihar ve Cinna’yla görüşebilirsin.” Dışarıdakiler hepbir ağızdan kutsal isimler söylenmiş gibi mırıldandı. Barlas içeriye girdikten sonra başlarından neler geçip gidecek diye epey meraklanarak takımına baktı; Ecrin, Alp, Aetos, Aras, Emma, Dordie, Dalay, Peter, Sofia, Dora, Aldrid… Sonrasında kimlerle nerelerde birlikte olacağı koca bir muammaydı… Başladığı noktayla geldiği nokta arasına kim bilir neler sığardı; yol, pek bir dolambaçlıydı… Sonunda doğru ifadeleri edinebilmiş olan Deniz Ahalisi’ne dönüp, Mathor’un buyruğuyla yürümeye başladı…
“Armas - Birinci Gün: Cinna, burada geçireceğim dokuz günümü yazıya dökmem için fazla ısrarcı… Verdiği kâğıt altından, yazılan yazı gümüşten olunca insanın silgi arayası gelmiyor… Hiç hata yapmayacakmışsın gibi hissediyorsun. Sorunlarımızdan biri de bu değil mi aslında? Neyse, İumathias’la konuşmaya başlamadan sorular sormaya başladım bile. Günüm, Saray’ın bol şatafatlı odalarını gezmek, leziz mi leziz yemekler yemek, kalacak olduğum yeri seçmekle geçti aslında, diğerlerinden farklı bir şey yapmadım. Hah, unutmadan yazmam gerektiğini düşündüğüm bir detay var, sonuçta altın kâğıda gümüş kalemle yazılacak çok detay vardır öyle değil mi? Kıvanç, bak seni andım şimdi, neyse, bunları sanki sen okuyacakmışsın gibi yazmaya karar verdim sanırım, her an fikrimi değiştirebilirim beni gıcık etme… Evet, şu detayı söylemeyi unuttum, İumathias burada yahu, bir yere gittiği falan yokmuş! Meğerse aklı gidip geliyormuş da onun için öyle demişler bana. Of, gülme, komik değil, hangimizin aklı gitmiyor ki bazı zaman, haklısın, felsefik olmasını umduğum bu trajik cümlemden sonra bugünü kapatabilirim; ne olacak, yaptım yapacağımı!.. Ya, ya, noktalı virgüller ünlemler üç noktalar falan kullanıyorum, öğren bunları, hadi görüşürüz yarın.”
“Armas - İkinci Gün: İumathias’la ilk konuşmamı gerçekleştirdim… Üç noktadan anlayacağın üzere seni eğlendirmeye değil düşündürmeye geldim. Ne dedi biliyor musun; akıl ve irade sahibi olan bir varlığın istediği her türlü şeyi başarabileceğini söyledi. Aslında kazanılmış ya da kazanılmamış tüm başarılar içimizde, her şeyi düşünebildiğimiz için her şeyi de içimizde barındırıyoruz ona göre, kendisi de kendisine göre olduğunu söyledi biliyor musun, İumathias’tan böyle bir mütevazılık beklemezdim, işte her şeyi içimizde barındırdığımız için, yapmamız gereken tek şey içimize ulaşmak… Öyle bir şey işte anlatınca olmuyor, Mathias olup karşısına geçmen lazım; Dura’nın kıyısında ufku ve gemileri izlerken bir yandan da İumathias sana ilim dersi vermeye çalışıyorsa Mathias olduğunu iliklerine kadar hissedebiliyorsun… Onu geç, şok şok şok demek istiyorum, bugün Emma bizi Soy Ağaçları’nın güvende tutulduğu odaya götürdü. Görmeliydin, tanıdık isimler öyle birbirine bağlı, öyle birbirine ilintili durumdalar ki her bir ağacın karşısında mıhlanıp kalıyorsun. Ben ve Ecrin de vardık Asil Soy ağacında, tepemizde Parslar’ı Almisler’i seçince soyum kurusun demeden edemedim açıkçası… Emma bir de Oceanos Soyu’na ait ağacı gösterip bir şeyler açıklamaya çalıştı, doğumlar eşeyli değilmiş denizden gelirlermiş falan, ben pek anlamadım yine, diğerlerine sorarım lazım olursa ne anlama geldiklerini. Bazda’nın babası Henry, Barnabas’ın annesi Despina ve Emma son üç doğumlarmış, Henry ve Despina onların tabiriyle ölümlülere karıştığı için bir doğuma sahip olamamışlar, belli ki bizim Emma da sahip olamayacak, Aras var çünkü. Korkarım Oceanos’un doğumları buraya kadar…”
“Armas - Üçüncü Gün: Bugün güzel bir gündü dostum, başta İumathias’ın beni denize girmem için zorlamasına sinir olmuştum, söylemesi ayıp biraz da korkmuştum, Yaşam Denizi sonuçta ama girdikten sonra da çıkamadım. Sana yaşamı sunmasını istersen kapılarını sonuna dek açarmış Yaşam Denizi… Bana o kapıları gerçekten açtı, suyun içinde hem bedenime hem de ruhuma masaj yaptı sanki; sonra düşündüm, yüzdüm yüzmesine ama, ne kadar derindi ki acaba?.. Bunu İumathias’a bir sonraki dersinde söyleyeceğim, kesin hoşuna gidecek, ilimden kastı bolca soru sormak bence onun… Aras-Emma meselesi de giderek kızışıyor; Emma’nın İumathias’ın geleceğe dair öngörüsüne sebep Aras’ı bulmaya gitmesi ve böylelikle yeşille mavinin bir araya gelip bu görüyü taçlandırması konusu bugün çok konuşuldu; bir önceki günde yazmıştım ya, doğumlar buraya kadar diye, belki de ondan hiddete kapıldılar…”
“Armas - Dördüncü Gün: Almis, dostum, Almis… Bugün bahsedeceğim tek şey o olacak… Çünkü geçmişe gittim, Lusbaren’in anıtı başında siyahlara bürünmüş halde duran Almis’i izledim… Yüzü görünmüyordu ancak beden hatlarını seçebiliyordum; anlaşılan zaman tünelleri bile sakınır olmuş ondan… Ne oldu biliyor musun, aşkı buldum, bulduğumuz sekizinci aşk oldu onlarınki… Yedinci Aşk nereden peyda oldu bilmiyoruz ya çok da önemli değil, ne garip şey değil mi, aşkı bile onu yok edecek olan sona uydurulmuş… Tünelden ve gördüklerimden bahsedince İumathias insafa gelip konuştu onun hakkında, zaten buralarda onun hakkında konuşmak isteyecek ya da buna cesaret edecek tek kişi oydu sanırsam… Meleklere imrenerek başladığı hayat yolculuğunda, karanlık sanatların yoluna sapıp bir daha asla dönemeyen biriymiş o... Karanlığı ve getirdiği her türlü özü her gece içki misali yudumlayan, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir gözün görmediği varlıkları bir yolunu bulup keşfeden ve ne hikmetse her birini kendine taptırmayı başaran biriymiş… Büyü saptıran, göz boyayan, gerek kutsal gerekse şeytani büyüleri parmağında çevirecek kadar ustalaşmış, kendi büyülerini oluşturabilecek kadar kendini aşmış biriymiş... Ülgen ve Kolgay’ın Merdivenler’deki olayını biliyorsun, işte ona sebep babasına yapılan haksızlığın intikam ateşini de taşıyormuş içinde, ne var ki o ateş uğruna daldığı karanlık denizlerde, birçok felsefeyle yüzleşip varlığın ötesini keşfetmiş... İumathias’ın kelamı bitince benim düşüncelerim başladı bu sefer, meleklere imrenen, zamanında Lusbaren’e derin aşk besleyen bir şeytanımız var… Annesi bilgeliğin karanlığı da öğrenmekte olduğunu savunduğu için öldürülen, öz kardeşine hayatı zindan eden bir şeytanımız var… Gerçi, söylemeyi unuttum, rivayetler annesinin böyle düşündüğü için değil, bir karabüyü yaptığı için öldürüldüğü yönünde… Neyse, bugün çok konuştum, gün bitti bile.”
“Armas - Beşinci Gün: Oceanos Tedanlığı’nın ev sahipleri zamanı epey hafife alıyorlar bilir misin, bizim yıllarımız onlara birkaç saniye gibi gelebiliyor. Şimdi bakıyorum da hızlı geçmeye başladı sanki… Sanki bizim için de zaman anlamını yitiriyor burada… Yazdığım iki gün arasında inan hiç boşluk yokmuş gibi, sürekli sana yazarken buluyorum kendimi. Bugün kısa keseceğim, İumathias bana ikinci dersinde, hiçbir şeyin anlamı olmadığını öğretti…”
“Armas - Altıncı Gün: Bolca bahçe gezdim, İumathias bu sefer de hayatın anlamı var yeter ki yakından bak diyerek bitkileri incelememi istedi. Buradaki bitkiler hareketliler ya gerçekten dikkatini verip izlediğinde gülebiliyor ya da üzülebiliyorsun onunla… Biri bir sineğe komplo kurmaya çalışıyor, biri bir başka bitkiye yanaşıyor, biri salya sümük hayatından bezmiş gibi duruyor… İnsan düşünmeden edemiyor, bize basit de gelse, onların da kendilerine göre bir amaçları var… O halde bizim niye olmasın? Ya aslında söylemek istediğim başka bir şey var, o daha ağır basıyor bugüne, söyleyip söylememek arasında kaldım, Ecrin bugün yanıma gelip bir süre uzaktan beni izledi, nedenini sorunca ona olan ilgimin azaldığını hissettiğini söyledi, bunu da nereden çıkardın diye kızdım tabii, İumathias’la vakit geçirmelerim, mecnun gibi ortalarda gezmelerim canına tak etmişti belli… Ben de bir an uykudan uyanır gibi oldum, sonra, onu sevmek istedim, karşılık verince daha çok sevmek istedim… İşte anladın sen, senin kadar ileri gitmedim ama ilk kez bu kadar uzun ve arzulu sevdik birbirimizi… Galiba ona bir kez daha âşık oldum…”
“Armas - Yedinci Gün: Uyanır gibi olmaktan bahsetmiştim ya hani, boşuna değilmiş Kıvanç… Ecrin olsun, Alp olsun, diğerleri olsun, beni Mokan ya da Agola gibi soyut yalnızlığa itebilecek olan, belki de çok kısa bir süre de olsa iten, Mathias’lık sendromu için dolaylı yollarla uyarmışlardı, bugün karşıma çıkan kişi yüzüme bir tokat gibi çarptı bu gerçeği, Migan Dysis… Çok değil, birkaç saat önce Dura kıyısında yanımda belirdi, korktum, afalladım hatta bayılacak gibi oldum nedense, bana büyü mü yapıyordu emin değilim, aklıma erkek olduğu için öldürüldüğü geldiğinde gözlerinden ne olduğunu her zamanki gibi bilmediğim bir bakış aldım… Işık gözlerinden kopup benim gözlerime çakılırken derdi tasası gitmiş gibi yüzüme gülümsedi… Konuşmayı çok istiyordum, o yüzden neden geldiğini sordum, ‘uyan’ dedi, ‘zaman daralıyor…’ Söylediği cümlenin ne kadar mana dolu olduğunu görebiliyor musun? ‘zaman daralıyor…’ Beni hem yeniden direnişimi düşünmeye sevk etti hem de Oceanos’un üzerimde bıraktığı olumsuz etkiyi dile getirdi…”
“Armas - Sekizinci Gün: İumathias son dersi olduğunu söylemese ben artık devam etmek istemediğimi söyleyecektim… Nedense dün sana da yazdıktan sonra canım çok sıkkın sabahı ettim, bir an Oceanos Tedanlığı’nın ve İumathias’ın bana komplo kurduğunu bile düşündüm… Zor bir geceydi, takımımın hâl ve tavırları da bu şüpheyi onaylar nitelikteydi… Derken İumathias sadece son dersi olduğunu söyleyerek değil de son dersinde söyledikleriyle de şüphelerimi silip attı, bana inandığım şey uğruna savaş vermemin doğru olduğunu ancak kötülerin de inandığı şeyler olabileceği için beni kötü olandan ayıranın verdiğim savaşı erdemi gözeterek vermem olacağını söyledi… İlk dersimizi ve son dersimizi düşününce beni büyük direnişe hazırladığını şimdi görebiliyorum… İkinci dersimiz de pes etme ihtimali yok etmek içindi…”
“Armas - Dokuzuncu Gün: Geldik mi son güne?.. Evet, geldik… İumathias iyi bir Mathias olduğumu söyledi; beni diğerlerinden ayıracak birçok deneyim edinmiş… Kendime has, dengeli ve güçlü bir potansiyelim olduğunu söylüyor… Niye bilmiyorum, bana bugün bir sırrı ifşa etti, hani hep sövdüğün o Bilgeler var ya, işte onların belli bir yeri yokmuş, önemli yerleşkelerin önemli vakitlerinde toplanır, genel konuşmalar yapar ve dağılırlarmış… Gökyüzünde bir sarayları yok kısacası, belki korumaya çalıştığımız herhangi bir Köy’ün, önünden geçtiğimiz herhangi bir mağaranın içinde seyahat halindeler… Fiziksel ya da ruhsal seyahat şartmış onlarda, ha tabii tahmin ettiğimiz gibi toplandıklarında muhakkak çakır keyif oluyorlarmış ve onları etrafında toplayan yuvarlak masa içlerinde ‘Taşıyıcı’ adı verdikleri biri tarafından toplandıkları alana taşınıyormuş. Yani düşündüğümüz gibi, bir masaları var en azından, yumruğunu vurmak için güzel olurdu ha, ne dersin? Neyse, benden bu kadar, ne diyeceğim, merak etmedin mi hiç ‘Armas’ ne demek diye? Üzgünüm, eğer yanımda olsaydın bunu bilebilirdin, şayet günlerimin başlığına verdiğim bu isim aramızdaki konuşmalar sırasında dile getirdiğim bir sitemin kısaltması… Yanımda olsaydın, bunu bilebilirdin…”
Barlas, onuncu gün biterken soğuk terler dökmekteydi… Buraya gelirken edinip de dokuz gün kalacağını öğrenip ertelediği savaş sıkıntısı yeniden gözlerine tırmanmıştı… Gelmiş ve geçmişti bu sefer de şimdi bitirmek vaktiydi. Onu bir nebze dürtecek bir şey gelse başına, kendini bir şekilde iyi hissetse buradan gitmek için dostlarını harekete geçirmesi çok daha kolay olurdu… Oceanos’un bir gün fazladan kaldılar diye şikâyet ettiği yoktu ancak nedense kendini artık fazlalık hissediyordu… Deniz Ahalisi onu her gördüğünde selamlıyor, Oceanos’un ev sahipleri gözü eski koyu kahverengine kavuştuğu için mutlu gözüküyordu. Dordie, Aras ve Emma üçlüsü hâllerinden pek bir memnundu, diğerlerinin de şikâyetçi oldukları söylenemezdi nitekim böyle hisseden yalnızca o değildi, buradan çıkışları bu yolculuğun bitişineydi… “Barlas Abi?” dedi Dordie yanına yaklaşıp. “Hayır Dordie,” diye tersledi Barlas, vakti olduğunu sanmış olsa gerekti ama sıkıntısı baş göstermişken bunun hiç de sırası değildi, “Anlaman gerek,” diye yumuşattı sesini Dordie’nin bu dozu yüksek terslemeye verdiği ağlamaklı tepkiye karşılık, “daha çocuksun. Bunun başka bir açıklaması yok. Bizimle savaşa gelmene falan müsaade edemem, baban seni bana emanet etti ve yola çıkarken de söylediğim gibi bu emanet yalnızca Oceanos içindi.”
“Aras ve Emma gelecekler ama!”
“Onlar bana emanet değil, korumak başka, emaneti gözetmek çok başka.”
“Peki,” dedi Dordie pes ederek, beşinci girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı böylece, “En azından beni buraya kadar getirdiğin için teşekkür ederim, burada en güzel günlerimi geçirdim, kendimi yetişkin gibi hissettim.”
“Rica ederim yeğenim.” dedi Barlas gülümseyerek, yumruğunu havaya kaldırınca Dordie’yle yumrukları tokuşturdu.
“Ne diyeceğim sana?” dedi Dordie tebessümünün ardından, Barlas acaba bunlar artçı ajitasyonlar mı diye düşünse de kafasını evet anlamında salladı, “Burada bir gariplik var bence.”
“Nasıl yani?” dedi Barlas merakla, dönüp etrafına baktı, kristal mermerli, her biri bir diğerinden değerli kumaşlarla dikilmiş perdelerle çevrili giriş alanı her zamanki gibi ihtişamlıydı. Alp, Ecrin, Aetos ve Dora bir köşede, Aras, Emma, Dalay, Peter, Sofia ve Aldrid bir başka köşede konuşmaktaydı.
“Çok sessiz, ev sahiplerinin biri bile ortada yok, Deniz Halkı da çekilmiş.”
“Ha, onu diyorsun,” dedi Barlas anlayıp gülümseyerek, “Bugün bir ritüel yapılacakmış, o yüzden toplandılar.”
“Biz neden yokuz ki?” diye üsteledi Dordie, “Hem ne ritüeliymiş o? Doğum yok, kırk yılda bir yaptıkları ayinin daha otuz dokuz yılı var…”
“Bunu sana Aras mı söyledi?” diye ciddileşti Barlas.
“Her şeyi Aras’ın mı söylemesi gerekiyor, ben de pekâlâ düşünebilme yeteneğine sahibim.”
“Kuruntu tehlikeli bir silahtır yeğen…” dedi Barlas çok önemli bir şeyden bahseder gibi, Dordie kaşlarını çatınca ne diye böyle değişik konuşma gereği duydu anlamadan Emma’nın yanına gitti, “Emma?” dedi yüksek bir sesle, herkes bunu duymuştu, ne olduğunu merak ettiler, “Gelir misin bir dakika?” diye volümünü düşürdü Barlas. Emma, Barlas’ın yanına yaklaşırken Dordie’nin yüzüne bakmakta olduğunu görüp tedirginleşti, Barlas bunu fark eder etmez konuya girdi, “Neredeler?”
“Kim?” diye sordu Emma yutkunarak. Barlas ağzını açacaktı ki dank etti, ritüel demek! İumathias neden ona korunan sırrı ifşa etmişti? Bu yüzdendi, emindi!
“Barlas, ne oldu?” dedi Alp uzaktan bile Barlas’ın aydınlandığını anlayıp, Barlas’a yaklaşırken dağınık duran direniş takımı Barlas’ın etrafına toplandı.
“Bilgeler!” dedi Barlas, “Buradalar!” Emma şoke oldu, bunu anlaması bir yana, bilmesi imkânsızdı, Mathias bile olsa!
“Buradalarsa ne olmuş ki?” diye meraklandı Aldrid, “N’apacaksın?”
“Karşılarına çıkacağım tabii ki!” dedi Barlas, “Yeterince gecikmişti bile! Nerede olur bu toplantı?” diye sordu Emma’ya, Emma konuşmak istemedi, “Hadi ama! Uzatmanın anlamı yok Emma, bildiğini biliyorum, söyle neredeler?”
“Bilge Toplantısı’nı bölmek hiç iyi karşılanmaz, lanetlenebilirsin bile Mathias.”
“Lanetlenmek mi?” diye alay etti Barlas, “O da ne demekmiş, hiç duymadık değil mi böyle bir şey daha önce.”
“Alay etme Barlas Ağabey.” diye alındı Aras, Emma yerine, “Emma, sen de söyler misin lütfen, karşında Asrın Özeli var ve kafaya koymuş çoktan.”
“Elden ne gelir?” dedi Emma içini çekip, “Gizli Taraça’dalar.”
“Orası nerede peki?” dedi Barlas üsteleyip.
“Takip edin.” dedi Emma, bir yandan da doğumeşleri ve doğumataları ona nederler diye kara kara düşünmeye başlamıştı, dün gitselerdi bunların hiçbirine gerek kalmayacaktı…
“Merak etme,” diye kulağına eğildi Barlas, “Bunu İumathias da istedi.”
Barlas’ın böyle söylemesi Emma’yı ürpertti, İumathias bunu niye istemiş olsundu ki? Ne tuhaf şey! “Neden diye mi düşünüyorsun yoksa?” dedi Dora, anlaşılan kulak misafiri olmuştu Barlas fısıldamış olsa da, “Boşuna düşünme, Barlas beni de değiştirdi, kendimi buldum, aynı şeyi İumathias’a yapmış olması pek muhtemel ve emin ol, o da olmak istediği kişi olarak söylemiştir bunu.”
“Kim bilebilir?” dedi Emma ürpertisi şaşkınlığa dönüşmüşken.
“Biz bilebiliriz.” dedi Ecrin temin ederek.
Oceanos Sarayı’nın uçan halıyı andıran tül merdivenlerini çıkıp merdiven boşluğunda ancak onu bulmak için arayanın görebileceği silik kapıya vardıklarında Alp epey etkilenmişti, boşluğun içine mi gireceklerdi? Öyle olacaktı, Emma kısa ama beyni gıdıklayan garip bir uğultu sesi çıkardığında kapı açıldı, deniz sesini duyunca içeriden üzerlerine su akın edecek sandılar. Kapıdan içeri birer birer girdiklerinde bu zamana kadar gördükleri boyutu unutturacak kadar büyük boyutta bitkilerin göğe doğru çıkıp gökte birleştiklerini, kendi büyüklüklerinde çiçekler tarafından dört yandan çevrildiklerini gördüler. Uzun ince bir yol vardı önlerinde, nasıl olduysa Yaşam Denizi’ne yaklaşmış gibiydiler; gemilerin ve dalgaların çıkardıkları gürültü diplerindeydi. Tepelerinde duran bitkilerin salya akıtan türden olmaması için duacı olup ilerlediler, ilerleme arttıkça onların sesleri diniyor, toplantıdan gelen sesler yükseliyordu, “Birini mi bekliyorduk?” dedi içlerinden biri huylanmış gibi, cevabını almasına gerek kalmadan Barlas gözleri önüne çıktı, yuvarlak masada oturan tüm Bilgeler ayaklandı, içlerinde Detsya ve Agola Pervaze de vardı…
“Ne ara benden korkar oldunuz efendim?” dedi Barlas, Detsya’ya bakarak.
“Burada ne işin var?” diye öfkelendi muhatap olacağı kişi, oldukça iri omuzlu, upuzun cübbeli, bembeyaz, uzun sakallı biriydi, yüzünde çeşit çeşit yara izleri, ellerinde ışıl ışıl yüzükler vardı, Merlin falan mıydı?! “Sandığın kişi değilim.”
“Fark etmezdi…” dedi Barlas dağılmamaya çalışarak, “Masanın etrafında konuşlandığınızda birinizin bir diğerinden farkı kalmıyor anlaşılan… Hepiniz oyunları keyifle izleyen seyircilere dönüşüyorsunuz…” Dokuz Bilge’nin her birine bakarken İumathias’a sıra geldiğinde gözlerini kaçırdı, onu ayrı tutuyordu.
“Arterus,” diye seslendi Aldrid, “fazla sert bir merhaba olmadı mı bu? Size bir şey yapmadı ki…”
“Evet, haklısın dostum.” dedi Arterus, “Ne var ki sen de görmüşsündür, biz de bir şey yapmadık ancak Hiero Barlas’ın bakışları hınçla dolu… Olan bitenin sorumlusu kıymetli konseyimizmiş gibi bakıyor…”
“Bunu neden Barlas’a mal ediyoruz, bizler de hınçla bakıyoruz size.” dedi Ecrin, Bilgeler hakkında yaptığı tüm sövgüler aklından geçmekteydi.
“Arterus’la konuşma cüretini ancak Hiero gösterebilirdi, rica ederiz ötesi sessiz kalsın.” dedi kıvırcık saçlı kadın bilgenin biri.
“Bu ne ukalalık?” diye tutamadı kendini Alp, “Gören de bunca yolu biz değil de siz gelmişsiniz sanır, bunca vasfı biz değil de siz elde etmişsiniz sanır!”
“Hey Hak!” dedi başka bir bilge, uzun mu uzun bıyıkları vardı, “Geldiğiniz yolu da vardığınız vasıfları da sizin kadar iyi biliriz.”
“Öyleyse bu soğukluk, bu çekememezlik niye?” diye sordu Dora, onun konuşması da hafiften ürperti vermişti sanki.
“Korkuyorlar…” dedi Barlas, “Bir şey yapacağımdan…”
“Yapmadığın şey değil.” dedi Arterus, “Bilgeler senden katiyen uzak durmak istiyorlar çünkü bizim için baş edilmesi güç bir muammasın… Sonunda Barlas’ı iyiye mi yoracaksın kötüye mi bilmiyoruz…”
“Diyar’ı kurtarmaya çalışıyoruz!” dedi Alp.
“Diyar'ı romantik aptallar mı kurtaracak?..” diye her birini öfkelendiren sözü etti az önce Ecrin’i susturan bilge, Detsya ve Agola bunun üzerine dönüp onun yüzüne baktı ancak nedense ses çıkarmıyorlardı; ne beklenirdi ki romantiklik aptallıksa en büyük aptallar olabilirlerdi!
“Saygı duruşunda bulunduğun on tılsım vardı ya,” diye iğneledi Alp, Detsya’yı, “bize ihanet ettiler…”
“Her şeyin bir sebebi vardır.” dedi Detsya buna karşın, “Daha büyümediniz…”
“Ya da biz öyle düşünüyoruz?” dedi İumathias ilk kez konuşarak, Barlas ve dostlarını savunacak zamanın geldiğini düşünmüştü anlaşılan, “Büyümek dediğimiz nedir ki hem? En küçüğümüz bile bizi büyütebilirken?”
“Kadim dostum, yapma lütfen.” dedi Arterus, “Bu işin pirleri neden biziz? Çünkü herkesin göremeyeceği bazı şeyleri görebiliyor, büyük resme bakabilir erginliğe erişebiliyoruz. İnsanlar birbirine kıydı, yok yere düşman oldu… Vakit geçti, biri bir diğerinin tasasını görmeyi başardı, orta yolu bulmaya çalıştı ve düşmanı bildikleriyle dost oldu… İnsan hamdı, tam oldu… Bu süreçte yorgun düştü, sızlandı, birçok şeye maruz kaldı ama kendini tamamladı… Sonra biri çıkıp, birileri çıkıp bu yolculuğu hep başa sardı… Hatta bir vakit sonra sonunu görmeden, görmek istemeden başa sarmayı huy edindi… Savaşmaktan başka işi yokmuş da işsiz kalmaktan korkar gibi!..”
“İnsan savaşçıdır da.” dedi Barlas son cümlenin kendisine bir eleştiri niteliğinde olduğunu düşünüp, “Kendi haline bırakıp İnsan’ı insanlıktan her geçen gün daha fazla uzaklaştıramayız ki… İnsan’ı İnsan’a kırdıran yine İnsan ve bu bir gerçek! Birlikte güçlüyüz ve tekrarlar bizi yıldırmamalı, kötü olan varsa, erdemi gözetmeyen bir taraf varsa savaşta, savaşın da bir sebebi vardır…”
“Öyle olsun Hiero…” dedi Arterus uzatmak istemeyerek, “Korkarım aslında istemediğin savaş kapıya dayanmış durumda, iş işten geçeli çok oldu, hatalar yapıldı şimdi acısı çıkacak… Git, aileni kurtarmaktan başla, İskeletor kıymetimiz Sigun’a misafir gelen yine başka bir kıymetimiz Oktar’ın izini bulmuş durumda… Direnişinizin sonu başladı… Uzundur konuşuyoruz, kusura bakma, sen yokken senin hakkında çok şey konuştuk… Eğer direnişten selametle çıkarsan, Diyar’ın Hükümdarı ol istiyoruz… Kabul eder misin?” Barlas havası ansızın değişen ortamda, Bilgeler’in tebessümlerini görüp donakaldı, şimdi Bilgeler’in yüzünde, ona derin sevgi besleyen bir taraf vardı… Ya cevap, buna cevabı var mıydı?..
***
“Ne kadar zamanımız vardır ki?” diye endişeyle sordu Dordie, uzundur hışımla yürüyüşleri bir yana kardeşini, babasını ve büyükannesini de merak ediyordu.
“Söyleselerdi bunu bilebilirdik!” dedi Barlas, Alp ve Evrim’in öpüşmek gibi bir hataya düştükleri yerden şimdi geçmişlerdi.
“Kovulmadığımıza şükredelim!” dedi Alp, “Çok şey istiyorsun.”
“Barlas, gerçekten çıkışın gereksizdi,” diye öğüt verdi Aldrid, bu tempoya ayak uydurmak çok zordu, “Dalga geçmemişlerdi ki. Samimiydiler bunu sorarken.”
“Ben de samimiydim!” dedi Barlas, “Savaşın büyük olduğunu biliyor, kazanan tarafın biz olmasını da diliyorlar ama icraat yok! Açık açık yardım etmeyeceğiz, başınızın çaresine bakın demişlerdi, sonra Diyar’ı ayaklarıma serseler ne olur?!”
“Yine de masalarına yumruk vurup tek laf etmeden sırtını dönüp gidişin fazla sert oldu, inan bana İumathias bile alındı buna.”
“Artık pek umurumda değil, beni seven, bize saygı duyan yanımızda yer alır o kadar, gözüm hiç kimseyi görmüyor.”
“Gelen var!” dedi Peter ekibi durdurarak, hışımları diner gibi olduğunda ötede süklüm püklüm yürüyen cübbeliyi gördüler, Bilgeler’den biri falan mıydı ki? Pek bir gençti ama yanında da… Öz Tılsımlar’dan biri?!
“Hiero?!” diye son nefesini seslenmekle tüketti Darius, “Hiero’yu arıyorum, lütfen içinizden biri o olmuş olsun!”
Barlas diğerlerinin önüne çıktı, Öz Tılsım, Darius’tan önce davranarak hızla yanlarına vardı, “Hiero, Tansu ben.” dedi tılsımdan çıkan derin kadın sesi, “Lütfen dinle.”
“Siz, sen, ne-?” dedi Barlas şaşırarak, “Neden dinleyeyim ki seni?!”
Diğerleri de büyük şaşkınlık içinde Tılsım’ın etrafında toplandı. Ecrin ve Alp’in merakını Tılsım’dan ses çıkması, diğerlerinin merakınıysa konuşan bir Tılsım olması çekmişti. Alp’in bakışları çok sertti, Ecrin araya girdi, “Çünkü bizi birbirimizden korumuştu Barlas…” dedi anımsar gibi, “Unuttun mu, Hanedanlık’ta, Mum’un altında-”
“Unutmadım ama unutmadığım daha fazla şey var!” diye karşı çıktı Barlas, Rüzgâr’ın ölümüne sebep olmaları düşüncesi hâlâ daha onu çıldırtıyordu.
“Affet diyemem, buna yüzüm yok.” dedi Tansu, “Bilmeni isterim ki Almis’in elinden son anda kurtuldum, kalan dokuzuma zamanında çaldığı bedenleri geri verdi, beni sırf size yardım ettiğim için dışladı, yok saydı, hatta ikizine kurduğu komplo için kullandı.”
“Komplo mu, ne komplosu?” diye sordu Barlas.
“Ben ölen arkadaşınız gibi bir Kan Emen’im,” diyerek araya girdi Darius, “ikizinizle birlikte Biyan’daydık, Rice, Arya ve Sanberk köyümüzü kurtarmak uğruna Buz Adaları’na gitti, sonradan öğrendim ki köyümüzün kurtarılmaya ihtiyacı yokmuş, hepsi göz aldatmacasıymış, yalnızca arkadaşlarınızın kaçırılabilmesi içinmiş!”
“Yani şimdi Almis’in elindeler öyle mi?!” diye telaşlandı Aras.
“Öyle, sizi uzun zamandır arıyoruz, ben Sanberkler’in peşine gitmiştim ancak geç kaldım, Tansu da Krallık Yandaşları’nın elinden kaçmış, karşılaştık.”
“Darius’un lanetini kaldırdıktan sonra sizi hissetmem zor olmadı ancak sürekli yer değiştirdiğinizden ve Darius’la birlikte yol almam daha güvenli olacağından size ulaşamadım. Saklandık, bu tarafa gelmenizi bekledik, neyse ki biz öteki tarafa geçmeye karar verdiğimiz sırada varlığınızı Ungan’da hissettim.”
Tansu’nun normal olmaktan çok uzak derin, titreşimli, gür sesini dinlemek yüreklerinde tuhaf bir kabarmaya neden oluyordu, “Kimsiniz siz?” dedi Barlas, “Neye hizmet ediyorsunuz?”
“Biz hizmet ettiğimiz tek varlık Alanguva’dır,” dedi Tansu, Dora aniden pür dikkat kesildi, havada uçan bir cismin bunu söylemesi epey garipti, “Biz Onlar’ız, Diyar’ın diğer ucunda, hiçbir varlığın olmadığı yerde, Alanguva’yla birlikteyiz.”
Herkes kalakaldı, “Diyar’ın diğer ucu da neresi?!” diye sordu Dora.
“Gemilerin gidip de ilerleyemedikleri yer…” dedi Alp birden keşfetmiş gibi, “Ufkun ötesi… Nerede yaşıyor, bir adada mı?”
“Evet.” dedi Tılsım, “O adaya yıllar evvel davetsiz bir misafir geldi…”
“Almis…” dedi Barlas, “Ötesini keşfetmişti…”
“Toprak Ana’ya karşı hastalıklı bir takıntısı var.” dedi Dora.
“Bizimle savaştı,” diye devam etti Tansu, “Haddini bildirmeye çalıştık ancak eli boş gelmemişti; kimsede görmediğimiz bir ilim timsaliydi, sayımız on olmasına rağmen tek isabet ettirebildiğimiz laneti de sektirerek yüzüne odakladı, akıllıydı, çirkinliğin ufak bir göz aldatmasıyla uzaklaştırılabileceğini biliyordu… Yine de biz görevimizin gereğini yapıp Alanguva’ya erişimini imkânsız kıldık, o da buna karşın tüm Diyar’ı kapsayan bir lanet yapıp bizi Ruhu Evvelden Olan On Tılsım Efsanesi’ne malzeme etti…”
“Yani, Lahit Zümrüdi’nin bir benzeri mi?” diye şaşkınlığını atmaya çalıştı Dora.
“Evet, herkesin hafızasında yer etmesek de kilit isimler bizi çok öncesinden bildiklerini sanarak bizleri dilden dile aktardı, hâlbuki Tılsım’a dönüştürülmüştük.”
“Alanguva şimdi nasıl korunmakta?” diye sorularına cevap aradı Dora, “Hem, istese sizi Almis’in elinden kolaylıkla alabilirdi.”
“Korunmaya ihtiyacı yok, başka yollarını bulmuştur bunun, yanıldığın nokta bizi kolaylıkla kurtarabileceği, ne yaptığını bilmiyoruz ama Almis Leksiveyan bunu da planlamış, düşüncemiz Alanguva’nın bizi kurtarmasının bedelinin kendi ifşası olduğu yönünde; buna asla müsaade etmezdi…”
“Kehanet?” diye sordu Peter, “Kehanet’ten haberiniz yok mu, yok edilmenizi söylüyordu, yalnızlığınıza yarım diyordu?..”
“Kehanetler de aldatılabilir.” diyerek her birini sarstı Tansu, “Kehanete uyumlu olabiliriz, bizim üzerimize geçirebildiğiniz şeyler olabilir ama bu sizi yanıltmasın.”
“Sana nasıl güveniriz?” diye sordu Barlas Tılsım’a, “Hem, kalan dokuz senin gibi ılımlı olmamalı, Teodosia’da güçlü bir saldırı gerçekleştirdiler.”
“Biliyorum.” dedi Tansu, “Belki dediğin gibi onu da bilemem ama denemek zorundayım, belki kardeşim Tomris, belki de daha fazlası… Bana hak verebilir, beni dinleyebilirler… Ben, Almis gibi bir küfür için savaşmak istemiyorum; sizinle savaşmak istiyorum; Alanguva’nın da bunu isteyeceği aşikâr.”
“Diğerleri bunu unutmuş olmalılar!” dedi Alp hiddetle, “Ne için var olduklarını!”
“O zaman hatırlatırız.” dedi Dora.
“Geliyorlar…” diye havayı gösterdi Aetos, Krallık uçanları Ungan Köy’e doğru akın ediyorlardı! Birbirlerine dehşet içinde baktılar, “Her zamankinden daha kalabalıklar…” diye bitirdi Aetos.
“Gitmeli miyim?” diye sordu Alp Barlas’a Kiril Şatosu’nu kastederek.
“Henüz değil, sana yanımda ihtiyacım var.” dedi Barlas, kendini henüz yeni toparlayabilmiş olan Darius’a döndü, “Her şey için sağ ol, köyüne dönebilir ya da bizimle kalabilirsin, bu senin bileceğin iş, biz başlayalım!”
Koştular, Lalitalar niçin koştuklarını anlayınca korku dolu vızıltılarla her birinin canı için duacı oldu, peşlerinden az önce konuştuğuna yemin edebilecekleri altın renkli tılsım fırladığında birkaçı onu takip etmeye çalıştı ancak yetişemedi. Direniş Takımı büyük bir hızla tepeye tırmandıklarında gördükleri manzara beyinlerinden vurulmuş hale getirdi; Şahbazlar Ungan Köy’ün köylülerini kılıçtan geçiriyor, Sihirbazlar evleri ateşe veriyordu, “İstediği sensin, onu ne biz durdurabiliriz ne de bir başkası, çık evden Oktar!” diye bağırıyordu Düzenbaz’ın biri, Sigun Awilda’nın kesif büyülerle korunaklı hale getirilmiş evi önünde, yandaşlarıyla birlikteydi “Çıkmadığın her dakika için bir aile yok olacak!”
Düzenbaz’ın kimden bahsettiği ortadaydı, ya o neredeydi? Barlas tam tüm özgüveniyle çıkıp hiçbir aileye zarar veremeyeceklerini söyleyecekti ki, “Barlas!” diye can havliyle bağırdı Ecrin, Barlas hızla arkasını döndü, kendilerinin en az on katı büyüklüğünde kemiklerden ve içi iki güçlü ışıkla ışıyan bir çift gözden ibaret yaratık tam tepelerinde onlara kemikten eliyle darbe indirmek üzereydi, Barlas’ın gözleri refleksle parladı ve ortaya çıkan dev alev topu İskeletor’un kaburgasını yakarak kemik boşluklarından öte tarafa fırladı. Bu sadece onu yavaşlatmıştı, Barlas her birini Sigun’un evine koşmaları için uyarırken yapıp yapmamak arasında kalma duygusunu hissettiren doğaçlama bir büyü yapmaya yeltendi, “Barlas Morel burada!” dedi az önce Oktar’ı dışarı çıkması için uyaran Düzenbaz, “Bırakın köylüyü, onları hedef alın!” Barlas daha fazla beklemedi, büyüyü yaptığında ortaya her birini ürpertecek bir ışık huzmesi çıkıverdi, sanki teni temas eden oracıkta tozlara karışacaktı, “Dikkatli olun!” diye bağırdı tepelerine inen Kara Pegasuslar’ın en irisine binmiş Sihirbaz’ın biri, “Yakarışık bu! Uzaklaşın!” Onlara hücum için koşan Barbar ekibi korkuyla geriye döndü. Barlas’ın adının Yakarışık olduğunu öğrendiği büyüsü dağılıp genişleyerek İskeletor ve Ungan Köy arasına siper olduğunda buna sadece onlar değil, İskeletor’dan da korunmaya çalışan Barbarlar’da sevindi. O sevinçle yeniden hücum ettiler, “O kadar uzun boylu değil!” dedi Aldrid gözlerinden çıkardığı ışınlarla koşmakta olan Barbarlar’ı paçavra gibi fırlatırken, tepeden tam yanına düşen alev topu düşmesine neden olduğunda Barlas, Alp ve Ecrin yan yana dizilip önüne geçti. “Bizimle başa çıkamazsınız!” dedi Alp, önce göğe ardından yere bakarak, “Ne kadar da azsınız!”
“Buraya savaşmaya değil, Oktar’ı İskeletor’a teslim etmeye geldik, o hırsızı ne diye koruyorsunuz! Elindeki kılıç İskeletor’a ait ve zaptedilemiyor! Kılıcını verin!” diyerek böğürdü az önce bağıran Düzenbaz.
“Savaşmaya değil mi?” diye alaycı bir ifade takındı Barlas, “Üzgünüm ama savaş çoktan başlamıştı!” Barlas’ın bu cümlesi akabinde üzerlerine gelmeye başladıklarını gören Barbarlar korkuyla iç içe sokuldu, her şey harika gidiyordu ki İskeletor’un dev kemik eli Yakarışık’a darbe indirdi, darbesi hiçbir şeye tesir etmemişti ancak Barlas göğsüne ok saplanmış gibi yere düşüverdi.
“Ne bu?!” dedi Ecrin Alp’e bakıp.
“Büyüne ruhunu mu bağladın?!” diye kızdı Alp, “Daha uzun süre ve daha güçlü halde kalır ancak herhangi bir aksilikte böyle düşüverirsin işte! Hayır yani ben bile denemedim ruh bağlama işini, ne cesaret!”
“Alp!” diye sesi çok zor çıkarak Alp’e elini uzatıp yardım istedi Barlas, durumun vahametini o zaman anladılar, iç içe girmiş olan Barbarlar da işte o zaman cesaretlenip yeniden dağılmaya başladı.
“Büyüye son ver!” diye bağırdı Alp korkuyla, Barlas kafasını iki yana salladı, “Kendine zarar vermenin sırası değil aptal herif, buna daha sonra yeterince fırsatın olacak!” diye boğaz yırttığında Barlas Alp’in ilk defa bu kadar çok sinirlendiğine şahit olduğu için dediğini yaptı. Barlas büyüyü sonlandırdığı an Alp’in gözlerinde ışık çaktı, sanki ortam yarıldı da içinden ışıklar fırladı, Yakarışık büyüsünün olduğu yerde şimdi daha zayıf ancak daha adam yaralamayan bir büyü vardı. “Burnun kanıyor!” diye bağırdı Emma, Alp’e, diğerleri de onun yüzüne döndüklerinde aralarından sarmaşıklar fırladı.
“O küçük bir sorun.” dedi Alp, doğrusu yüzündeki izle bütünleşen kanı korkunç yaratıklar gibi görünmesine sebep olmuştu. “Bunu hiç yorulmadan yapabilirim.” dedi etraflarını saran tüm Barbarlar’ı gönderdiği sarmaşıklarla sıkı sıkıya dolayan Dora, “Hem de sınırsız kere! Geri çekilin!”
“Anlamıyor musunuz?” diye kızdı Düzenbaz arkadaşlarının acılı ulumalarına karşın, “Biz çekilsek de Süvari vazgeçmeyecek!”
“O benim sorunum!” diye gür bir ses geldi, döndüler, Sigun’un evi kapısında kolu sargılarla dolanmış Oktar durmaktaydı, yüzünde kesiği andıran izler vardı. “Öldürün!” Dora afalladı, dolamıştı dolamasına ancak onları tozlara karıştırmayı düşünmemişti hiç! “Yap Dora!” diye destekledi Barlas, “Savaştayız ve bizi öldürmek isteyenler ölmeli, ölen taraf sen mi ol istiyorsun?!”
“Defalarca kez ölümcül lanet yolladıklarına ant içerim.” dedi Peter; Sofia ve Dalay’la birlikte tepeden yağan büyülere karşıbüyü yapmaktaydı. Dora sarmaşıklarını iyice sıkılaştırdı, Barbarlar canhıraş çığlıklar atmaya başladı, Dora bir anda hepsini bırakıverdi, olduğu yere çömeldi, Barlas uzuvlarını hareket ettirmeye çalışan tüm barbarları mor ateşinden geçirdi. Tozlar tabakalar halinde yükselirken, “O toz gökte kalmayacak!” dedi Düzenbaz, hem korkuyor hem dikleniyordu. “Biz gideceğiz ancak Süvari geride tozlarınızı bırakacak!” Koşarak uzaklaşırlarken bu sefer de Alp’in havaya kaldırdığı dev kayalarla çarpıştılar, Aldrid kayaları tek tek patlattığında yeniden tozlar yükseldi, “O hırsla dağları devirebilirdi, tabii biz önce devirmeseydik!” diye açıkladı Alp.
“Gidiyorlar.” dedi Aetos hanidir bir şey yapamadığı için rahatsız bir biçimde, dönüşüp takip edeyim mi onları?”
“Daha önce seni gördüler, olmaz.” dedi Barlas, “Bırakın, cehenneme kadar yolları var!” Geriye İskeletor’un Oktar kapıya çıktığından beri yükselerek artan kükremeleri ve korkularından bembeyaz kesilmiş köy ahalisi kalmıştı…
“Onun için ne yapabiliriz?” diye sordu Dalay Oktar’a.
“Element Ordusu yolda.” dedi Oktar düşmanına bakıp, “Ateş Grubu’nu öne çekip hızlandırılmış bir eğitim tertip etmiştik, ateş, kemiği de yakar!” Barlas, ordu kelimesini duyunca ve kısa sürede kaç ölüm gördüklerini hesaba katınca savaşın gerçekten de başlamış olduğunu kavradı; eh, kendileri için iyi başlangıçtı bu, sonları için de aynı şeyi umuyordu…
“Ne kadar daha tutabiliriz ki?” dedi Sofia, “Nerede kaldı bu ordu?”
“Karşı taraftan da gelen giden yok?” diye ekledi Emma.
“Bir dakika!” dedi Aras, hemen iki yanında duran Peter ve Dordie ona baktı, “Ordu nasıl gelecekti?”
“Uçarak değil herhalde.” dedi Sofia, “Koskoca orduyu cisimleyemezler de.”
“Yayan!” diye Aras’ı anladı Peter, “Yolda karşılaşmış olabilirler mi?”
“İyi ama hiç gürültü yok ki?” dedi Dordie, Peter yukarıyı, Süvari’nin öfkeden kudurmuş iskeletini gösterdi, ses yoktu ya da çok boğuktu, “Sesi engelliyor!” diye hak verdi Dordie, “Koruma büyüsü sesi de engelliyor!”
“Barlas!” diye seslendi Peter, ötede Sigun, Tomris, Dora, Aldrid ve Oktar’la ne yapacaklarını tartışan Barlas döndü, “Alp nerede? Korkarım çok geç fark ettiğimiz bir durum söz konusu!”
“Neymiş o?” diye yanında Ecrin ve Aetos’la çıkageldi Alp.
“Ses, ses yok! Büyün sesi de engelliyor.”
“İyi ya işte, görmüyor musunuz çılgınlar gibi bağırıyor Süvari.”
“Ya duymamız gereken şeyleri de duyamıyorsak?”
“Peter neden uzatıyorsun, söylesene artık şunu.” diye kızdı Tomris.
“Emin değiliz ama Element Ordusu ve Zümrüt Krallık karşılaşmış olabilir!”
Barlas ve Oktar hışımla birbirlerine baktı, “Işıkkıran!” diye bağırdı Oktar. Alp hızla korumu büyüsünü ortadan kaldırdı. İşittikleri sesler her birini dehşete uğrattı, hakikaten de ötede savaş vardı! Çok kısa süren şaşkınlığı üzerinden atmış gözüken İskeletor ellerini üzerlerine savururken Sigun Awilda’dan yükselen ışıklar iskelet ellerde patladı, Süvari canhıraş bir çığlıkla parçalara ayrılan ellerine bakarken yalpaladı, “İnanamıyorum!” dedi Barlas hiddetle, “Derhâl gidin! Kalacaklar burada güvende kalsınlar, ben Süvari’yi oyalarım.”
“Süvari benim sorumluluğumda,” dedi Oktar, “siz gidin ben-”
“Olmaz!” diye karşı çıktı Barlas, “Element Ordusu’nu yöneten sensin, haklarında hiçbir şey bilmiyorum, sen de onlarla gitmelisin.”
“Yok artık!” diye nida attı Aras, Süvari’nin parçalanan elleri yeniden yerlerine dönmekteydi! “Sen de git Barlas!” dedi Sigun, az önce Tomris’le bakışmış ve sanki planladıkları bir şeyi yapmaya karar vermiş gibiydi, “Biz gerekli korumayı sağlarız, Süvari’yi de oyalarız bir müddet, peşinize düştüğünde sen devralırsın.”
“Tamam.” dedi Barlas hemen, “Daha fazla vakit kaybetmeyelim!”
Hızla yürümeye başlamışlardı ki Aras, Emma ve Dordie oldukları yerde havalandı, başta bunu bir Sihirbaz’ın yaptığını sandılar ancak Aras’ın, “Bunu yapamazsın!” diye haykırışından sonra, bunu yapanın Tomris olduğu anlaşıldı. Üçü de Sigun’un evine; Hansel, Cansel ve Andonios’un yanına hapsedilmişti.
“Daha çocuksunuz!” dedi Tomris, “Buraya kadardı, bu savaşın devamı hayra alamet değil, burada güvende olacaksınız.” Ses tonu gayet netti.
“Tomris, sen onları orada tut, ben Süvari’yle baş etmeye çalışırım.”
“Yalnız olmayacaksın.” diye yanlarına geldi Halia, çok büyük bir karar verme sürecinden geçmiş ve kararını kesin olarak vermiş gibiydi.
“Gidin!” dedi Tomris gözleri parlamaya devam ederken, “Hepimizin düştüğü hatayı telafi edin!”
“Benim hatam.” diye sayıkladı Alp, sonrasında da o gece ölen birçok kişi için ızdırap çekecekti, “Böyle bir şeyi nasıl atlarım?!”
“Görüşürüz!” dedi Barlas, çoktan Süvari’yle ilgilenmeye başlamış olan Halia ve Sigun’la göz göze gelemedi ancak Tomris onu selamladı. Babasına çok benzeyen amcasını bir daha ne zaman görecekti acaba… “En yakın zamanda!” diye içini okudu sanki Tomris, “Süvari peşine takılsın, bu büyüyü bizimkilere devredip peşinden geleceğim.” Barlas sıkıntıyla evine baktı. “Onlar için üzülme, en doğru olanı yaptık sen de biliyorsun, çocuklara savaşta yer yok, olmamalı.”
Barlas kafasını aşağı yukarı salladı, yürümeye başlamış olan ekibin peşinden koşup uzaklaştı,“Kendine dikkat et.” dedi Sigun, parlayan gözlerinden yanaklarına bir damla yaş süzülürken…
Çok değil, yarım dakika sonra Süvari bir grubun ayrıldığını fark edebilmişti, doğrusu kol ve bacaklarınız patlayıp yeniden yerlerine oturur, iki yetişkin büyücü gözlerinizin önünü ışıklara boğarken bunun farkına varmak çok zordu. Üstelik Velmagnor’u da Velmagnor’u çalan adam da giden tayfadandı! Öfkeli bir kükreme attığında Köy’deki evlerden çığlıklar yükseldi, Barlas evlere girmelerini tembihlediğinden beri birçoğu evden çıkmıyordu ve bu sefer bitti sanmışlardı! Barlas, diğerleri gibi koşar adım yürürken kükremeyi ve akabinde ağaçların ezilme seslerini duyabildi, onun sırası gelmişti, “Kurt’ken çok daha atik olabilirsiniz efendim.” dedi Aetos, Mathias’lıktan sonra yeniden eski aşırı saygılı ifadelerine dönmüştü, “Ben de havadan destek olurum, başını döndürebiliriz.”
“Kurt’ken büyü yapamıyorum Aetos,” dedi Barlas, “Sen de pek korunaklı olmuyorsun, ilgisini çekeceğiz diye kendi kendimize zarar vermeyelim, hem eğer sonuna kadar beni takip etmesini sağlayabilirsem çatışmada Barbarlar’ın da kabûsu olur, zararı paylaşırız.”
“Nasıl sağlayacaksınız bunu, Oktar’ı takip ediyor?” diye sordu Aetos.
“Oktar’ı değil.” dedi Barlas ve gözlerinin parlamasıyla Oktar’ın sırtında uslu uslu duran Velmagnor’un havalanıp eline varması bir oldu, Oktar’ın istediğinde vermeyeceğini biliyordu.
“Barlas!” diye kızdı Oktar, diğerleri de buna pek olumlu bakmamışlardı.
“Daha hızlı gidin!” dedi Barlas, “Süvari benimdir…”
Oktar büyü yapmaya kalkıyordu ki Dalay el işaretiyle buna engel oldu, “O n’apacağını bilir.” dedi, “Her zaman biliyordu.” Gürültünün içinde kimse Alp’in “Ya, tabii!” dediğini duymadı, Ecrin’in büyük ikilemde kalıp sonunda Barlas çok kızar diye yola devam etmeyi tercih ederken döktüğü terleri de gören olmadı. Birçok şey görülmüyor ve duyulmuyordu, anın kalp atışları hızlanmıştı… Barlas kendisine çok uzun gelen bir süre boyunca Süvari’nin yanına yetişmesini bekledi, sonunda yetişip aynı hızla yanından geçince, “Lanet Süvarisi!” diye ardından bağırdı, Süvari durdu, “Görmüyor musun, kılıcın bende!” Süvari tek hamleyle korkunç bedenini Barlas’a döndürüp efsunlu gözlerini ona dikti. “Gözlerindeki büyü yapabildiğini mi gösteriyor yoksa seni mezarından çıkartan büyünün mü eseri?” diye sordu Barlas. Süvari baktı, bu çocuk gerekmediği sürece konuşmayacağını anlamamış mıydı, yenilerin işiydi o tükenmek bilmeyen konuşmalar! “Konuşmazsan, kılıcını alamazsın.” dedi Barlas. Süvari bu ne cüret der gibi üzerine atıldığında yüreği ağzına geldi. Saklandığı dev bir kayalığın aniden önünden hızla fırlayıp gitmesi üzerine ter bastı, yapılması gereken en doğru şeyi yapmak için biraz daha zamana ihtiyacı vardı; o bunları hesapededursun, Velmagnor aniden elinden kayıp havalandı, “Hemen buraya gel!” dedi Barlas şoke olarak, ne yapmaya çalışıyordu bu kılıç?! “Senin sahibin İskeletor falan değil aptal! Mal, sahiplenenindir! Oktar’ın ataları senin yeni sahibin olabilmek için mücadele verdi, şimdi Oktar’ınsın!”
“Velmagnor gerçek sahibini bilir.” dedi bir gırtlaktan çıkar gibi gelen sesiyle Süvari, “Uzundur paslanmıştı! Yeni bir kurban için nelerini vermez!”
“Oktar’ın yanındayken sana ulaşmaya çalışmamıştı!” diyerek bunu reddetti Barlas, kabullenmek istemiyordu böyle bir ihaneti!
“Baskılanıyordu!” dedi İskeletor, “Şimdi özgür, o elimdeyken hep özgürdü!”
Velmagnor’un bir çift laf etmesini isterdi ancak Velmagnor’un iletişim yöntemi daha çok aniden saldırıya geçme şeklinde olduğundan buna ihtimal vermiyordu. Kılıç, havalanırken büyümeye başladığında ikinci bir şok geçirdi, “Boyutlar!” dedi deliye dönmüş gibi, “Demek ki küçültülmüş!
“Öldün çocuk…” dedi İskeletor, “Bu sefer öldün, bunun için üzgünüm!”
Oktar, kendi elleriyle ölüme çağırdığını düşündüğü Element Ordusu’nun ateş tayfası için vuku bulan tüm endişelerinin nihayete erdiğini görebiliyordu… Barbarlar hiç acımadan, emeklerle büyüttükleri öğrencilerine kıyıyordu ve havaya kalan toz hesap edilirse kıyımların sayıları bir hayli fazlaydı… Zümrüt Krallık’a giden köprünün üzerinde çarpışma sürüyordu, Krallık Üyeleri kalan son ateş tecrübelileriyle dalga geçer gibi üç Ker’in ardında tezahürat yapıyordu, “Kaç kalmışlar?” diye sesi titreyerek sordu Dalay, ağlayacaktı, ateş tayfasıyla ilgilenen hoca kendisiydi ve daha fazla güçlü görünmeye çalışmayacaktı.
“Şurada can çekişen hariç beş kişi kalmış!” dedi Alp perişan halde.
“Emir!” diye bağırdı Ecrin, “Emir o!” Koşmaya başladı, Ecrin koşunca diğerleri de ardından koştu, Dora’nın sinirleri bir hayli gerilmiş gibiydi, bu gerginliği gelir gelmez üç Ker’i de bacaklarından yakalayıp Kutsal Nehir’e fırlatarak fazlasıyla belli etti. Tezahürat grubu sesleri kesilir kesilmez gelenleri seçmeye çalıştı! Hiero’nun ekibiydi bunlar! Ungan Köy’de arkadaşlarını yok eden ekip! “Girişiniz olur ama çıkışınız asla olmayacak!” diye bağırdı Madrabazlar’dan biri, “Ne cesaretle Krallık sınırlarına gelirsiniz!” Aldrid, tek bir büyü hamlesiyle karşılarında duran öfkeli ekibi iplere boğdu, ipler sıkı sıkıya her birini sararak yere düşürmüştü, “Ne yapayım istersiniz!” diye dişlerini sıkarak sordu, gencecik öğrencilerin birçoğunun ölmesi onu da sarsmıştı görünen o ki.
“Suya at.” dedi Dora, “Karar veren su olsun…”
“Neye karar veren?” dedi Ecrin, Emir’i konuşabilir duruma getirmek için sallarken, “Arkadaşlarımızı alaylar eşliğinde öldürürlerken onlar bu şansı verdi mi sanıyorsun?! Yakın ipleri!” Dora, Ecrin böyle söyleyince ürperdi ancak bir şey de diyemedi. “Memnuniyetle.” dedi Sofia ve ipler aynı anda ateşe verildi.
Çığlıklar yükselirken Dora yerde açtırdığı çiçeklerden utanır gibi oldu, nereye geldiğini ve kim olduğunu sorgular gibi etrafına bakındı, sesler yok olup tozlar baş gösterdiğinde tozları izledi… “Nerede kaldınız?” diye isyan etti Emir, Ecrin’in gözlerindeki anahtar da çoktan kendinde tesir etmişti, acısına acı katan bu deneyim hırsını körükledi, “Arkadaşlarımızın hepsi öldü! Bizi ölmemiz için mi çağırmıştınız!”
“Bunu açıklaması zor.” dedi Oktar tükürüğü boğazını yakarken, “Hemen Saray’a dönmenizi istiyorum, ateş için eğitim almak isteyen herkes uygunluğuna bakılmadan eğitim alsın, eğitimi siz vereceksiniz, Saray’a haber edin, savaş başladı, attığımız her adım ölümlere doğru!”
“Melard bize engel olacaktır!” diye reddetti Emir, “Bırakın sizinle kalalım.”
“Melard’ı da alt edebilirsiniz!” dedi Dalay, “Gözleri bükülü bir büyücü en fazla ne yapabilir ki size?”
“Lilith var!” dedi Emir, “Asistan kılıklı şeytan! Buraya gelecek olan orduyu durdurmak için elinden geleni yaptı!”
“Size güvenmekten başka çaremiz yok.” dedi Oktar, köprünün daha da ötesinden oldukça kalabalık bir Krallık grubunun yaklaştığını görünce hızlandı, “İşler kızışırsa sizi ölüme terk ettiğimiz için bize oldukça öfkelendiğinizi ve Almis için savaşmak istediğinizi söylersiniz, diğerlerini de bu oyuna davet et!”
“Ya gerçekten öyle olursa?” dedi Emir kızgınlığı hâlâ daha geçmemiş olarak.
“Öyle olmayacak.” diye konuştu Ecrin, Emir gözlerine baktı, “Bizim ne için mücadele verdiğimizi biliyorsun… Aylardır bir lanetin yalanında yaşadığımızı biliyorsun, savaşımız çok büyük, biliyorsun artık…”
Emir kafasını aşağı yukarı salladı, çevresinde toplanan diğer öğrenciler Oktar’ın emriyle el ele verdi. Oktar grubu hepten ortadan yok ederek ışınladığında, “Bunu nasıl yaptın?” diye sordu Alp.
“Sırası değil sanki!” dedi Ecrin, “Geldiler!” Yeniden köprünün ötesine döndüklerinde Erkek Celdenler’in, yanlarında bir grup Ker ve Şahbaz’la set oluşturduklarını, Alastorlar, Bangular ve Sihirbazlar’ın setin içinden çıkıp hızla üzerlerine gelmelerini izlediler, “Kuyu’nun etrafını boşaltmışlar, birinin Kuyu’ya gitmesi gerek!” dedi Alp. “Kuyu’nun bekçileri burada değiller sanki?” diye söylendi Ecrin Alp’in anılarını hatırlayınca, “Kalabalıklar, bir kısmı oradadır, üstelik Deimos ve Phabos var.”
“İsimlerini bu kadar düzgün söylemeni beklemezdim.” dedi Alp alakasız bir biçimde, “Yaptığım büyü anılarımızda en büyük etkileri bırakan hisleri de hesaba katıyor, en çok etkilendiğimiz yaşanmışlıklar bir diğerinin zihninde daha canlı yankılanıyor…” - “Alp! Gerçekten sırası değil!” dedi Ecrin, “Git!” - “Ne-?” dedi Alp şaşırıp. “Biri gitmeli demedin mi, git işte! Daha önce yüz yüze gelmiştiniz, hem belli olmaz o zamana kadar yanına yetişmiş oluruz belki.” - “Gidiyorum o zaman.” dedi Alp hak verip. “Ben de geleyim.” dedi Dalay, “Yalnız kalma, ışıkların beni de geçirir mi karşıya?” - “Uzundur denememiştim ama yarı yolda bırakmadılar hiç beni.” diye tebessüm etti Alp. - “Ben de Barlas’a bakmaya gideceğim.” dedi Aetos, “Dönmesi gerekiyordu.” - “Saldırıya geçtiler!” dedi Oktar, Aldrid, Peter ve Sofia hemen yanıbaşında konumlandı, “Ne yapıyorsanız tez yapın, birlik olmaya ihtiyacımız var.” Alp’in çağırdığı ışıklar, karşılarına geçen Sihirbazlar’ın fırlattığı büyülerle karıştı, Ecrin açık hedef olduğunu anlayıp hızla Oktar’ın yanına kendini atarken Alp ve Dalay çoktan kaybolmuştu. Dora, etrafına büyü geçirmez gibi duran sarmaşıktan bir koruma örmüştü, Oktar, Aldrid, Peter ve Sofia peş peşe karşıbüyü yağdırırlarken Ecrin’i yanına çağırdı, “Ben gideceğim.” dedi büyünün biri sarmaşıklarına çarpıp gerisin geri sekerken, Ecrin’in anlamadığını fark edince ekledi, “Mağara’ya.” - “Git o zaman!” dedi Ecrin hiç karşı çıkmadan, “Alışkınım ben böyle, sen alışkın değilsin, belki de savaşmak sana göre değil.” Dora ağzını açıp buna çok zor karar verdiğini söyleyecekti ki Ecrin yanından sıyrılıp Aetos’un yanına gitti. “Gece Kanat! Beni de bekle, ben de geleceğim.” - “Olmaz.” dedi Aetos, karşı taraftakilerden birinin yakınına gelip onun yakın dövüşlerinden nasibini alması isteği içinde, bunu gözetse de fırsat vermiyordu diğerleri; Oktar ve Aldrid’in yaptığı büyüleri hayranlıkla izliyordu. “Beni korumaya çalışmayın sakın!” dedi Ecrin, “Birlikte savaşçıyız!” - “O yüzden değil.” dedi Aetos, “Bana yük olursun, ben dönüşerek gideceğim.” Ecrin buna alınsa mı bilemedi, istediği de bu değil miydi? “Neden korkuyorsun, sen de destek versene.” diye ekledi Aetos. – “Yukarıya baktın mı hiç, ay falan yok!” - “Ay olmadan önce de güçlüydün.” - “Ayrıca yanında halan yoktu.” diyerek Ecrin’in omzuna dokundu Dora, “Hayatım için savaşmak zorundayım, bunu daha önce yapmamıştım…” - “Asıl o zaman kendini koruman gerekmez mi?” dedi Ecrin git der gibi. “Benim hayatım sizlersiniz artık.” dedi Dora…
Sonrasında köprü etrafında yaşananların açıklanması istense kimse açıklayamazdı çünkü öyle hızlı olaylar gelişmişti ki biri bir diğerini takip edemez hale gelmişti. Aetos’un Kartal’a dönüşüp yeniden İnsan olması üç saniyeyi almadı, Barlas peşinde artık olduğundan daha güçlü görünen Süvari’yle birlikte aralarına katıldı; Velmagnor ve Lanet Süvarisi’ni bir arada görenler, efsaneleri yeterince takip edenler dehşete kapıldı; Oktar’ın yüzünde gözle görülebilir bir hayal kırıklığı peydahlanmıştı, onca yıl… İndiges olarak geçirdiği onca yıl… Dora’nın iflah olmaz sarmaşıkları Kerler’i sardığında Kerler sarmaşıkları ısırıyor, ağızlarıyla koparıyor ve çılgına dönerek etraflarına öfke saçıyordu. Sihirbazlar karşılarındaki yetkin büyücülere daha fazla ne tür büyü yapılabilir diye düşünürken sonunda yakın dövüş şansını Bangular ve Alastorlar sayesinde elde eden Aetos küçücük çakısıyla büyük hamleler yapıyordu. Süvari’nin ayırt etmeden her yere kılıç savurması büyük bir kargaşaya neden olmuştu ve Peter, bir yandan Sofia’yı gözetirken bir yandan da herhangi bir Barbar’la sırt sırta çarpabiliyordu; bu çarpışmalar arttıkça onun çarpıştığı düşmana vurduğu darbelerin şiddeti de arttı. Barlas mor ateşini bir kasırga gibi meydana salıp Erkek Celdenler’i birer birer toza çevirirken yardım haykırışları etrafı gümletti, Ecrin Barlas’ın yanına koşarken ansızın üzerine atılan bir Ker’i havalandırdığı dev bir kayanın altında ezdi, iki taraf arasındaki mesafe çoktan yitmiş, dört yanda savrulan büyüler şiddetlenmişti. Dora kırmızıya döndüğü sırada saplandığı kişiyi delik deşik eden dikenler bitirdi, Oktar ve Aldrid göz göze verip öyle yaratıcı patlama büyüleri yapıyorlardı ki hemen yanıbaşlarında efsaneler yaratan Aetos’u kimse takip etmiyordu. Krallık tarafından kurulan set hızla erirken ve gece çok hızlı gelirken aniden etraflarında iradeleri onlardan alınmış gibi duran bir grup Barbar bitti, nereden geldikleri belli değildi ancak çevre merkezlerden desteğe geldikleri belliydi, gözlerindeki ışık, onları bir kukla gibi oynatan ışık her birini korkutmuştu çünkü bu Almis’in işi olabilirdi; onlar yerine seti oluşturan son Barbar grubuna saldırdıklarında her biri şaşkına döndü, “Biri onları büyülemiş.” dedi Ecrin, sonunda Barlas’ın yanına varabildiğine mutlu şekilde, “Yönetiliyorlar.”
“Kıvanç-?” diye sanki yanlarına gelmiş gibi arkalarında kalan ormana döndü Barlas, “Bunu Kıvanç yapıyor olabilir mi?”
“Şey-?” diye şaşırdı Ecrin, “Oldu diyelim, hemcinslerini yönetemiyordu ki?”
“Öyleyse maskelerinin altında İnsanlar yatmıyor.” dedi Barlas, “Barbalar’ın hepsi İnsan değillerdi unuttun mu?”
Ecrin kargaşadan dikkatli bakamamıştı ancak şimdi fark ediyordu da bu Barbarlar bir hayli ufaklardı! “Bodurlar!” diye nida attı, “Barbarlar’a katılan Bodurlar!” Bu sefer Barlas döndü, o döner dönmez de iradeleri dışında hareket ediyor gibi duran Bodur Barbarlar bir anda iradelerine kavuşmuş gibi afalladı, ne yazık ki çok geçti çünkü saldırdıkları Barbarlar çoktan onları öldürmek için hırslanmıştı. Barlas anlamaya çalışırken orman tarafından yaklaşık on tane Erbos çıkıverdi, Erboslar da geriye kalan tek Ker’in etrafını sarmışlardı şimdi! “Evet!” dedi Barlas gurur duyar gibi, orman tarafından geldiler, yoldan geçiyor olmalılar, az önce Bodurlar’daki büyü kalktı, şimdiyse Erboslar’da aynı büyü var, bunları nasıl yapabiliyor ki?” - “Çalışmak için epey zamanı oldu.” dedi Ecrin, “Şuraya bak! Süvari yine Oktar’a doğru gidiyor, onu öldürmeden rahat etmeyecek gibi!” Set tamamıyla dağılmış ve Oktar büyük bir öfkeyle Süvari’yi delirtirken yanlarına Tansu geldi, “Neredeydiniz?” dedi Barlas, “Kötü şeyler düşünmeye başlamıştım bile!” - “Darius bana yetişemiyor, daha fazla bekleyemedim.” dedi Tansu, dönüp baktıklarında Darius’un uzaktan o tarafa yürüdüğünü gördüler, Tansu’nun Barlas’la Ecrin’e ulaştığını görünce daha fazla yürüme gereği duymadan şimdi köprünün öteki tarafına ilerleyen ekibe katıldı. “Tüm Diyar’a haber saldılar, Krallık hepten buraya toplanıyor, etrafınızı kuşatacaklar.” dedi Tansu devamla. “Bunu söylemişlerdi zaten,” dedi Ecrin, “girişimiz var çıkışımız yokmuş!” - “Haber saldıkları biri daha var…” diyerek asıl meramını dile getirdi Tansu, sesinde hissedilebilir bir endişe vardı. “Kim?” diye sordu arkalarında bir ses, Tomris’ti. Barlas’ın içinde onu görünce bir coşku oluştu ancak uzun sürmedi bu, “Bir tahminim var…” dedi, “Yeterince bekledi…”
Alp, Phabos’un dehşetengiz görüntüsü bir yana, Deimos’un girdiği kılığı, artık kardeşi olduğuna emin olduğu o adamı bir kez daha Kuyu’nun başında görünce ürperdi, kişiye göre kılıktan kılığa girdiklerini öğrendikten sonra onlara hiç bakmadan Alaflar’ı izleyen Dalay’a ufak bir bakış atıp, göz kaçırdı…
Aras ve Emma’nın pek umurunda değil gibiydi ancak Dordie büyükannesi Sigun’a ve artık aile ferdi haline gelmiş olan Halia’ya yaptıkları şey için pek bir huzursuzdu, en iyisi kafaya takmadan savaşabilecekleri için sevinmekti…
Almis Leksiveyan, ancak çok öfkelendiğinde koyu kırmızıya dönen elbisesini düzeltip, Pandora Kutusu’nun çığlıklarından kurtulacağı sevinci içinde makyajını tazeledi, ne de güzel tahmin etmişti Pamuk Prenses’i! Kraliçe’lik vaktiydi…
Diyar’ın Hükümdarı tarafından suskunluğa mahkûm edilen coşkun bellek ve duygusal devinim, eremediği nihayetin huzursuzluğu içinde şiddetine şiddet katan döngüsel bir büyünün peşine takılmıştı… Büyü’nün geride kalan özleri peşine takma sebebi şüphesiz ki Diyar’ı bütünüyle gezmesi, er ya da geç doğru noktadan geçerek sürgüne son verebilme potansiyelini içermesiydi… Belli bir noktadan sonra başladığı yere dönemeyeceğini, sona erişemeyecek kadar dengesinin şaştığını anlayan Döngü Büyüsü oldukça hızlanmıştı; bilmiyordu ki hedefi sonsuz kere değişecek, sonsuza dek farklı güzergâhlar edinecekti, bilmiyordu ki yüzyıllar geçse bile buluşmayı hedeflediği başlangıcına yalnızca teğet geçebilecekti… Yine de umudunu yitirmemişti, umuyordu ki var oluşunu anlamlı kılan tek şeyi, Mokan Tilun’a ait olduğu gerçeğini de hiçbir zaman yitirmeyecekti… Döngüsel Büyü dönmeye devam etti… Bir tam lanetli gün süresince Diyar’ı yüz sekiz kez turlayarak… Her şeyden uzak, yalnızca bütünleşebilme arzusu içinde tüm yaşananlara tepeden bakarak…
Büyü döndü, Kiril Şatosu’nu mesken tutan Erboslar savaş çağrısını duymuş olacaklar ki geride birkaç Ata Erbos’u bırakıp uzaklaştı, Karanlık Oyunlar Çalılığı Orphne’nda yere düşen yapraklar arttı, Peadair bayrakları rüzgârın şiddetiyle sallandı, Batut Köy ve Vampir Mezarlığı arasına sınır olan yüksek tepelerde mezar taşlarına bakmakta olan Hermes Hernandes arkasında duran dostu Hegel’e el sallayıp Erboslar görüş açısına girer girmez ışınlandı, merkezden gelen haberlerle karışan Yasak Bölge’nin ardında kalan Buz Adaları’nda bir Dev uzaklara daldı, Kutsal Tapınak’ta nöbet tutan Dionlar ellerini havaya kaldırarak semaya serenat başlattı, Biyan Köy’de Bacchus Çadırı etrafında toplanan köylüler ötedeki köprünün ardından gelen uluma seslerine karşın birbirlerini sakinleştirmeye devam etti…
Büyü döndü, Yeni Mezarlık’ın mezar toprakları kabardı, Kara Dirhem’in Barbar barınakları ıssızlıktan yıkılmak üzereyken, Feodras’ın Yer Cüceleri Dirhem’den farksız olan Ünkal Şatosu’nu basmaya karar verdi, Griffinler önlerindeki tek engeldi ancak içlerindeki toy bir Gnome onlara başaracaklarına dair sürekli telkinler vermekteydi, Yalnızlık Ormanı Müldüz’ün türlü şekilleri, şekillerden şekil beğenerek yeni birer silüet edindi, Tapınaklar’dan fırlayan çeşitli varlıklar İnanç Meydanı’nda yaptıkları toplantının son kararı sonrası yürüyüşe geçti, Lanet Heykelleri doğrulmayı istese de bunu beceremedi, Sadık Orman’ı çepeçevre saran Teodosia Anatola’nın koruyucu kalkanı ortadan kalkmaya başladı, Teodosia’nın kapılarından gruplar halinde çıkan Celdenler içinde iki erkek Celden de vardı, Saray açıldığından bu yana gezginlerin yahut sarhoşların meskeni olmuş Saray Çadırları ötesinde dikilen Karaul’un Kers kapıcıları, onlara kadar duyulan Yeni Köy telaşına karşın sessiz kaldı, Kıyamet Vadisi Doran’da hızlı adımlarla turlayan Owena Olena hapsedildiği bu yerden çıkmak için ilk kez bu denli sitemliydi ve ötede yardım etmek için oradan ayrılmaya hazırlanan Lusinda ile Migan Dysis bu siteme karşın her zamanki gibi fazla tepkisiz kaldı…
Büyü döndü, geçen sefer Balta Girmemiş Orman Awilda’ya pek fazla zarar veren çarpışmayı unutmayan Teber Köy yerlileri, kendini uzun zaman sonra yineleyen tuhaf gelişmelere karşın ormanın farklı yerlerinde Orman Bekçileri Bangular’la nöbet tutuyordu, Kehanet Hanedanlığı’nda Temsilciler, geride kalıp Hanedanlık’ı koruyacak olanlar ve savaşa katılacak olanlar olarak ikiye bölünmüş durumda Kutsal Balkon’da olasılıkları hesapladı, Hakikat Ormanı Layna’nın Dağ’a paralel uzanan Tılsım Geçidi’ndeki tüm tılsımlar bulundukları yeri terketmeye başladı, Ruhlar Ormanı Asia’nın Ruhlar’ı hayal kırıklığı içinde gelen çağrıya kulak asmadı, Beyaz Saray’dan firar etmek üzere uzaklaşan kalabalık Element Ordusu Bayan Melard ve Adelpha Hera’nın büyü ağına takıldı, yanına birkaç Bodur arkadaş ve en yakın arkadaşı Peri’yi almış olan Katarin Sunday üzülmek yerine tebessüm ederken, Anusia Ormanı içinde hararetle yanıp sönen Teak Ağacı yakınında bulunan büyük bir düşmana karşı uyarı verir gibi parlamayı sürdürdü, Vahşi Çöl Aniketos’un kumları küçük fırtınalar eşliğinde Fırtınalar’ın Gölü Esrigin’e taşınırken çalılıklar ışık aradı…
Büyü döndü, yuvasında bir şey unutmuş gibi Araf Kapıları ardına geri dönen şeytanlar artık geri dönmemek üzere dışarı çıkmış, semaya yapılan serenata kulak veriyordu, Huzur Kalesi yeni davetlisini düşünedursun, içlerinde Elduin, Rostina, Romulus ve Sildu’nun bulunduğu kalabalık bir Karanlık Kabile ekibi çok ihtimal vermeseler de şanslarını deneyecekleri çağrıyı yapmak üzere Gölge Kabile’ye varmak üzereydi, yeni kırılmış olan Sınır’ın kırık izlerini taşıyan Ölüm Nehri’nin ardında bulunduğu yerden derhâl defolmak için sınırlarını zorlayan Basagar Hagrideo, Keşiş Melpomene’nin desteğiyle düştüğü yerden kaldırıldı, Tehlike Ormanları Thanos, içinde her geçen saniye daha çok birikmekte olan hiçbir güce karşı tehlike oluşturamayacağının ezikliği içinde Kutsal Nehir Alpho’nun diğer yakasında kalan Bumin Köy’de elinde meşalelerle Kurak Orman Korinna’ya akmakta olan kalabalığı görünce rahatladı, Uzun Göl’ün ötesinde kalan Odana Soyu korudukları sessizliklere yaraşır şekilde görünmez karanlıkta kalmıştı ancak karanlığın içinden çıkan bir Ejderha Toprak ve Ateş’i Patika’nın olduğu tarafa bırakmaktaydı…
Büyü döndü, Nefes Labirenti’nin merkezinde tıpkı dönüp duran büyüsü gibi Diyar’ın merkezini arayan Mokan Tilun tepesinden geçmekte olan büyüsünden haberdar gibi gökyüzünü selamlıyordu, Faveo’nun artık ahalisi Gölge Kabile’ye varmış olan Karanlık Kabile’ye biz de varız demeye gitseler mi diye uzunca düşünmekteydi, Tılsım Nehiri’nin renkleri birbirine girerken, Akel Agathias her birine çağrı yapıp gitti diye Külem Köy sakinleri de birbirine girmişti, Oceanos Tedanlığı’nda bu şartlar altında daha fazla kalamayacağını anlayan İumathias, yanında Henry Guin, Nys, Olin, Faern ve Despina Albus’la Tedanlığı terk etti, Ungan Köy’de yıllardır dolu olan Sigun Awilda evi boşalmış vaziyetteydi, Kıran Malikânesi’nde Evrim Özelin karnı burnunda tek gezerken bir kez daha içini çekti, Hakikat Mağarası Layn’da Gaia Topluluğu’nun üyeleri buluşmaktaydı…
Günlerin doğuşu ve batışı arasında geçen zamanları kimse takip edemiyordu artık, sanki savaş başladığından bu yana Diyar’ın dönüş hızı daha da hızlanmıştı. Gündüzler gece gibi, geceler hece gibiydi… Bu savaşın doğru kelimesini kaç geceye borçlu olacakları belirsizdi… Krallık tekinsiz değildi, korku ve dehşet anlamını yitirmişti, güçlü olan taraf Barlas ve diğerleri olduğundan ya da bu şekilde hissedildiğinden kaynaklı atılan her adım Krallık aleyhineydi… Büyüler, büyülerin nefes almak kadar gerekli olduğu bir Diyar’ın büyüleriydi sanki. Büyü görmek değil, birkaç saniye de olsa büyü görememekti garip olan…
Toprak niceleri tarafından sarsıntıya uğramaya devam ederken, an itibariyle Diyar’ın merkezinin Zümrüt Krallık olduğu su götürmezdi… Solukların tutulup çatışmaların darbelerle bölündüğü Krallık düşman tarafından kaynamaktaydı… Tozut Çemberi, sonrasında desteğe gelen ekiple kolaylıkla eritilmişti, Alp’in Korku ve Dehşet Perileri’yle verdiği mücadeleyi izleyebilecek kadar güvende hisseden kimileri hayretler içindeydi; Işıkkıran’ın sanki tüm ışıkları bir arada topladığı ışın kılıcına hasetle bakan çok fazlaydı. Işın kılıcının manevraları ve acımasızlığı uzun süredir kanlı bir katil gibi görünen Alp’in iradesi altında dehşet saçmaktaydı. Öyle ki Alp hiç kimsenin ne olduğunu göremeyeceği çok zorlu bir mücadele sonrası onu rahatlatmak amacıyla arkasına varan Barlas’a az kalsın ışın kılıcını saplayacaktı; Ecrin’in çığlığa benzer haykırışıyla öyle sarsıldı ki elindeki kılıç bir hülya gibi dağılıp kayboldu, “Sana kısa süreliğine öldüren türden büyüler yapmayı yasaklıyorum.” dedi Barlas dostunun yüzüne gölgeler düşürmüş hırs ve kinden korkarak, “Sadece koruma ve savunma büyüleri yapacaksın tamam mı?”
Alp sanki deli gibi ağlayacakmış da tüm gözyaşlarını içine akıtmış gibi bir acıyla kafasını aşağı yukarı salladı, “Neyse ki sizi onlardan kurtardım,” dedi ötede perişan halde yatan Ölüm Perileri’ni gösterip, “bugün en karanlık büyülerin kişiye özel yapılmış efsunlara ait olduğunu anladım… Kendi benliğiyle savaşmak İnsan için en güç şey…”
“Neredeyse bir tam gün sürdü ama hallettiğine sevindim.” Barlas böyle söyleyince Alp şoke olup etrafına baktı, etrafta pek az Krallık Üyesi vardı, onlarda Direniş Takımı tarafından yok edilmekteydi, sonra uzakta onun az önceki hırs ve nefretinin bir küçük evresini yaşayarak Haloslar’a yaratıcı zulümler yaparak ortadan kaldıran Aras’ı gördü, şaşırıp döndü. “Sigun ve Halia’yı kandırıp büyülü iplerle bağlamışlar, doğrusu ben de bu katliama şahit olmalarını istemezdim ama çok faydaları dokundu, Haloslar’ın sayısı buraya geldiğimizde bini geçmiş durumdaydı, Aras son kalanları da yok ediyor, yine de anne ve babasının intikamını alamamış gibi…”
Alp, yeni yeni kendine geldiği için içinde bulundukları durumu kavramaya çalıştı, şimdi iyi bir bakmıştı da Barlas’ta hatırı sayılır yaralar vardı… Beş altı adım sonra yanlarına varacak olan Ecrin’in saçları dağılmış, yer yer azalmıştı… “Bitti mi?” diye sordu böyle olunca, etrafta bu kadar az düşmanın olması ona bu hissiyatı vermişti.
“Bitmedi tabii ki…” dedi Ecrin sesi titrerken, Barlas için sayısız kez endişelendiği ortadaydı, ötede yavaş yavaş tozlara karışan Korku ve Dehşet Perileri’ne bakıp yeniden Alp’e döndü, “Krallık merkezine toplandılar, gittiğimizde oldukça sert bir savunma hattıyla karşılaşacağız. Barlas seni öyle görünce durdurmak istedi ama ben izin vermedim, rakiplerinde senden farksızlardı ve onları alt edebilmek için onlar gibi savaşmalıydın…”
“Alp, Korku ya da Dehşet Perisi değil Ecrin.” diye kızar gibi oldu Barlas.
“Kopya görüler yaratabiliyorlar, hakiki olanları ayırt etmekte fazla güçlük çektim, sonra öyle alıştım ki yalnızca bakarak hangilerinin hakiki olduğunu bilmeye başladım, bunu anladıklarında da kopyalarından vazgeçtiler…”
“Vazgeçene kadar ziyanları eksik olmadı, kopyalarıyla savaşan yalnızca sen değildin.” dedi Barlas üç Sihirbaz’la deli gibi çatışan Oktar, Aldrid ve Dalay’ı göstererek; savaş iyi bir antrenman olmuş olsa gerek ki Sihirbazlar fazla ustaca büyüler yapıyordu.
“Siz iyi misiniz?” diye sordu Alp, Ecrin’in vaziyeti hiç öyle değil gibiydi, Barlas ne diyeceğini bilemeden göz kaçırınca ekledi, “Başka şeyler de oldu değil mi?” diye kederlendi Alp, neyi kaçırdığını çözmeye çalıştı, uzun sürmedi, “Peter ve Sofia nerede? Ya Aetos? Dora?” Barlas’ın gözleri doldu, “Söyle Barlas ne oldu?!”
“Aetos, Kartal’ken ciddi yaralandı,” diye Aras’ın ötesinde duran Dora ile Emma’yı gösterdi Ecrin, “Dönüşemiyor, onlar da onu koruyorlar, yaralarını iyileştirmeye çalışıyorlar. Peter ve Sofia…” Ecrin’in de gözleri doldu.
“Onlar için yapacağımız bir şey yok artık,” dedi Barlas düşen bir damla yaşı kendine tokat atar gibi eliyle kurularken, “Giderken birlikte mutlulardı… Eminim o büyü bize isabet etse ben ve Ecrin de öyle olurduk…”
“Nereye giderlerken? Hangi büyü?” diye kabullenmek istemedi Alp.
“Tozlara karışanların ruhları nereye gidiyorsa…” derken sesi titredi Barlas’ın, “Bizim önümüze geçtiler…”
“Bizim önümüze geçmediler,” diye karşı çıktı Ecrin sanki böyle kabul ederlerse vicdan azabından kurtulamayacaklarmış gibi, “büyü onları hedef alıyordu…” Alp yutkunup açıklama bekler gibi baktı, “Açıklama bekliyorsun…” dedi Ecrin, “Büyü için öyle değil mi?” Bunu sorarken hiç de sağlıklı düşünmüyor gibiydi, “Ölenle ölünmez… Hem biz de ölebiliriz, mezarımız gideceğimiz yer olabilir… Haklısın, ölmemek için neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz gerek, bu yüzden açıklama bekliyorsun…” Alp korkarak Barlas’ın yüzüne baktı, Barlas anlayış göster der gibi gözlerini kapatıp dinlemesini istedi. “Çocuk oyuncağı gibiydi…” diyerek açıkladı Ecrin, “Öyle hafif, öyle sıradan, öylesine kolay yapılmış gibiydi ki… Peter ve Sofia’nın karşıbüyüleri işe yaramadı ne var ki. Bir anda oldu…”
“Temas eder etmez tozlara karışmaya başladılar.” diye zorlukla devamını getirdi Barlas, “Sanki büyü etrafta dolaşıp peşimize takılsa her birimiz aynı sonla karşılaşacakmışız gibiydi ama iki can aldıktan sonra salınarak uzaklaştı…”
“Böyle bir büyü yok.” dedi Alp kestiremeden, “Emin misi-” Barlas’ın bakışları susup kavraması için yeterli oldu, “Almis…” dedi, “Almis’ti…”
Barlas kafasını salladı, yüzündeki keder hızla silindi, gözlerini öfkeden ateş bürümüştü şimdi… “Oraya gideceğiz.” dedi, “Öleceksek de öleceğiz…”
“Kehanet, rehber, elimizdekiler?” diye sordu Alp, bunlar içinde bulundukları durumda anlamsız gelebilirdi ancak besbelli kurtuluşlarının tek çaresiydi… “Ben Kuyu’daki büyüyü alırım,” dedi cevap verilmeyince, “ne de olsa bunun için buradaydık öyle değil mi?” Barlas ve Ecrin Alp’in hızla soğuyan yüzü ve belirgin sertliğine karşı suçlu birer çocuklarmış gibi birbirlerine baktılar. “Bu işin çocuk oyuncağı olmadığını gösterme vakti…” diye bitirdi Alp arkasını dönüp giderken.
Barlas ve Ecrin çok uzun sürmeyecek olan molalarında faydalı olabilmek için diğerlerinin yanına giderlerken Alp, can havliyle Kuyu’yu korumak için önüne atılmış Barbar’ın birini elinin tersiyle ters yüz ederek Kuyu’nun dibine geldi. Kuyunun içinden yükselen hayalet feryatlar ona zerre ürperti vermedi, bu feryatlardan sıkça duymuştu son zamanlarda… Belki de Azap Kuyusu’nun yeni feryatları olacaktı bu feryatlar… Kuyu’ya doğru önce çağırma büyüsü ardından tehdit büyüsü yolladı; çağırma büyüsünden hiç ses çıkmadı, tehdit büyüsüyle ortaya çıkan sarsıntı ise belli ki Kuyu’nun içindeki için yeterli olmadı, ne olduğunu bile bilmiyordu ki içindekinin, arkasına baktı.
“Bize bir şey söyleyecek.” dedi Aras diğerleri gibi Dora’yla Emma’nın olduğu yere gelmişken, Alp kafasını yeniden önüne çevirdiğinde, “Hayır söylemeyecek, kararı kendi verdi bile.” diye sesini yükseltti.
“Alp!” diye bağırdı Barlas hemen, Alp dönünce sordu, “Sorun ne?”
“İçine girmem gerekiyor.” diye umursamaz bir şekilde cevapladı Alp.
“Aklını mı kaçırdı?” diye aralarına katıldı Tomris, “Ben onunla konuşurum.”
“Gelen giden var mı?” diye sordu Barlas, Krallık merkeze doğru toplandıktan sonra onlara yardıma gelecek birileri olsun diye duacı olmuşlardı, merkezde Onlar vardı, Ölüler vardı, Almis vardı…
“İki koldan da gelen var,” diye cevapladı Tomris, “Ata Erboslar’ı gördüm, merkezde toplanıldığını anlayınca buraya uğramadan orada kaldılar, Merkez Köy’den kalabalık bir grup gelmekte, üç kişi onlara öncülük ediyor, birini Basagar’a benzettim ama diğer ikisini bilmiyorum.” Aras, Emma ve Dordie’ye ters ters baktı, “Annemin ve Halia’nın gelmeleri uzun sürmez, şimdiye çoktan çocuk büyülerini aşmış olmalıydılar, uzun bile sürdü. Hareketlilik devam ediyor, yakında epey kalabalık olacağız gibi bir his var içimde.” Alp’in yeniden Kuyu’ya dönüp içine girmeye yeltendiğini görünce atıldı, “Geliyoruz hemen.” Tomris hızla Alp’in yanına giderken Barlas diğerleriyle Merkez Köy’e öncülük edenlerin kim olabileceği ve Köylüler’in buna nasıl ikna edildikleri üzerine konuşmaya başladı, “İçindeki sesleri duymuyor musun?” dedi Tomris, Alp’in yanına varınca.
“Duyuyorum ama başka yolu yok, denedim.” diye net bir şekilde yanıt verdi Alp, “Azaptayız zaten, ne kadar farklı olabilir ki?”
“Bunu bilemeyiz.” dedi Tomris, “Darius ile Tansu Barbarlar’ın arasında dolaşırken Kuyu hakkında iyi şeyler duymamış, Barbarlar’ın neredeyse hepsi Kuyu’ya ulaşıp içine girmeye mi düşünüyoruz diye bizimle dalga geçmiş.”
“Birçoğu artık ölü.” dedi Alp aynı netlikle, “Darius ve Tansu nerede şimdi?”
“Tansu, arkadaşlarıyla konuşma konusunda ısrarcı, arkadaşlarının merkezde olduğunu duyunca ayrıldı.”
“Darius da onunla mı gitti yani? İşte cesaret, bize de bundan gerek.”
“Darius’un cübbeyle Sihirbazlar’dan birine benzediği kesin!” diye kızdı Tomris, “Hem bu aynı şey değil Alp, aşağıda yalnızca olmasını umduğumuz Karabüyü değil Ölü Topraklar’la Yaşayan Topraklar arasında geçiş yapılan bir kapı da olabilir, yaşayan ölü olmak mı derdin?”
“Kuruntu.”
“Hayır, birçok şey kuruntu değil.” dedi Tomris, “Kuruntular burada gerçeklerin bir yansıması… Annem olsa daha çok şey söylerdi ama benden bu kadar.”
“Çaban için teşekkürler.” dedi Alp ve kendini bir hamlede Azap Kuyusu’nun içine attı, uzakta duran Direniş Takımı bunu görünce afallayıp hızla Kuyu’nun etrafına toplandı. “İyi olacak mı?!” diye dehşetle sordu Ecrin, Tomris’in yüzünde de şaşkınlık vardı. Cevap alamayınca Kuyu’nun içine bakıp karanlıktan başka bir şey görememekle yetindi. “Ben de gideceğim!” dedi Barlas sabırsızlıkla.
“Aptallık olurdu!” diye söylendi Oktar, yaralı olduğu halde Onlar’la yeniden karşılaşmak için hırsla savaşan bu güç timsali adamın sözlerine kulak vermek gerekirdi, Peter öldükten sonra yeterince elden ayaktan düşmüştü zaten...
“Eh, aptal olmak en iyi yaptığı şey.” diye bir ses duyduklarında döndüler, Kıvanç artık bütünüyle topraklaşmış bedeni, her zamanki ışıl ışıl gözleriyle karşılarında dikilmekteydi.
“Gelmemeliydin!” diyerek yürüyüp sıkı sıkı sarıldı Barlas, içi hem hasretle hem de Kıvanç’ın görüntüsüne duyduğu acımayla yanmıştı. “Evrim nerede?”
“O iyi,” diyerek aynı hasretle etrafına baktı Kıvanç, “tek kaldığı için kızdı ama artık iki can taşıyor, kendini korumak zorunda.” Kötü gözüken takıma birer birer selam vererek Tomris’e baktı, “Tanışmadık sanırım.” dedi merakla.
“Amcam.” dedi Barlas, böyle deyince Kıvanç’ın gözleri daha da ışıldadı, Tomris’le el ele sıkıştılar. “Sonunda buldum onları.”
“Bu delikanlı kim?” dedi Tomris karşısında yalnızca bir delikanlı değil taştan bir İnsan gibi gözüken Kıvanç’a merakla bakıp.
“Dostum.” dedi Barlas, “Basagar’ın beni götürdüğü topraklarda yıllarca beraber büyüdük, buraya gelmesi benim için büyük şanstı.”
“Diyorsun?” diye gülümsedi Kıvanç, “Eminsin yani?”
“Her şeye rağmen.” diye tebessüm etti Barlas.
“Ee, Alp yine kendini tehlikenin içine mi attı?” diyerek konuya döndü Kıvanç.
“Hâlâ çıkmadı,” diye sıkıntıyla gözlerini Kuyu’nun içinden aldı Ecrin, “Bu sesler ona ait değil değil mi?”
“O sesler yıllarca burada.” dedi Dalay.
“Hayaletler ayrıca, somut bir gerçeklikleri yok.” diye destekledi Aldrid.
“Toprak Ana’nın çizdiği bir sınır olduğunu bilsem, arkasından inerdim.” dedi Dora, bunu asla yapamayacak olan Kıvanç bu kadının kim olduğunu merak etti.
“Dora.” dedi Ecrin, “Akel Agathias’ın kız kardeşi, Akel de babammış.”
Kıvanç şaşırdı, şaşkınlığı yarım ağız bir gülmeye dönüştü, “Sizinle olmayı özlemişim.” dedi, “Daima şaşırır İnsan…” Daha da duyduğu yeni şeyler, gördüğü yeni kişiler hakkında soru sormadı, geride kalmanın bedeliydi bunlar…
“Lanet Süvarisi de orada değil mi?” dedi Aras, Oktar kafa salladı, “Nasıl zaptettiler peki, en son bunu beceremedikleri için Köy’e gelmişlerdi?”
“Süvari’nin dönüşü için Diriltme Taşı kullanılmış.” dedi Oktar, “Yalnızca cismi değil, düşünceleri de dirilmiş… Ölüler’den daha tehlikeli bu yüzden. Kimsenin onu zaptetmesine gerek yoktu, istediği benim, beni de ancak karşı safımda yer aldığında alt edebileceğini anlamış durumda.”
“Diriltme Taşı mı?” diye sordu Emma, “Nerede peki bu taş?”
“Burada!” diye boğuk bir ses geldi Kuyu’nun içinden, “Eğer beni yukarı çekerseniz orada olacak!” Kıvanç birkaç adım geri gitti. Dora’nın kucağında yatmakta olan yaralı Kartal’ı fark edince onun Aetos olduğunu anlayıp selam verdi. Tomris’in yaptığı gözbüyüsüne diğerlerince destekgöz desteği verildi, o hariç hepsi büyüye dâhil olmuştu, demek ki oldukça zor bir süreçti. Alp, yüzündeki izler ve savaş darbeleri yetmiyormuş gibi bir de katrana bulanmış halde gözleri önüne çıkınca başta Kıvanç olmak üzere her biri korktu, “Diriltme Taşı’na ulaşmayı denerken cesetleri katrana dönen zavallılar…” dedi Alp hem iğrenir hem acırken, “Az daha kalsam ben de aralarına karışacaktım.”
“Taş’ı nasıl aldın?” diye hayret eder gibi sordu Tomris, kolay mıydı bu kadar?
“Taş zaten alınmıştı, Kuyu Yeraltı Tünelleri’ne açılıyor, gitmedim bile.”
“Senin için iyi olmuş gitmemen.” dedi Kıvanç orada olduğunu belli ederek.
Alp, Kıvanç’ı görünce bir süre donup kaldı ardından hafif bir baş selamı verip kendini temizlemeye başladı, elindeki zümrüt renkli parlak taşı Barlas’a vermişti. “Nereden ilham aldığı belli oldu.” dedi Barlas, sonunda yaşarsa zümrüt renkli hiçbir şey görmek istemediğini düşünürken.
“Belki de kullanılış amacına, kullanan kişiye göre renkleniyordur.” diye her zamanki gibi muhalefet oldu Alp.
“Bitti mi?” diye bir ağızdan ses geldi öteden, dönüp baktıklarında Hermes, Basagar ve Melpomene öncülüğünde oraya varan Merkez Köy Sakinleri’ni gördüler; elli vardılar. Her birinin yüzünde mert bir ifade yer etmişti, içlerinden yalnızca birinin yüzü seçilmiyordu, kapüşonluydu; o da belli ki çocuktu.
“Hepten merkeze çekildiler,” dedi Barlas her birine minnetle bakıp.
“Kapana kısıldılar demek.” dedi Basagar gurur duyar gibi, “Ne zaman harekete geçiyoruz?”
“Aslında bizi öldürmeyi garantiliyorlar desek daha doğru.” dedi Ecrin.
“Bunu göreceğiz.” diye Ecrin’i teselli eder gibi tebessüm etti Hermes.
Alp cebinden böceğe benzer bir iksir şişesi çıkarttı, “Onlar’ı tılsımlaştırmak için kullanılmış bu, eminim.” dedi, “Aynı zamanda bizim yok ediş formülümüze ait bir parça. Haklıymışsınız Keşiş Efendi, şişenin şeklinden fazlasıyla belli…”
“Böcek’in peşine düşüp zaman tüketen gezginler, çoktan bulunup iksire dönüştürüldüğünü öğrenseler küfrü basardı.” diye ciddi konuştu Keşiş. Biz barıştık,” dedi Basagar’a bakıp, “ve şimdi savaşta elimizden geleni yapacağız.”
“Ne pahasına olursa olsun.” diyerek destekledi Basagar, arkasındaki köylüler hep bir ağızdan nida çıkartıp katıldı, anlaşılan Basagar tarafından iyi bir konuşma yapılmıştı onlara…
“Demem o ki heyecana kapılmayalım,” diye ekledi Alp, “bir formülümüz var ve onu gerçekleştirebilmek için çaba veriyoruz, her ne kadar öyle görünmese de buraya geliş amacımız kıyım değil, veri elde etmekti, yolumuza çıkanlar kaybettiler, şimdi oraya gitmemiz gerek, yolumuza çıkan daha fazla olacak ancak Kalgay’a ulaşıp asasının nerede olduğunu sormamız gerek, sonrasında aranızdan ayrılıp Almis’in Kitabı’nı almaya gideceğim.”
“Gerekli olan her şeyi toparlayamayabiliriz ama elimizden geleni yapmak hepimizin Diyar’a borcu.” dedi Barlas. Hemen akabinde tepelerinden geçip giden yüzlerce tılsımı görünce neye yoracaklarını bilemediler, çeşitliliklerine ve doluluklarına bakılırsa Tılsım Geçidi’nin tılsımlarıydı bu tılsımlar?!
“Nereye gidiyorlar?” dedi Dora etkilenmiş gibi.
“Güzel olan şeyler de kalmalı geriye, kurtuluşa gidiyorlar, Cun’a…” dedi Alp.
Bu anlık güzellik olabildiğine büyük bir şiddetle parçalanmak ister gibi kesildi, köylülerin içinden fırlayan bir adamın toprağa büyü yaparak tüm köylüleri açılan derin bir mezara gömmesi bir oldu, köylülerin haykırışları boğazlarına toprak dolduğunda bir bir kesildi, Oktar, Dalay, Aldrid, Hermes, Tomris, Basagar ve Keşiş bunu yapan yabancıya peş peşe büyü yağdırdı ancak yabancı etrafına topraktan sütunlar dikerek her bir büyüden kaçınmayı başardı. Kıvanç neler olduğunu anlamaya çalışırken Dora kendisinin dahi yapamadığı bu toprak büyülerine karşın eli kolu bağlıymış gibi hissetmekten kaçınamadı. Merkez Köy’den gelen tüm köylüler yerin dibine girdiklerinde aralarından ayrılıp Krallık Merkezi’ne doğru koşan yabancıyı bir tek Alp tanıdı… Sonu gelmeyecek bir kabûsta mıydı?! Nasıl olur da Emre yeniden karşılarına dikilmişti?! Üstelik bu sefer Deimos’un aldatmacasından farklıydı bu, sanki birebir kardeşiydi! İyi ama emindi, öldürmüştü onu, daha kaç sefer tekrar edecekti kabûsu?! “Koşun!” dedi Alp, “Daha fazla güçlenmelerini bekleyemeyiz! Biz bizeyiz!” Herkes buna katıldı ve hızla kaçmakta olan yabancının peşine takıldı, onlara bir nebze olsun destek olabilmek için gelen İnsanlar’ın böylesi vahşet bir ölümle yok edilmesi her birini deliye çevirmişti! Emma ve Aras yan yanayken Aras arkasından gelen bir zincir darbesiyle düşürüldü, Emma hızla ayağa kaldırıp bunu kimin yaptığını görmek için arkaya baktı, Aras’ın inlemeleri sürerken onlara doğru yaklaşmakta olan Deniz’i fark etti, döndüğünde diğerlerinin çoktan gözden kaybolduğunu görüp dehşete kapıldı, işte şimdi, gelecekleriyle bir başına kalmışlardı…
“Hediyemi beğendiniz mi?” diye kasvetle seslendi Deniz, “Hep yerin dibine girsinler istemiştim, yeni dostum bunu pek bir güzel halletti!”
“Yeni dostun mu?” diye sordu Emma, “Köylüler’e bunu yapan adamı sen mi getirdin buraya?!”
“Sağ olsun Aras’ın da pek yardımı dokundu.” diye güldü Deniz.
“Geri getirmiş…” dedi Aras güçlükle, “Alp ağabeyin kardeşini geri getirmiş…”
“İyi ama yarım bırakılmış işi ne ki onun?” diye şaşırdı Emma.
“Onu sona erdiğinde öğreneceğiz, asıl sorumuz Emre’nin tüm bunları nasıl yapabildiği…” diye etraflarına koruma örmeye başladı Aras, “Ona oldukça güçlü biri yardım etmiş, ölüler konusunda bilgili biri…”
“Almis.” dedi Emma irkilerek, eğer bu gerçekse hikâyelerinde Almis de olacaktı! Bunun tek çıkış yolu Almis’in yok olmasıydı… “İyi ama neden?”
“Çünkü dengeyi kuruyor…” dedi Aras, “Öleceğini biliyor…” Emma, Aras’ın ne demek istediğini pek anlayamamıştı ancak daha fazla yorulsun istemediği için lafını ikiletmedi, şimdi kendi savaşlarını vermeliydiler…
Merkez’e epeyce yaklaştıklarında ilk evrede onları karşılayan Alastorlar oldu, hiddetleri ortada bir tane dahi Alastor bırakmamaya yetmişti, “Gruplara mı ayrılsak?” dedi Alp düşünüp tartar gibi.
“Hayır ayrılmayalım.” dedi Kıvanç, bunu mantıklı olan o olduğu için değil duygusal baktığı için söylemişti ama Alp bu soruyu tekrar sormadı.
“O gelenler ne?” diye meraklandı Ecrin.
“Heykeller…” dedi Oktar, “Krallık Heykelleri’ni canlandırmış, Almis hâlâ içeride olmalı, efsanelere özendiği gibi davranıyor, oyun oynuyor… Tüm bunlar onun için eğlenceli bir oyun!”
“Taş değiller mi, patlatırız olur biter.” dedi Kıvanç.
“Üzerimize patlarlarsa da altında kalırsak diye de düşünmek lazım tabii.” dedi Alp, Kıvanç sessiz kaldı.
“Aras ve Emma nerede?” diye sordu Ecrin aniden, yeni fark etmiş ve yeni fark ettiğine şaşırmış gibiydi, geldikten sonra Tomris’in yanından ayrılamamış olan Dordie için de aynı durum geçerliydi.
“Öncesinden birçok kez başlarının çaresine baktıklarını biliyoruz, gelirler er geç.” dedi Barlas, “Geri dönmekle vakit kaybedemeyiz.”
“Ben gitmek istiyorum!” diye karşı çıktı Dordie, Tomris’in sert bakışlarını umursamadı, sessiz kaldı ancak bir yolunu bulup aradan kaçacaktı.
“Öyleyse onları başka yerde patlatırız.” dedi Dora, “Mümkünse Krallık’ta.” Elindeki Kartal’ı Ecrin’e verip üzerlerine gelen heykellere odaklandı, neredeyse ellişer metre uzanan sayısı belirsiz bir sürü sarmaşık peş peşe peydahlandı ve her biri bir heykeli sararak havaya kaldırdı, heykeller taş elleriyle onları tutan sarmaşıklara vursalar da Dora dayanabildi ve neredeyse tüm gücünü harcamasına neden olan bir kıvraklıkla bütün sarmaşıkların heykelleri Krallık tarafına doğru fırlatmasını sağladı, bu mesafeden böyle bir şey yapmış olması gerçekten de hayranlık uyandırıyordu, tepelerine Heykel yağdığını gören Krallık Üyeleri derhâl heykelleri parçalara ayırdı ancak parçalar birçok kişiyi yaraladı. “Hücum!” diye bir ses yükseldi ve Erboslar’la birlikte Pegasus’lu Sihirbazlar gökten yere doğru saldırıya geçti. Keşiş asasını savurduğu an uçan tüm Pegasuslar ters döndü ve üzerlerindeki Sihirbazlar henüz menzili aşmadan yere gümledi, içlerinden yalnızca birkaçı düştüğü yerde kemikleri kırılmış vaziyette kalmıştı, diğerleri doğrulup yürümeye başladı. Basagar’ın yaptığı gelişi güzel büyüler ötede gruplar halinde bekleyen Krallık Üyeleri’ne fırlıyordu, anlaşıldığı üzere Basagar isabetli büyü yapamıyordu ancak bu durumda da zaten gerekli bir şey değildi bu. Erboslar yanlarına varmadan tepelerinde Kartallar birikti, Kartallar Erboslar’ı oyalarken içlerinden biri yere inerek dönüşüverdi, “Othena’m.” dedi selam vererek, Barlas karşılık verdi, daha önce karşılaşmadığı bir Keramun’du bu. “Elduin size bildirmemi istedi, yoldalar, gelmek üzereler. Dağ Geçidi’ni kullanıyorlar. Bizleri önden yolladı.”
“Aetos yaralandı.” dedi Barlas, “Onun için yapabileceğimiz bir şey var mı?”
“Yanımıza ilaç aldık ancak çanta Sildu’da, o gelince hallederiz.”
“Tamamdır, siz şunları oyalamaya devam edin, bizim ilerlememiz lazım, desteğiniz için çok teşekkürler, en ihtiyaç duyduğumuz şey şu anda bu.”
“Kabileler sizin için birleşmiş durumda,” dedi Keramun, “Güneşi Sevmeyen, Gölge ve Faveo’dan Artık Kabileler’den de aramıza katılan oldu.”
Barlas giderek artan destek karşısında şaşkın olduğu kadar sevinçliydi de, “Gün bizim günümüz o zaman.” diyerek ekibi harekete geçirdi. Keramun yeniden Kartal’a dönüşüp yükselirken Ecrin’in kucağındaki Kartal iyice hareketlendi, “Sakin ol Aetos,” dedi Barlas, “yakında düzeleceksin.”
“Sırada Alaflar var demek.” dedi Alp, merkezden çıkmakta olan hayalet boğaları kastedip, “Zarar vereceklerini sanmıyorum, bence dolgudan ibaretler.”
“Biz onlara zarar veremeyiz,” dedi Aldrid, “ama onlar bunu yapabilir. Her zarar fiziksel değildir. Direncinizi yitirir, iradenizi şaşırtır ya da dahası.”
“Benim de bildiğim bu.” dedi Oktar.
“O zaman yaptıklarına aynı şekilde karşılık veririz.” dedi Alp, belirli aralıklarla kontrol edip tam unutacakları sırada yeniden sırtlarına alabildikleri çantalardan Keşf-i Karanlık kitabını çıkarıp, Barlas’a baktı, “Yani, verebilirsin.”
Barlas ağzını açacaktı ki Kıvanç araya girdi, “Çünkü şeytani yaratıkları yok etmek için şeytani büyüler kullanmak zorundasınızdır…” dedi, Keşf-i Karanlık kitabının kanla yazıldığını o da diğerleri gibi biliyordu… Barlas bilemedi.
“N’apacak ki?” dedi Ecrin.
“Ruhlarımızı bölecek.” diye cevapladı Alp.
“Buna ne gerek var?” diyerek karşı çıktı Oktar.
“Bölünmüş ruha ait bedensel tepkiler, hayaletleri etkiler.” dedi Melpomene, ardından aklına daha iyi bir fikir gelmiş gibi heyecanlı gözüktü, “Gerek yok, bunu daha önce yapmış biri olarak söyleyebilirim ki çok daha iyi bir planım var.”
Uzaklardan gelip ruhsal derinliklerine doğru işleyen kaval sesini duyan Alaflar anında oldukları yerde kalıp sesin kaynağını aradı. Birkaç saniyede bir kaynak değişiyor, nereye gideceklerini şaşırıyorlardı; onlara verilen hedefleriyle zerre ilgilenmiyorlardı artık. Alp, Keşiş’in kaval sesini üç beş saniyede bir hapsederek farklı yerlere gönderiyor, hapsedilen sesler birer birer açığa çıktıklarında Alaflar’ın dikkatleri yeniden dağılıyordu. Doğrusu şu ruh bölme işini öğrendiğinden bu yana bölünen bir diğer parçanın nereye gittiğini merak ediyordu, şimdi başka bir şeye geçirildiğini öğrenmişti ve bu oldukça dikkat çekiciydi, bunu neden daha önce öğrenmediği için kendine kızsa da merak ettiği tek şey bu değildi sonuçta; merak merakı unutturabiliyordu İnsan’a… Onlar Keşiş’le oyunlarını sürdürürlerken Krallık, Alaflar’ın ilerleyemeyeceklerini anlayana kadar Barlas ve diğerleri merkeze epey yaklaşmıştı. Karşılarına bu sefer de üzerinde Sihirbaz olmasa da çifte atmaya yer arayan sürülerce Pegasus dikildi; aslında erdemle bir anılan bir varlık olmalarına rağmen lanetin onları böyle kem gözlü yaratıklara çevirmesi üzücüydü, “Birçoğunu engellesek bile birkaçından ciddi fiziksel hasarlar alabiliriz.” dedi Dalay, “Alp ve Keşiş’in yaptığına benzer bir şey gerek onlara.”
Dalay’ın cümlesi ardından sanki Dalay’ı duymuş da gelmiş gibi yükselen dayanılmaz tiz ses sadece onların ve Barbarlar’ın kulaklarını kapamasına değil, Pegasuslar’ın çılgına dönmesine de sebep oldu. İumathias, arkasında Henry Guin, Nys, Olin, Faern ve Despina Albus’la heybetli bedenlerine olağanüstü bir ciddiyet takınarak çıkagelmişti. “İumathias?” diye mahcup oldu Barlas, “Gelmek zorunda değil-”
“Gelmek zorundaydık.” diye kesti İumathias, “Çünkü ölmek zorunda...”
“Sizin için neden ölmek zorunda olsun ki?” diye sordu Dora iğneleyerek.
“Yaşamanız için…” dedi İumathias.
“Yaşamamız için.” diyerek destekledi Henry Guin.
“Yaşamaları için.” dedi Despina Albus, buraya yardım aşkıyla gelenleri kastederek, Dora hafızasında hayal meyal hatırladığı annesini gördüğünü sandı bir an, haklıydılar… Keşke o da bu savaşı kazanmak için daha fazlasını yapabilseydi. “Liderimiz orada!” diye bir ses yükseldi öteden, Alaflar’dan uzak durma uğraşı içinde yanlarına gelmekte olan Gaiacılar Dora’yı selamladı. “Liderlerimiz…” diye ekledi aynı kişi, Barlas’ı da selamlıyorlardı şimdi.
“Ritüellere gerektiği yerde ara vermiş gibi görünüyorlar ha.” diye tebessüm etti Barlas, Dora öyle mutluydu ki onlar için gelen dostlarına kederlenmesi uzun sürmedi, içlerinden kaçı yaşayacaktı?..
Merkez’deki kulelerin bulunduğu yere girişleri epey görkemliydi, birlikte öyle güçlüydüler ki Onlar’la karşı karşıya gelene kadar en ufak bir çizik dahi almadılar. Kalabalık bir varlık âleminin önünde, şeffaf kulelerin şeffaf merdivenleri üzerinde bedenlerine kavuşmuş dokuz Tılsım karşılarına çıkmıştı. Onlarında önlerinde olabildiğine rehavete kapılmış gözüken İskeletor durmaktaydı, hedeflerine giden yolda son ve en büyük düşman karşılaması olsa gerekti bu. Barlas’ın morali Kalgay’ı bulacakları ana kulenin çatısından bir ışık huzmesi halinde uçup giden silüeti görünce epey bozuldu, şekli Kurt’a mı benziyordu? Gözü yanılmış olabilirdi ama niyeyse onun Almis olduğuna çok emindi… Sonlarının geldiğini düşünüp yuvasına çekilecek kadar küstahtı, sonlarının geldiğini düşünüyordu… “Seni görmekten sıkıldım.” diye seslendi Süvari’ye, Süvari büyük bir keyifle hareketlenmişti hareketlenmesine ancak Barlas cebine koyduğu Diriltme Taşı’nı çıkardığında donup kaldı, “Mücadelen buraya kadardı,” dedi Barlas, “sen yine gideceksin ama kılıcın arkada kalacak… Bizler ölürüz ama eşyalarımız geride kalır… Hiç düşünmüş müydün, kendi ellerimizle yaptığımız nice eşyanın yaşamakta bizden üstün olduklarını…” Süvari hışımla kılıcını havaya kaldırdı ancak indiremeden Barlas’ın yüzüne doğrulttuğu Diriltme Taşı parıldadı; Barlas’ın doğaçlama yaptığı büyülerde bu vakit, Lanet Süvari’si İskeletor’un kemikten inşası üst üste yığıldı… Onlar birbiri ardınca büyüler yağdırmaya başladı, bir yandan etrafa dağılmayı akıl edebilmiş düşmanla uğraşırken bir yandan da Onlar’ın ölümcül büyülerini savmaktaydılar. Büyülerden biri peş peşe iki Gaia Üyesi’ni toza çevirirken, bir diğeri Basagar’a gümleyerek Basagar’ı yere yığdı, Barlas korkuyla Basagar’ın yanına atıldığında, ona şefkatle bakan Basagar’ın tozlara karışmaya başladığını gördü… Çevredeki Barbarlar’ın birkaçı aksak ihtiyarın mücadelesi sona erdi diye alay edip intikam duygusuyla kabarırken, Barlas keşke Sanberk de yanında olsa, keşke Basagar ölmeden önce onu da görmüş olsa diye düşünmekteydi. Basagar da elinden geleni yaptığı için tıpkı Peter ve Sofia gibi mutlu gitmişti, ne var ki Barlas gerek bir zamanlar kabûs sandığı rüyalarında, gerek yanı başında onunla olan bu yüce gönüllü adamı gözleri yaşlı uğurladı… Basagar Hagrideo da gitmişti… “Onu öldürdünüz!” diye doğruldu, Onlar çarpışma sürerken dikkatlerini Barlas’a verdi, “Bu kaçıncı kurban?.. Tansu asla istediğini alamayacak, sizi asla affetmeyeceğim!..” Bu yüzden aslında Tansu’nun diğerleriyle konuşmuş olduğunu, Dokuz’un sırf Almis ve ordusu anlamasın diye onlarla bir müddet daha savaşmak zorunda kaldığını uzun süre öğrenemeyecekti, gerçi bunu bilmiş olsa ne değişirdi o da bilinemezdi… Barlas, Onlar’ın kısa süreli boşluğundan faydalanarak Alp’in cebinden çıkardığı Karabüyü’nün tıpasını açtı, Tansu’nun onu durdurmaya yönelik çabalarını sert karşıladı, Karabüyü’yü hızla etrafa serperken yanındakiler geriledi. Büyü, hedefini tanır gibi, bedenine kavuşmuş olan Dokuz’a hücum etti, iki kara elin bir boğazı boğması gibi bedenlere işleyip, her birini Tılsım’a çevirdi. Tılsımlar’ın seslerini başka bir büyüyle mühürlerken, bulundukları yerde hareket etmelerine dahi izin vermedi, “Al onları.” dedi Alp’e, “Sıradaki kurban Onlar olacak…”
Güvendikleri takım arkadaşlarının etkisiz hale getirildiğini gören Krallık Üyeleri nidalar ve çağrılar eşliğinde hiddetlendi. Çok geçmeden girişe kesinlikle izin vermeyecek gibi gözüken kovaladıkları yabancı karşılarına çıkmıştı bu sefer, “Hiç konuşmaz mısın sen?” diye hırsla yüzüne baktı Barlas.
“Konuşmaz…” dedi Alp, “Daha öğrenememişti ki…”
Barlas başta Alp’i anlayamadı ancak sonradan şaştı kaldı, “Nasıl olur?” dedi garibine gitmiş gibi.
“Bilmiyorum ama onu bir kez daha öldürmek istemiyorum…” dedi Alp.
“Zorunda da değilsin,” diye hak verdi Barlas, Alp bir an için Barlas’ın onun bilmediği bir hikmete sahip olduğunu, Emre’yi kurtaracağını sandı, “bunu senin yerine biz yaparız.” diye devamı geldiğinde karamsarlaştı. Başka çaresi yoktu bunun… “Git hadi.” diyerek ekledi, “Görmek zorunda da değilsin, hem yapman gereken bir şey vardı…” Alp kafasını aşağı yukarı salladı, çantayı Dalay’a verdi ve Emre’nin yüzüne bile bakamadan ışınlandı.
“Daha fazlası geliyor.” dedi Aldrid.
“Bizden daha fazlası da gelecek…” diye umut etti Oktar.
“Dordie nerede?” diye telaşlandı Tomris, “Yanımızdaydı değil mi?!”
“Ona bir şey olmamıştı.” diye temin etti İumathias, “Arkadaşlarının yanına gitmiş olmalı, geleceği birlikte kurtaracaklar…”
“Gelecek de gelecek olsa!” diye söylendi Kıvanç.
“Öyle olacak.” dedi Barlas, “Şimdi devam edelim…”
Yavaşlayan zamanın puslu lekeleri, Ecrin’in kan çanağına dönen gözleri önünde hareket etmekteydi; hareketler öyle ağırdı ki… Sanki az sonra her şey birbiri üzerine devrilecekti… Ecrin, nereden bittikleri meçhul Şeytani Meduslar ve Dev Akrepler toprağın altından çıkar gibi çıkıp etraflarını sardıklarında bir şey yapamadığı için içerlemeye başlamış, Köylü’yü toprağa gömen yabancı onlarla işi kalmamış gibi ellerinden kaçarken Ölüler’le aralarında artık engel kalmadığı gerçeğiyle afallamıştı, Velmagnor’un tüm isteklerine rağmen onu yanında taşımayı reddeden Oktar Mengen, Barlas’a sahte bir gölgeye sahip olduğu için önden gitmesini söylediğinde hepten kızmıştı. Sevgilisi belki de nihai sonun ilk adımı olan adımını içeriye atar atmaz zamanı durdurmak istemişti, bu istek hali hazırda içinde bulunan güçle körüklendiğinde geçen seneki lanet geceden bu yana bir kez olsun kullanmadığı, kullanmayı istemediği yeteneği devreye girmişti. Biliyordu ki zaman durmamış, yalnızca o hızlanmıştı, bu da geçen sefer yaralıyken yapabildiklerinin çok daha fazlasını yapma fırsatı sundu ona. Önce hiç gocunmadan yüzü yaralarla dolan aşkına zaman ayırdı; Barlas’ın yüzünü bir gösteriyi seyirler gibi izledi… Az sonra içeri gidecekti, burada olanlarla zerre ilgisi olmayan Ölüler’in içine girecekti, evet gölgesi yoktu belki ve bu ona onlardan biriymiş gibi hissedilme fırsatı verecekti, ne var ki Ölüler’in gölgesi olmayana zarar verme potansiyeli bir o kadar da gerçekti; ikili bir tehlikeydi bu, bir bıçağın iki yüzü... Barlas’ı elinden tutup götürmeyi çok istedi, bunu yapması için asla rıza göstermeyeceği gerçeği seyrini noktalamaya yetti. Besbelli Erboslar başta olmak üzere tüm karanlık yaratıklar rahat hareket edebilsin diye tepelerindeki gökyüzü sahte kara bulutlarla örülmüştü… Ötede Dora ve kalan yedi Gaia Üyesi’nin üç Akrep’le boğuştuğunu gördü… Hermes’in, Basagar öldükten sonra sesi soluğu kesilerek dalgınlığa boğulan Keşiş’i korumaya çalıştığını gördü… Aldrid’in, yakın dostu Peter için yas tutan Oktar’ı birlik olmaya davet ettiğini gördü… Dalay’ın elinde Aetos’la Kıvanç’ın yanında koruma ördüğünü, Tomris’in oğlu çıkıp gelir umuduyla ardına baktığını, aralarında en dirençli çıkan İumathias ve diğer Oceanos Sakinleri’nin Meduslar’ı kıvırdığını ya da kıvrandırdığını, Keramunlar’ın yere inmek üzere olduklarını hatta birkaçının dönüşüyor olduğunu, Sihirbazlar’ın tüm ekip üyelerine büyüler yağdırdığını, büyülerin havada cirit attığını gördü… Burnundan kan gelince neyi ne şekilde çözebileceğini kavramak için yeterince zamanı olmadığı hüznüyle göğe baktı, Ay’ı arandı, buldu da… Ay, Yarım olmak üzereydi… Dolunay’a günler vardı ve savaş o zamana çoktan bitecekti… Kendini güçlü hissetti, hatta burnundan akan kanı eline sildiğinde ellerine bakarken garip bir şekilde tanıdık bir arzuyla dolduğunu keşfetti, öldürme arzusuydu bu, Kehanet Hanedanlığı’nda Mum altından yükselen şeytanlığının bir parçası… Hemen şimdi Barlas’tan uzaklaşmalı mıydı?.. Korkusu yüzüne tokat gibi gelen bir darbeyle bölündü, yaptığı yavaşlatma büyüsü daha fazla devam edememişti, hızla sona ermişti…
“Dikkat edin!” diye haykırdı Dora, “Kendinizi savunmayı bilin!” - “Destek geliyor!” diye bağırdı Kıvanç, Barlas içeriye girmeye hazırlandığı için dönüp bakmadı. - “Kabileler.” dedi Ecrin, Barlas’a. - “Burnun neden kanıyor?” diye şaşırdı Barlas döner dönmez. Ecrin sustu. “Yine mi yaptın, zamanı mı yavaşlattın, o şekilde yakışıklı gözüküyor muyuz?” - “Dalga geçme.” diye tebessüm etti Ecrin, “Kendine dikkat et lütfen…” - “Baktık çığlık çığlığa kaldı, peşinden gideriz.” diye destekledi Kıvanç buruk bir tebessümle, “Bana bir haller oluyor, kendimi ucube gibi hissediyorum.” - “Öyle olsa bile gördüğüm ilk espritüel ucubesin.” diye güldü Barlas, gülmeleri kesik kesikti. Ecrin bir an kendisinin de böyle hissettiğini düşünüp Kıvanç’la göz göze geldi. Geri döndüğünde Barlas çoktan içeri girmişti. Dora, Henry ve Despina’ya yardımcı olmak üzere yanaştı, Akrepler’den birinin dev kıskaçları bedeninde delik açmak üzereyken hızla sıyrılıp gözleriyle Akrep’e işkence yapmaya başladı. “Sence denemeli miyim?” dedi Kıvanç yanına gelip. - “Neyi?” diye sordu Ecrin. - “Kan mı o? Neyse, yönetmeyi, Akrepler’e yapabilir miyim dersin?” - “Geçen seferki performansın gayet iyiydi, neden olmasın?” - “Benim yaptığımı anladınız mı?!” diye sevindi Kıvanç, gaza gelmiş gibiydi, “Hazırlanıp deneyeceğim, bir süre Dalay’ın yamacında kalayım da.” Kıvanç uzaklaşırken, Ecrin dönüştükleri yerde Şahbazlar’la yakın dövüş yapan Keramunlar’ın ve onların arasına katılan diğer Kabile Üyeleri’nin yanından geçerek ilerleyen Aras ve Dordie’yi gördü. Yanlarında da yetişkin bir kadın vardı, Emma neredeydi? Çok geçmedi, Kadın’ın ne kadar da Emma’ya benzediğini düşünüp şaşırdı, olabilir miydi?! Hem Kabileler’e hoşgeldiniz demek için hem de bunu anlamak için yanlarına doğru gidecekti ki etrafının kalabalık bir Akrep grubu tarafından sarıldığını fark etti, diğerleri nereye gitmişti?! Darius’un Akrep’in birini beceriksizce mızrakladığını görebilmişti ancak kendini asla koruyamazdı, “Kıvanç!” diye bağırdı, “Şimdi tam sırası!” Ecrin’in zor durumda kaldığını kargaşada yeni fark eden diğerleri yardım etmek üzere yakınlaşırken Akrepler aniden donup kaldı, bir süre sonra kendi içlerinde birbirlerini sokmaya, dehşet çığlıklar atmaya başladı. Ecrin büyük bir hayranlıkla Kıvanç’ı tebrik edecekti ki Kıvanç’ın nefesini toplayamaz vaziyette Dalay’ın yanında iki büklüm kaldığını gördü, koştu ve sarstı. “İyi misin?! Kendine gel!” - “Bunu biz hallederiz!” diye seslendi Dalay, “Kontrolünü kaybetti, kendisini dengelemiyor, haddini aşan her Büyücü’nün başına gelen bir şey bu! Git! Aetos’u daha fazla koruyamam!” Yine nereden peydahlandığı belli olmayan Barbar ekibini gösterdi, aralarında üç Ker vardı. “Sildu’yu bulup ilacı getir ya da Aetos’u al onların yanına götür!” Ecrin kafa salladı, o endişeyle olabildiğine nazik bir şekilde Aetos’u kucağına alıp koşmaya başladı, önüne çıkan Meduslar’ı gözlerinin kesik parıltılarıyla bir bir havalandırıp uzak köşelere fırlattı, ilk kez bu denli öfkeli gördüğü Aras’ın yanına vardığında, “Neredeydiniz!” diye bağırdı hemen, “Neler oldu?” Kadın’a döndü, “Emma?!” Emma kederle kafa salladı, “Deniz karabüyü yaptı, artık istediğim yaşta görünemem!” dedi ağlamaklı. - “Nasıl olsa değişmeyeceksin, Aras’ın senin yaşlarına gelmesini beklemek senin için zor olmayacak.” dedi Dordie, yüzünde derin görünen çizikler vardı. - “O iblis hak ettiğini buldu!” dedi Aras gözü dönmüş vaziyette, “Alp Ağabey’in kardeşini üzerimize salan oydu! Bir amacı var! Gerçekleştirebildi mi?” - “Kardeşi mi?!” diye şaştı Ecrin, “Ben-bilmiyordum! Gitti, bizden uzaklaştı!” - “Garip.” dedi Aras, “Deniz’in yanına gitmiş olamaz ya?” - “Gitse bile geride eski Deniz’i bulamayacak, belki tanımaz bile.” diye konuştu Emma, Aras Emma’ya kaçamak bir bakış atıp iç çekti. “Emma, gidip yardım et, İumathias ve diğerleri de burada.” diye hızlı hızlı konuştu Ecrin, “Dordie, Tomris ölmüş olabilirsin diye yıkıldı, onu bulman gerek, Aras sen de çok tükenmiş gözüküyorsun, büyü yapma demeyeceğim ama lütfen büyük işlere kalkışma, benim şimdi Aetos’u Sildu’ya götürmem gerek.” - “Sildu yoktu…” dedi Emma, “Geldiğine emin misin?” - “Gelecekti.” diye gözleri doldu Ecrin’in, “Ya başka biri?” - “Elduin’i gördüm sanıyorum.” dedi Dordie, “Rostina da yanındaydı hatta ama perişan durumdalar, sizin olduğunu tarafa gelmeye bile fırsatları yoktu.” -“Tamam, gidin hadi! Ben onlarla birlikte gelirim, Barlas içeri girdi, her an yeni bir çatışma daha patlak verebilir.” Kafasını tamam anlamında sallayan Emma’ya garipseyerek baktı, kendisinden büyük biri vardı artık karşısında, o da kafasını sallayıp uzaklaştı.
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lütfedilmiş ( GDS )
FantasiaWattpad'de "Gizem Diyarı Serisi (GDS)" adı altında, 4 Kitap (Uyanış, Yoldaşlık, Direniş, Özdüşünsel) olarak yayınlanmış, sonrasında "Lütfedilmiş" ismiyle 2 Cilt olarak basılmış olan hikâyenin tam versiyonudur... /* "...şüphesiz ki yaşananlar, bu mas...