35- Logos

14 3 1
                                    

   Oktar’ı bile görmeden kendilerini kalabalıktan soyutlayıp yeniden Saray’a girdiler. Her katta, Gizli Merdivenler’e açılan gizli bir bölme vardı ancak şimdiye kadar sadece birkaç tanesini kullanmışlardı; Giriş Katı’nda bulunan gizli bölmeyi bulmaları sandıklarından daha da uzun sürdü. O sırada Alp; Bilgeler ve yapılan toplantılar hakkında beyin yakan konuşmalara girişip, ruhsal seyahatten doğan kişisel enerjinin fiziksel bütünlük oluşturabilecek kadar güçlü olduğunu ve bu sebepten yapacakları yolculuğun onun için aynı anda bilge toplantısının yapıldığı yerde de bulunabilmeye yarayacağını açıklamaya çalıştı, sonunda Giriş Katı’nın gizli bölmesini bulup Merdivenler’e çıktıklarında bir teklif daha sundu: “Vaktin normal seyrinde değil de atlamalı olarak, olduğundan beş kat daha hızlı geçmesinden şikâyetçi olur musunuz?”
   “O neden öyle olacakmış ki?” diye Barlas gibi anlayamadı Ecrin.
   “Hepimiz yorgunuz, direniş epey yordu, sizin de istediğiniz bu değil mi? Kısa ve öz olsun, maksat özdüşünsele varıp bitirmek. Hem böylece bir şeylerin teşekkül etmesi için dolambaçlı yollardan geçilmesi gerekiyorsa bundan muaf oluruz; diğerleri için zaman normal seyrindeyken, biz gerekli olanda var oluruz.”
   “Beni korkutuyorsun Alp.” dedi Barlas, Ecrin de buna katılır gibiydi, “Sonuçta yaşamak ve yaşlanmak daim, zaman daim, neden acele edelim ki?”
   “Bitirememe tehlikesi var diye.” dedi Alp, “Bir anda yitip gitme…”
   “Aslında, ben bitirmek istiyorum.” dedi Ecrin, “Alp’in ne demek istediğini anladım, bu kadar bedel ödemişken, tez elden noktayı koymak hakkımız. Olimpiyatlar’ın finalini izlemeye, büyük annemin ve dostlarımızın masasına oturmaya bile kalamayışımız gibi bir şey bu; içimizi kemiriyor, rahat bırakmıyor.”
   “Yapalım o zaman.” dedi Barlas güvenip, Alp’e döndü, “Her ne yapıyorsan…”
   “Şimdilik sadece Merdivenler’den ineceğiz.” dedi Alp hoşuna gider gibi.
   “İndikçe hiçliğe karıştılar…” diye tebessüm etti Barlas.
   “Hiçlikten, bütünlüğe…” diye emin konuştu Alp, “Korkmayın, sizi koruyabilecek kadar hâkimim her şeye.”
   “Vay be.” diye güldü Ecrin, “İddialısın demek paşazade.”
   Alp gülüp inmeye başladı, Barlas ve Ecrin takibe koyuldu, karanlığın içinde, tüy melekleri vestaların eşliğinde, sarmal merdivenleri inmeye başladılar. “Bir süre sonra maddesel dünyayı geride bırakacağız.” diye deneyimini paylaştı Barlas.
   “Öyle olacak.” dedi Alp, “Bir müddet sonra, anı geride bırakıyoruz...”
   Dışarıdan onları gözleyen ya da dinleyen biri olsa kuşkusuz bu konuşmalara anlam veremez, verse de alay edip geçerdi; ‘üç kaçığın teki, vay hallerine’ derdi ancak üçlü için bu konuşmaların artık yeriydi, kendilerini düşünsellere adayacak kadar yetkin ve bitkindiler… Vestalar’la arkadaşlık edip, yarım saat kadar inmeyi sürdürdüler, bir zaman sonra Vestalar daha fazla takip etmemeye, bulundukları ortam deyim yerinde ezilip büzülmeye başladı. Maddesel gerçeklik, yerini maddesel gerçekliği kılıf olarak kullanan bir anafora bırakmıştı; basamaklar ve korkuluklar hayli pusluydu artık, karanlık oldukça yoğundu… Şimdiye değin duyarsızlaşmış oldukları kardeş kavgası, yanı başlarında gümbürdüyordu. Barlas ve Ecrin kavgayı inanması güç de olsa son kez dinlerken,  Alp’in hem heyecanlı hem de tedirgin olduğunu gördüler: “Hak ediyorsun öyle mi?! Hangi özverinle?!” - “Atanla doğru konuş!” - “Şimdi de atam oldun demek! Çok sevgili ağabeyinle arkamızdan iş çevirirken neredeydi atalığınız?! Kardeşimi öldürürken neredeydi?!” - “Kes sesini! Senin kardeşim dediğin adam hepimizin hükümdarına saldırdı!” - “Oyunlarınız için! Tükenmek bilmeyen arzularınız için! Atanıza ihanet ettiğiniz için!” - “Kimseye ihanet etmedik! Karanlığın yolunu seçen cezasını elbet bulur!” - “Karanlık mı? Korktuğumuz tek şey sizin karanlığınız oldu!” - “Bu saygısızlığının bedelini ödeyeceksin!” - “Öyle mi dersin?! Halk beni istiyor! Her ne yaparsan yap başarılı olamayacaksın! Sonunda kaybeden sen olacaksın! Hak ettiğini bulacaksın! Karanlığın laneti üzerinde kol gezecek! Kaybetmiş-”
   “Durun!” diye bağırdı Alp, aynı zamanda gözleri karanlığı delip geçen bir parlaklıkla ışıldamıştı. Işıltı, merdiven boşluğunda salınarak dört yanı dolaştı, sanki baştan aşağı tüm büyüyü toplayarak katlandı, dönüp diplerine kadar geldiğinde bir ışık patlaması yaşandı, patlayan ışıklar toz gibi dağılarak belirli noktalarda yoğunlaştı, dikkatli baktıklarında fark ettiler ki ışıktan bir zeminin üzerindeydiler ve Kolgay ile Ülgen’in bedenleri ışık bulutları içinde, sessiz ve sakince önlerindeydi; Gizli Merdivenler çok uzun zaman sonra sessizdi… “Bir zemini varmış öyle değil mi?” diye rahatladı Alp şaşkınlıkla ona bakan Barlas ile Ecrin’e dönüp, “Anı hapsetmek, sesi hapsetmeye benzemiyor; biri geçmiş zamanı buraya hapsedince Gizli Merdivenler geçmiş zaman ve şimdiki zaman arasında sıkışıp zaman tüneline dönüşmüş… Yer çekimi denen bir şey var, yoğunluk zeminde toplanınca, zemine doğru düşen kişi zemine çarpmadan tünele giriveriyor!”
   “Boyutlar,” dedi Barlas bunu kabul etmeyip, “farklı boyutlarda da dolaştığıma eminim, Gizem Diyarı’na hiç benzemiyorlardı.”
   “Sanmıyorum.” dedi Alp, “Farklı bir perspektiften bakmaya başladığında tanıdığını sandığın birçok şey yabancılaşabilir; boyutlar her zaman iç içedir…”
   “Ya da Gizli Merdivenler yalnızca bir zaman tüneli değil.” diye araya girdi Ecrin, “Biri farklı büyüler, farklı efsunlar da katmış olabilir.”
   “Oyun mu bu?” diye kızdı Barlas, “Gelen geçen keyfine göre büyülemiş mi?!”
   “İhtimal dâhilinde.” dedi Alp, “Ne kadar çocukça da olsa, düşünsenize üzerine çalıştığınız bir büyü var ve örerek yanınızda taşıyorsunuz, derken nasılsa Merdivenler’in sonunu kimse getiremiyor diye, deneme yapmak için, zeminde konuşlanacağını ya da farklı bir boyuta gideceğini bile bile salıveriyorsunuz…” Barlas yaşadığı düşüşü hatırlayıp bu olabiliteye tiksinti duymadan edemedi. “Neyse ki ben öyle yapmıyorum.” dedi Alp, “Gizli Merdivenler’in tünelinden geçen son kişiler olacağız, bizden sonra zemini olan sıradan bir merdiven boşluğuna dönüşecek burası.”
   “İyi de ne esprisi kalır ki o zaman?” diye mızmızlandı Ecrin.
   “En azından birisi aynı yere düşmez…” diye ciddiyetle karşılık verdi Barlas.
   Alp’in gözleri yeniden parladığında ışık bulutuna bezeli bedenler bir an için sanki kanlı canlı oradalarmış gibi hayat buldu. Ecrin cübbelerin altındaki iri bedenlerin yüzünü seçmeye çalışınca, “Bunu tavsiye etmem.” dedi Alp hızla, “Ölülerin arasından çıkıp geldiler, onları yaşayan Diyar’dan tamamıyla azat etmem için…” Ecrin, korkuyla geri çekildi, kâbuslarına girebilecek bir çift yüz görmek istemezdi tabii ki, “Üç deyince, onlar kurtuluyor, Merdivenler’in hikâyesi son buluyor ve biz de gidiyoruz, hazır mısınız?” diye sordu Alp, kafa salladılar. Alp’in geri sayımları, gizemini kaybedecek Merdivenler’in ruhuna dokunarak kasvetli bir hava yaydı, üç denildiğinde Gizli Merdivenler malum patlamayla son kez çalkalandı, ışıklar da yok olup her yer karanlığa boğulduğunda, geriye hiç mi hiçbir şey kalmamıştı. Ülgen ve Kolgay’ın savaşı, nihayet sona erdi… “Ortalık biraz karışabilir.” dedi Alp, anaforların ve enerji yoğunluklarının içinde boğulur gibi olup yeniden düzlüğe ayak bastıklarında. Etraf giderek şekilleniyor, geçmiş bekâretini bozuyordu… Alp sakladığı yerden Almis’in Kolyesi’ni çıkartıp inceledi, Kolye’deki şehevi ışıltıyı görünce kafasını eğip yeniden sakladı; Ecrin’in kaçamak bakışını da kaçırmamıştı, “Ne de olsa önce sizi gördüler, ardından bizim birlikte kayıplara karıştığımızı duydular, akabinde de Gizli Merdivenler’in durulduğunu öğrenecekler… Aşağı indiğimizi tahmin edecekler ancak artık bir zeminin var olduğunu görünce bilinçli olarak yaptığımızı anlayıp bizim yeniden aralarına katılmamızı bekleyecekler… Tahmin edemeyecekleri tek şey, yeniden döndüğümüzde uzun zaman geçmiş olacağı…” Barlas, Alp’i dinliyordu ancak şekillenen geçmişe duyduğu meraktan dolayı kafasını etraftan ayıramıyordu. Ecrin ve Alp de ona katıldıklarında, şekillenme işi daha da hızlandı ama garip bir şey vardı, sanki bir şeyler yerli yerine oturuyordu ki yeniden bozuma uğruyordu, Barlas bunun üzerine Alp’e bakıp açıklama bekledi, “Az daha gitmese miydik?” dedi Alp muzipçe.
   “Durdurur musun şunu!” diye kızdı Barlas, “Fazla gitmemekte yarar var, derine indikçe zayıflarız, ondan sonra bırak hâkim olmayı avukat bile olamazsın.” Ecrin ve Alp bu soğuk espriye yüz buruşturdular ancak Barlas bunu gayet mantıklı bir bakış açısıyla söylemişti; kendi anlarına dönemezlerse, anlamı kalmayacaktı…
   Bahçesi envai çeşit çiçekli dolu bir kulübe dibindeydiler… Etraftaki kuş sesleri bir masalın içindeymiş gibi, çevredeki renklerse bir resim tablosundaymış gibi hissettiriyordu… Anlamaya çalıştıklarında, penceresi açık olan kulübenin içinde bazı homurtular duyuldu; biri bir şeyi yaparken zorlanıyor, hafif hafif ıkınıyor gibi. Önce ciddiyetle ardından hafif bir gülüşle birbirlerine baktılar, pencerenin önüne geldiklerinde içeride bulunan adam sanki onların orada olduğunu hissetmiş gibi aniden yüzlerine baktı, kır saçlı, çakır gözlü bir adamdı bu, al yanaklı, toparlaktı. Masalcı dedelere benziyordu, tabii ki onları görmedi, yeniden önüne döndü. “N’apıyor o?” dedi Barlas, “İçeri girelim.”
   “Gerek yok.” dedi Alp ve bir adım atmasıyla kulübe duvarı toz gibi dağıldı, içeriye girdiğinde yeniden duvar görünümü aldı, “Gelin hadi.” diye ekledi. Barlas ve Ecrin de aynı şekilde, bir nevi duvardan geçerek içeri girdi. Adamın etrafına dizildiler, Adam, Sahipsiz Günceler olduğuna emin oldukları bir kitabın üzerine çömmüş, gözleriyle büyüler yağdırıyordu, Alp Adam’a öyle yaklaştı ki neredeyse kafa kafaya tokuşacaklardı, “Çok farklı şeyler yapıyor.” dedi gözleri fal taşı gibi açılırken, “Keşke öğrenme imkânım olsa!” Alp’in bu kadar heyecanla söylemesi diğerlerini de meraklandırdı, ikisi de Alp kadar Adam’a yaklaşıp gözlerinin içine baktı. Adam’ın gözlerindeki ışıltı iç içe geçmiş solucanları andırıyordu, üstelik solucanlar bazı bazı hareket ediyor, birbirlerini yiyorlardı! “Hangi bilge acaba?”
   “Bilge falan değil.” dedi Barlas sezerek, “Satırlarını efsunluyor…”
   “Satırlarını mı?” diye hayranlık duydu Ecrin, “Günceler’in yazarı mı yani?!”
   Barlas kafasını aşağı yukarı salladı, Alp’e döndüklerinde Alp’in Günceler’in başına geçmiş hararetle bir şeyler fısıldıyor olduğunu gördüler, “Burada!” diye açıkladı Alp lafını toparlayamayarak, “Burada üç yüz elli günden fazlası var!”
   “Burada işimiz yok Alp!” diye sıkıldı Barlas, “Hadi, durmayalım daha fazla.” Alp, elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi bakıp doğrulurken, Adam yaptığı büyüyü bitirdi, bitirir bitirmez de kuş sesleri kesilip renkler soldu, bunun gerçekten böyle olup olmadığını pek anlamadılar çünkü başka bir anafora girmişlerdi, “Mümkünse bizim var olduğumuz zamanlara…” dedi Barlas. Alp omuz silkerek yoğun enerjiye müdahale etti, Barlas’ın saçının bir telini koparıp atıverdi, Barlas ‘n’apıyorsun’ der gibi bakınca gülmekle yetindi, “Acıdı ama!” Kurak Orman Korinna’nın, Kutsal Nehir’le kesişen kıyısındaydılar… Sabah olmak üzereydi, Beyaz Saray tarafından oldukları yere doğru sürüklenen iri bir şey vardı, yaklaştığında bunun Basagar olduğunu anladılar, hızla birbirleriyle bakışıp yakınlaşmak için koştular, iyice seçmeye çalıştılar. Evet, baygın olan Basagar’ın kucağında, Basagar’ın gevşeyen elleri arasında kayıp gitmek üzere olan bir bebek vardı!.. “Kaymayacağım ama.” dedi Barlas, “Basagar söylemişti, uyandığında beni ormanda emeklerken bulmuş.”
   “Ormanda emeklerken mi?” diye anlayamadı Ecrin, “Nasıl oluyor o? Nehir epey aşağıda, dikine kayalık mı tırmanmışsın yani?” Alp güldü.
   “Ne bileyim.” dedi Barlas, Alp’in gülmesine gıcık olmuş gibi, hakikaten de düşününce biraz mantıksızdı.
   “Biraz mı?” dedi Alp bu sefer. Barlas kısa süreli bir şok yaşadı, ardından içinden konuşmuş olabileceğini anlayıp, telepatik bir bağ kurduklarını kavradı.
   “Ne olacak öyleyse, gelip biri çıkardı beni o zaman.” dedi Barlas daha da sinirlenerek, “Bekleyim, göreceğiz nasılsa.”
   “Etraf çok daha sahici, burada bir yerimiz var.” diye kendi kendine mırıldandı Alp, mırıltısını sadece Ecrin duymuştu çünkü Barlas pür dikkat sürüklenen Basagar’a bakıyordu. Basagar iyice yaklaştığında, elleri aniden çözüldü ve bebek ondan ayrılarak, Oceanos’a doğru sürüklenmeye başladı. Barlas oldukça şaşkın bir biçimde Alp’le Ecrin’in suratına baktı, gözlerini ovuşturdu ve Basagar bir yere takılıp durmuştu! İyi ama bebek gidiyordu! “Daha bekleyecek misin?” dedi Alp Barlas’a, Barlas hiddetle dönünce ona etrafta gezinen garip ışıltıları gösterdi. “Senin için buradalar, müdahale et diye…”
   Sanki her şey durmuştu… Barlas bunu kabullenemez bir biçimde beklemeyi sürdürdü, bebekliği iyiden iyiye göze küçücük gözükmeye başladığında gözlerini parlattı; etraftaki ışıltılar önce Barlas’ın gözlerinin içine sızdı, ardından adeta püskürerek dışarı fırlayıverdi, büyü çok hızlı bir şekilde bebeğin olduğu tarafa sıçradı, bebek akıntıya ters yönde yüzerek yeniden onlara doğru yakınlaşmaya başladı, hemen aşağılarına, Basagar’ın takıldığı yere kadar geldiğinde Barlas başka bir büyüyle bebeği havalandırdı; Bebek havada süzülerek önlerinden geçti, Barlas kendi bebekliğini neredeyse bir metrelik bir mesafeden görünce epey tuhaf hissetti, uyuyor olmalıydı… Nasıl uyuyor olurdu? Ağlaması, bağırması gerekmez miydi?.. Nasıl da kabullenmişti kendini gerçeklemeyi… Hayret verici olaylar dizisinin devamında Barlas giderek garipleşecekti… Medus’la ilk karşılaşmasında ona “Barlas!” diye bağıran da kendisiydi… Kendilerini Coulson’la çıktıkları yolculuğun içinde bulduklarında, Ecrin o sıra aralarında olamadığına, Alp o sıra kardeşinin kucağında olduğuna, Barlas’sa uzun zaman sonra yeniden kanlı canlı görebildiği dostlarına üzüldü… “Böyle olmamalıydı!” diye patladı, ötedeki yolcular Barlas’ın herkesi koruma altına aldığı büyü sona erdiğinde etraftan gelen sesleri dinliyor oldukları sırada, “Senin işin mi bu?!” Alp buna alınmış gibi kafasını iki yana salladı, “Doğru söyle!”
   “Derdin ne Barlas!” diye payladı en sonunda Alp, “Kendine ait şeyleri, kendi geçmişini görmek isteyen sendin!”
   “Öyle demedim!” dedi Barlas, “Bizim var olduğumuz yıllar için söyledim!”
   “Ya, tabii, kesin öyledir!” dedi Alp, Barlas nedense o an Karaul’da Kıvanç’a darıldığı zamanları hatırlayıp tek kelime etmeden tepki gösterdi, “Tamam, özür dilerim.” dedi Alp bu sefer, “Sadece, sadece ne bileyim, neyse… Gidelim…”
   Ecrin ne diyeceğini, aralarını nasıl bulacağını kestiremediğinden ortada kalmıştı, “Biraz daha sakin olun, abartmaya gerek yok.” demekle yetindi.
   Sonrasında pek konuşmadılar, daha doğrusu konuşamadılar… Barlas birbiri ardınca onu baz alan durumlarla karşılaştıkça delirecek gibi oluyordu… Büyük Balkon’da kılık değiştirip, “Ateş'e emir ver Barlas Morel... Az önce yaptığın gibi...” derken hayli ifadesizdi… Diğerleri etrafı izlerken, o kendisinin kendisine “Defol!” diye bağırarak başlayan ve bir müddet sonra kendisini kovmasıyla sonuçlanan hiddetine karşın ifadesizliği maskeleyerek uzun süre Ateş’i yeni elde eden Barlas'a baktı… İçten gelen bir istekle, belki de sahte olacağını bildiği intihar istenci içinde balkonun duvarlarına çıkıp bahçeye atladı, Alp ve Ecrin de peşinden atladı, elbette yere çakılmamışlardı, bahçeden yürüyerek çıkıp başka bir zamana uzaklaştılar… Uzaklaştıkları zaman sadece birkaç saat sonrası, Mum Odası’nda Ecrin ve Barlas’ın birbirleriyle canhıraş şekilde savaşmaları olunca Barlas’ın sinirleri iyiden iyiye gerildi; Ecrin onu öperek sakinleştirmeye çalışırken, Alp ilk kez şahit olduğu bu şeytani savaşa karşın sakladığı kolyeyi bütün bütün muhafaza etmeye karar verdi… Barlas’a kalsa müdahale etme gereği bulunmayan ya da zaten bildikleri anlara yeniden dönmelerinin hiçbir anlamı yoktu ancak Alp, ona Kolye’yi dostlarından sakındırtacak izlenimi bu şekilde elde edebildiğini anlayacak kadar karmaşık düşünceler içindeydi… Barlas, Kehanet Duvarı önünde tılsıma yanaşan Barlas’a, “Sakın Duvar'a dokunma Barlas! Sadece tılsımı al!” derken kendisine karşı delice bir öfke duyduğunu hissetti… Mazisinde anıları silikleşmeyen, silikleşemeyen o geceye ve akabinde Hermes’in evine vardıklarında mevzunun Alp’in ışıkkıranlığı ve göz kapaklarındaki işaret olmasından kaynaklı çok rahatladı; Alp, Hermes’in kendisi için söylediklerini can kulağıyla dinlemişti… “Başladığı yerde bitsin lütfen…” dedi Barlas sakinleşmişken, şimdi de Gizli Merdivenler’in boşluğunda, Ateş’in büyüsüyle sallanan Barlas’ı izliyorlardı… “Ben düştüğümde, dönelim olur mu?” Alp kafa sallamıştı, Ecrin ve Barlas yanında birbirlerine sarıldığı sırada, dikkatle Ateş’e bakmıştı; Ateş’in Barlas’ı havalandırmak için yaptığı büyü gayet sağlıklı gözüküyordu oysa ne diye gözleri ağrıdığı için büyüyü kesivermişti ki? “Bundan derhâl vazgeç!” diye bağırdı merdiven boşluğunda sallanan Barlas, “Merdivenlere doğru sürükle beni!” Bunun üzerine Ateş tatmin oldu ve sürüklemeye girişti, sürüklemek için gözlerine kattığı büyü de gayet sağlıklıydı!.. Alp dehşete kapıldı ve oracıkta büyü yaparak Ateş’in gözlerini ağrıttı… Beynine sancı saplanmıştı; geçmişin sapma ihtimali onu delicesine bir korkuya sürüklemişti… Diğer konuşmaları duyamadı bile, Barlas ve Ecrin’in de bunu gördüğüne emin şekilde arkasına döndüğünde öpüşüyor olduklarını görüp ne diyeceğini bilemez halde kalakaldı… Merdiven boşluğunda sallanan Barlas’ın çığlıkları düşmesine müteakip yükselirken derhâl aylardır ördüğü büyüyü yaptı; biliyordu ki eğer elinde örülmüş olan böyle bir büyü olmasaydı buradan asla çıkamayacaklardı… Onların hikâyesi aslında burada sonlanıyordu… Ne var ki geleceğin sapması geçmişin sapmasından evlaydı… Delicesine sürüklendiler…
   Gecenin içinde, sanki bedenleri sıkışmış da kendilerini son anda kurtarmışlar gibi beliriverdiler. Nefes almakta güçlük çekiyorlardı, “Ne-n’oldu?” diye sordu Barlas hızla, “Yanlış bir şey yapmadın ya?” Alp nefesini toplamaya çalışırken hiç sesini çıkarmadı… Sadece kafasının sağa sola sallamakla yetindi; uzun bir müddet konuşamayacak gibiydi… Derin düşüncelerinde ciddi aksıyordu, başı sonu kaos olan bir çarpık anlam dünyasındaymış gibi hissediyordu, Barlas’ın düşüşüne neden olan nasıl o olabilirdi?.. Bunun Barlas’ı düşüşten kurtaran kişi olmasıyla tersten bir alakası olabilir miydi? Eğer müdahale etmeseydi sapacak olan geçmiş, nasıl bir gelecek doğuracaktı? Henüz Prens varken, nasıl olur da sonları tıpkı diğerleri gibi ama son olarak ‘hiçliğe karışan’ kişiler olmaktı?.. Tüm bunlara kadir olan üst aklın onun onları kurtarabilecek kadar uzun süre ördüğü kurtulma büyüsünden haberi yok muydu? Yoksa aslında o büyüden haberi vardı da düşüşteki yerinden mi haberi yoktu? Kendisi üst akla onun dahi bilmediği şeyleri söyleyecek kadar aşmış mıydı yoksa aslında özgüvenini kamçılan esas şey olan Barlas Morel’i kurtarma işi, Barlas Morel’i kurtarılması gereken duruma sokma işiyle nötrlenerek onu sıradan bir büyücü mü kılıyordu?.. “Almis Krallığı’nın kalıntıları üzerindeyiz,” dedi Barlas o sırada etrafı inceleme fırsatı bulduğundan dolayı, “Terk Çöplüğü’nde.”
   “Bu normal bir şey mi Alp?” diye sordu Ecrin, “Saray’a çıkmamız gerekmiyor muydu?” Alp kafasını yeniden iki yana salladı. “İyi o zaman, bir an için öldüğümüzü sandım, sanki ölümün sıkıştıran ellerinden kurtulmuş gibiyim.” Alp, dönüp uzun uzadıya Ecrin’e baktı, Ecrin Barlas’ın yanına gidip elinden tutarak ondan uzaklaştı, anlaşılan ikisi de Alp’in hâl ve hareketlerinin tuhaflaştığı anlamamıştı, Alp’in işine geliyordu bu çünkü belki de ölene dek onlara az önce olanlardan bahsetmeyecekti; asılsız bir utanç, apansız bir sakınma vardı içinde.
   “Kaç gün geçmiştir acaba?” diye sordu Barlas, oldukça yorgun hissediyordu, “Zaman atlayarak geçecekti ya?”
   “En fazla birkaç gün, ne kadar olabilir ki?” diye tahmin yürüttü Ecrin.
   “En az bir ay.” diye yanlarına vardı Alp, mümkün mertebe normal konuşmaya çalışıyordu, “Olimpiyatlar tarih olmuştur bile, herkes yuvasına dönmüştür, bilginler de bize kafa yoruyordur olsa olsa.”
   “Direniş dostlarımızı ziyarete gitsek ya artık?” dedi Ecrin, “Özellikle Aras ve Emma’yı merak ediyorum.”
   “Evrim’i bulmalıyız.” dedi Barlas net bir tavırla.
   “Hiç de değiliz!” diye kızdı Alp, “Siz gittikten bir ay sonra buldum ben, Oceanos’a sığınmış, Sirenler’le takılıyor, neredeyse beni tanımayacaktı. Ona yardım edebileceğimi, koruyabileceğimi söyledim, küfretmişim gibi davrandı.”
   “Çocuk?” dedi Barlas anlayışla, en azından içi rahatlamıştı.
   “Görmedim.” dedi Alp ses tonunu düşürüp, “Ocean Soyu’nun artık yeni doğumları olmayacak, İnsan da olsa bir yeni doğumu sahiplenmişlerdir eminim.”
   “Ailem ne durumda?” diye sordu Barlas ve Ecrin bir ağızdan. Bir ağızdan söylemeye yatkın şeyler arasında pek de garipsenecek bir bir ağızdalıktı bu.
   “İyiler.” dedi Alp buruk bir tebessümle, “Korkmayın, korku devri sizin gittiğiniz gün bitmişti, herkes mesut.”
   “İyi madem, şimdi n’apıyoruz?” diye sordu Barlas, “Lütfen normal olsun da.”
   “Yakınlarda kalacak pek bir yer yok, buradan ne kervan geçer ne kuş uçar artık, Terk Çöplüğü, Zümrüt Krallık maskesini zorla takarak, epey yıprattı kendini. Eskiden, yani çok eskiden Çöplük Bekçisi yaşıyormuş ya, onun kulübesine gidebiliriz, hem eğer çeki düzen verirsek bir süre üçümüz orada kalırız ha?” Alp’in konuşması ardından üçü de duraksadı, evet, herkes mutlu mesuttu… Herkesin kalıcı bir yuvası vardı… Ya onlara ne olacaktı?.. Sonra akıllarına Prens geliyordu, Kız Kardeşler ve Şeytanlar… Konargöçer olmaya bir müddet daha devam etmek zorundaydılar… Bekçi’nin kulübesine vardılar… Dökük çatısının üzerinde artık kar bulunmuyordu, ıssız mı ıssız çöplükte yankılar yapmak için açılıp kapanan bir kapısı yoktu, hatta içeride ışık yanıyordu?.. “Başka bir yolgezer bizden önce gelmiş desenize.” dedi Alp omuz silkip.
   “Kapıyı çalmalı mıyız?” diye sordu Ecrin.
   “Prens’in burada yaşadığını sanmıyorum.” diye gülümsedi Barlas, “Zaten başka çaremiz yok ki. Uyku da bastırdı, dışarıda uyuyup kalırız yoksa.”
   “Merak etmeyin, büyü hiçbir zaman açıkta bırakmaz.” dedi Alp tebessümle, “Ama tabii çalalım kapıyı, yoksa ne diye buraya gelmiş olalım değil mi?”
   Barlas ve Ecrin o an hatırladı, bu seferki yolculuklarının kısa ve öz olacağını… Barlas görevi üstlenip kapı tokmağını kaldırdı, biraz duraksayıp iki kez tokmağı vurdu. İçerideki ışıklar titreyince, “Düşman değiliz.” deme gereği duydu. Alp ve Ecrin buna neden gerek duyduğunu anlamadı. “Ben Barlas Morel…” Işıklar bu sefer de fazlasıyla ışıdı, hatta kulübenin etrafı çepeçevre aydınlandı.
   “Bu ruhu olan bir ev mi?” dedi Alp, Barlas’ın bir şey bildiğine emin gibi.
   “Hayır, birisi ruhunu bağlamış.” dedi Barlas bunun üzerine. Alp nasıl aklına gelmedi diye yakına, Barlas nasıl tahmin etti diye şaşıradursun, kapı açıldı. İçeriden heybetli, küt saçlı, soluk mavi gözlü bir kadın çıktı. “Merhaba.”
   “Merhaba hükümdarım…” dedi Kadın şaşkın ve oldukça güzel bir ses tonuyla, diksiyonu da hayli düzgündü, sanki sesi yaşlanmaktan nasip alamamıştı. “İçeri girmez miydiniz?”
   “Kimin ruhuna misafir olduğumuzu bilirsek neden olmasın.” dedi Barlas.
   “Affedin, atladım, Hemera’yım ben, daha önce gördüğünüzü sanmıyorum.”
   “Direniş’te bile mi?” dedi Barlas abartılı bir ciddiyetle, “Herkes buradayken…” Alp ve Ecrin, Barlas’ın Kadın’ı utandıracak derecede dokundurma yapmasına anlam verememişti, hatta Ecrin kızar gibi Barlas’a bakınca Barlas kendine geldi.
   “Hakkınız var.” dedi Hemera, “Direnişte kafa sayısı ne kadar fazla olursa, kayıplar da o kadar az olurdu… Ama… Cesaret edememiştim buna…”
   “Babanız Ülgen ve kardeşleriniz Hagne, Halina, Haldis ve Helle Almis tarafından öldürülmüştü çünkü.” dedi Alp, Barlas’a karşı Hemera’yı savunur bir tavırla, “Üstelik yaşlısınız, elinizde olsa katılırdınız zaten.” Barlas, Hemera’nın kim olduğunu daha iyi anlarken bir yandan da fazla abartmış olabileceği yönünde pişmanlık duydu; sanki Diyar’daki herkes o gün direnişteydi de!
   “Yine de affedin.” dedi Hemera onları eliyle içeri buyur ettikten hemen sonra, üçü de çalılıkların yer yatağı yapıldığı kulübeye yerleşip ne kadar yumuşak olduğunu düşünerek oturdu, “Cesaret edebilirdim… Neyse ki Diyar kimi kahraman, kimi hükümdar yapacağını iyi biliyor.” Gururlandılar. “Varlığınız daim olsun, ben de uzundur burada kalıyorum, şifacının biri birkaç ay önce kısa bir ömrüm kaldığı söyledi, ben de son zamanlarımı ailemi katleden cadının geride kalan kalıntılarında geçirmek istedim; Alm’i bulamadım, buraya vardım.”
   “Alm, onun lanetinin bir eseriydi.” dedi Barlas rahatlatmak isteyip, “Onunla birlikte yok oldu, aslında Zümrüt Krallık da öyle ancak asıl mücadeleler burada yaşandı; kayıplar burada verildi, yancılar burada son nefeslerini verdi…”
   “İki ay önce Beyaz Saray’da göründüğünüz söylenmişti...” dedi Hemera, birbirlerine baktılar, “Birden kaybolmuşsunuz, hatta Oktar Mengen çok üzülmüş bu duruma, o gün fenalaşmış diyorlar.”
   “Fenalaşmış mı?” diye atıldı Ecrin.
   “Zaten savaştan sonra durumu gelgitliymiş, şu sıra da epey zayıf düşmüş.”
   “Onunla henüz iki hafta önce-” dedi sustu Alp, “Yani iki ay iki hafta önce görüşmüştüm, durumu iyiye gidiyordu, dedikodudur.”
   “Aslında başka bir şey soracaktım.” diye naifleşti Hemera, sesi titremeye başladı, “Galiba o gün, Gizli Merdivenler’deki tartışmada kaybolmuş… Babamın sesini duymak için birçok kez uğradığımı anımsıyorum, Kalgay gizlice sokardı beni, durumumu anlardı, ben de fazla kalmaz, biraz babamı dinleyip ayrılırdım Saray’dan, tabii o ölünce benim de irtibatım koptu; Kalgay’a da çok üzülmüştüm, dosta muhtaçlara daima dost olurdu…”
   “Babanız artık daha huzurlu.” dedi Alp, “Buna emin olun.”
   Sonrasında çok konuşmadılar, Hemera onlara kardeşlerinden ve babasından bahsetti… Ardından bir Cayna olan annesinden ve Şamanlar’la birlikte gizlice yaşayan Caynalar’dan… Daha önce duymadıkları bu iki topluluğun gerçekten de Diyar’da yaşıyor olmaları mümkün mü epey tereddüt yaşadılar ancak Hemera onlara yaşadıkları yeri söylediğinde inandılar; yer altı tünellerinin merkezinde, yeryüzünden uzak yaşıyordu bu topluluklar… Üstelik kendilerine Öte Soy diyorlardı, gizlilikleri onları İumathias’ın Soy Ağaçları’na giremeyecek kadar saf dışı bırakmıştı… Güzel bir uyku çekmek adına göz kapadıklarında daha Diyar’a ayak basar basmaz, ilk günden ne diye bu kadar kendilerini yorduklarını düşünüp durdular, tabii Alp’in düşünceleri bambaşkaydı… Sabaha doğru Barlas huzurlu uykusundan uyandı: “Bizi anlamak mı istiyorsun?..”
   Ecrin uykusunu epey güzel almış vaziyette gözlerini araladığında, Alp’in yanı başında Hemera’nın olması muhtemel bir kitabı karıştırdığını, Barlas’ınsa dışarıda, güneşin garabet kalıntılarını ortaya çıkardığı Terk Çöplüğü üzerinde Hemera’yla konuştuğunu gördü. “Ne konuşuyor o?” dedi Alp’i ürküterek.
   “Yer altına iniyoruz, Şamanlar’ı bulmak istiyormuş.” diye omuz silkti Alp, “Hâlbuki şeytan bulmayacak mıydık biz?”
   “Kirmede ona öyle dedi diye kesin.” diyerek doğruldu Ecrin, “Onları anlamak için şaman bulmak gerekirmiş, ne alakaysa.” Alp dönüp uzun süre baktı, bir şeyler düşünüyor gibiydi, ardından yeniden kitaba döndü, “Senle de eskisi gibi konuşulmuyor bakıyorum.”
   “O ne alaka şimdi?” diye kitaptan kafasını kaldırmadan kaşlarını çattı Alp, “Ben hep böyleydim, genelde kalabalık olduğumuz için pek anlamamışsındır.”
   “O anlamda söylemediğimi biliyorsun.” dedi Ecrin alınıp.
   “Ne anlamda söyledin o zaman?” dedi Alp Ecrin’in yüzüne bakıp.
   “Bilgiler, duyumlar, Bilgeler, Taşıyıcı olmak falan, yükselttin ya çıtayı…”
   “Anlaşıldı.” diye işi bitmiş gibi kitabı kapadı Alp, ardından ayaklandı, “Bu saatten sonra çıtaları kıracak değilim, sen de yükselt yine eşitlenelim.” Ecrin ağzını açarak ne kadar da ukala olduğunu söylemek üzereydi ama diyemedi, “Sen istedin ama.” diye güldü Alp, “Ben benim, senin bakış açın değişmezse, ben de değişmem, ne söyledin, ne istedin de farklı bir tepki verdim?”
   “Tamam be bir şey demedik.” diye güldü Ecrin, “Nereden ineceğiz yeraltına?”
   “Azap Kuyusu’ndan.” dedi Alp, Ecrin aniden ciddileşti, “Hatırlarsın, daha önce inmiştim, Taş varken tehlikeliydi ama artık ne taş var ne de azap…”
   Kuyu’nun dibine geldiklerinde, o büyük savaştan sonra durulan her şey gibi, kuyunun içinden yükselen hayalet feryatların da durulduğunu fark ettiler. Hemera, bu kuyunun Yeraltı Tünelleri’ne açıldığına hâlâ daha anlam veremiyor gibiydi; söylediğine göre o ve onun gibiler Öte Soy’a varmak için Yasak Dağlar altındaki geçitleri kullanıyordu sürekli, “Alp içine inmişti.” dedi Barlas.
   “Eğer bir yanıltma büyüsü yoksa gördüğüme eminim.” diye onayladı Alp, “Kat kat yeraltına doğru inen tüneller vardı, yalnız şimdiden söyleyeyim oldukça pis kokuyor.” diyerek Ecrin’e baktı.
   “Beni bununla mı endişelendirmeye çalışıyorsun?” diye güldü Ecrin, ardından ciddileşti, “Esas endişe edilecek bir şey varsa o da gördüğünü söylediğin tünellerin başka bir yere çıkıyor olması; Azap Kuyusu’na adını veren türden…”
   “Bizi bununla mı endişelendirmeye çalışıyorsun?” dedi bu sefer Barlas.
   “Neşelisiniz.” dedi Hemera şaşkınca, “Her şeyi geçtim, bensiz gitmekte ısrarcı olduğunuza göre, Caynalar ve Şamanlar’ın sizi misafirperver karşılayacakları ne malum? Aslında soğuk ve dobradırlar.”
   “İşte bu endişe edilecek bir durum olabilir,” diye tebessüm etti Alp, “yabancı topraklara, yabancıların yanına gidiyoruz.”
   “Yanınızda ben olacağım...” dedi Barlas tüm yetkileri ansızca ele alır gibi, yetmedi dile de getirdi, “Beşinci Eudosia’nız, Üçüncü Kihirus’unuz, Morel’iniz, Diyar Hükümdarı’nız, Sekizinci Othena’nız…” Othena’yı sonda söylemiş olması hem Ecrin hem Alp için tek bir anlama çıkıyordu: Barlas en olmadı Ölüm Damgası vurabildiğinden söz ediyordu… Üçüncü Damga’dan sonra zor toparladığını ne de çabuk unutmuştu? Üstelik bazı tehlikeler birilerini tozlara karıştırarak yok edilemiyordu… Alp bunun yanı sıra, hiçliğe karışacakları o vakitte, kendi ördüğü büyü olmasa sözüm ona Ölüm Damgası’nın bir işe yaramayacağını da aklından geçirmişti… Hemera veda ederken, üçlüye biraz kırgındı, bunun sebebi üçlünün apaçık yakında ölebilecek birini bu yolculuğa çıkarmanın manasız olduğunu söylemiş olmasıydı; asıl nedenin kısa ve öz kararı aldıkları atlamalı yolculukları olduğunu hiçbir zaman bilemeyecekti, kendini yakında gerçekleşecek ölümüne kadar, ‘iyiliğimi istediler’ diye teselli edecekti… Ve onlarla gitmiş olsa, derdine deva bulabilecek başka bir şifacıyla karşılaşabileceğinin habersizliğinde… Tıpkı, İnsan’ın dâhil olduğu kadar hayata dair bir şeyler bileceği ve bunu düşünerek yaşarsa el mecbur bilemeyecek olduklarının içinde yitip gidebileceği gibi… Ötesi mi? Pek hoş değildi…
   Kuyu’nun dibine inip gerçekliğini kavradıkları Yeraltı Tünelleri’nde başlayan bu seferki yolculukları başlangıçta heyecan verici ve cezbediciydi; tahmin ettiklerinden çok daha ağır kokulu ve nefes kesen karanlık tünelleri bir süre yürüdüler, sağdan soldan, yukarıdan aşağıdan ya da hiç olmadık başka bir yerden çıkma ihtimali olan herhangi bir düşmana karşı tetikte durdular, derken tünelin sonu gözüktü, daha doğrusu bir son değil yeni bir tünelin başlangıcıydı, bir ağaç tüneline çıkmışlardı, ağaçlar devasa boyuttaydı ve tepelerinde birleşen yapraklı dallar o kadar sıktı ki daha da tepede gök olabilirmiş gibi hissettiler, ortamın gün gibi aydınlık olması da bu hissiyatı güçlendiriyordu, yeraltında bu tarz bir mekânın nasıl var olabildiğini ağaç tünelin sonunda, dev bir ayna gördüklerinde anladılar… Yol boyunca önce inen, ardından yükselen yolu da hesaba kattıklarında çıktıkları düzlük, yeryüzünün herhangi bir yerindeymiş gibi düşünmelerine sebep oldu ama yeryüzünde değil, yeryüzünü cam tavan yapmış genişçe bir açıklıktaydılar. Etrafta sadece on dilekeş ağacı vardı, bunu da gövdelerinden anlamışlardı çünkü kargacık burgacık dallar, biri bir diğerinden farksız dev yapraklar onlarca ağaç karışımındandı sanki. Dallı budaklı bu on ağaçta da çeşitli renklerde asılmış çeşitli ipler vardı, Cayna olan yol arkadaşları Ahimsa’yla da böylelikle tanışmışlardı; Ahimsa onlar oraya vardığında ağaçlardan birine bir ip asmaktaydı… Ahimsa, dış görünüşüne tezat durabilecek hebele hübele konuşmaları olan bir kadındı, beyaz giyinmişti ve onlara uzun süre garabet bakışlar atarak, akabinde “Siyabancılar gün görecek!” diye nidayı basmıştı. O koşarak uzaklaştığında Barlas, Ecrin ve Alp de peşine takılmıştı. Yaklaşık yarım dakika kadar koştuktan sonra Ahimsa üçlü peşine takıldığı için endişelenmiş ve önündeki taşlara takılarak sendelemişti, derken o malum çarpışma yaşanmıştı, Şaman yol arkadaşları Zargan hızla toparlanarak daha düzgün bir dille Ahimsa’ya neler olduğunu sormuştu. Ahimsa tereddüt etmeden üçlüyü hedef gösterdiğindeyse Zargan mavi ve gümüş grisi kürkünün içinde kaybolmuş haşin gözlerini açıklama bekler ve kim olduklarını sual eder gibi suratlarına dikmişti… Ahimsa ve Zargan’ın şimdilik saklı kalmasını istedikleri bir ilişkileri olduğunu öğrendiklerinde sohbetlerinin üzerinden henüz bir saat bile geçmemişti, yalnızca onların bulunduğu ve isminin Rişabna Tünelleri olduğunu öğrendikleri yerden uzaklaştıklarında Zargan, tünele niçin bu ismin verildiğini de açıklamıştı; söylentilere göre, Nirvana’ya ulaşan Rişabna’nın buradakileri Nirvana’ya ulaştırmak amaçlı yeniden yeraltına inip yürüyeceği ya da bir temsilcisini yollayacağı tüneller bu tünellerdi… Bu da doğrudan üçlünün içinden birinin söz konusu temsilci olabileceği ihtimalini getiriyordu ki bunu tahmin etmek pek güç değildi… Öte Soy’a yaptıkları ziyaret de tıpkı diğer birçok ziyaretleri gibi geçmek durumunda kalmıştı… Barlas’ı Lord ilan eden Caynalar ve Şamanlar arasında, misafirperverliğin dibini gördükleri günler boyu…
   Caynalar, gerçek erdemin karşıtı olarak nitelendirilen ancak tam ismi de verilmemiş olan kavrama, aralarında “gambara” dedikleri şeyden, şiddetsiz yaşantı ve bir dizi prensiple kaçınıyordu… Günün belli başlı vakitlerinde yememe, içmeme, seyahat etmeme gibi mantıksız gelebilecek eylemler de bulunsalar da genel anlamda iyimserdiler… Var oluşuna ağıt yakan, arafı yudumlayan İnsanlar’ı acılarından uzaklaştırma gayesi içinde ruha dokunan nutuklarda bulunuyorlardı… Dediklerine göre İnsanlar’a özel olmasının sebebi de kendilerinin İnsan olmasıydı çünkü olmadığı bir şeyi teselli etmek hiçbir varlığın güç yetiremeyeceği bir yetiydi onlar için… Şamanlar’a ilgi duymaları, onlarla bir soyu paylaşmaları da bu yüzdendi çünkü Şamanlar, dönüşebiliyor, başka bir şey olabiliyorlardı… Bu dönüşüm, Karanlık Kabile’nin yaptığı gibi basit bir şey değildi; Şaman dönüştüğünde, dönüştüğü şey olarak doğmuş gibi dönüştüğü söyleniyordu, balığa dönüşen bir Şaman’ın kısa süre sonra sudan gayrısını unutacağı iddia ediliyordu... Barlas’ın, ayinler ve ateş başı nutuklarıyla geçen günlerde transa girmek için sıkça def ve davul çalıp çeşitli otlar içen Şamanlar’dan, Kirmede’nin bahsini ettiği şey hakkında öğrenebildiği kısa bilgilerin toplamı ortadaydı: “Ata ruhu musallat olan kişi şamanlığı reddederse delirir.” – “Şamanlar ruhlar, tanrılar ve insanlar arasında bağlantı kurar, eşi benzeri görülmemiş hastalıklara çare bulur, iyi ruhları kötü ruhlardan korur.” – “İlk Şaman’ın Kartal dölü olduğu söylenegelmiştir…” Bu toplamda, gerekli dersi çıkarmak için pek yeterli sayılmazdı…
   Alacaklarını almış olmalarına rağmen, ısrarlar ve yer yer diretmeler sebebiyle bir süre daha kalmışlardı ancak işler tam da o sıra sarpa sarmaya başlamıştı…  Çıplak ayak kuralını uygulamaya koydukları sırada Barlas, iletken görevi görüp gücü toprağa boşalmasın diye tuhaf görünümlü bir bineğe oturtulup havada taşınmaya başlanmıştı… Öte Soy’un, ortak bir noktada buluşarak, derin uyku – rüya bilinci – uyanan bilinç döngüsüne atıf yaparak sıklaştırdığı ritüeller hayli can sıkıcı olmaya başlamıştı… ‘Evet saksağanlar ve yaldızlı kuşlar, evet iyi besleniyorlardı, evet kalacak yerleri vardı, evet el üstünde tutuluyorlardı ama bu kadar abartılmazdı ki!’ Alp bir haftaya böyle düşünmeye başlamıştı… İştahla bakan Cayna Kadınları arasında Barlas’ın yanından ayrılmamaya ant içmiş gibi gözüken Ecrin de onunla sohbetlerini azaltınca, onun gibi ince bir vücut yapısı olan ve yine onun gibi elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan Zargan’la sohbet etmeye başlamıştı… Bir haftadır ördüğü, şu zamanı atlatan büyüyü yapmadan bir gün önce, Zargan’ın ona Barlas ve Ecrin için, “Madem bu kadar seviyordun, nasıl gitmelerine izin verdin?” diye sorduğunu anımsıyordu ve şuna benzer bir cevap verdiğini: “Ne diyebilirdim ki… Barlas dostunu kaybetmişti ve önüne yeniden çetrefilli bir yol dökülüvermişti… Böyle bir şey yapacağını biliyordum, Ecrin’in de muhtemelen buna yeterince karşı çıkmayacağını… Sessiz kalmayı tercih ettim, yani yeterince sessizdim bana kalırsa…” Derken büyü yapılmıştı ancak içinde bulundukları yerden yahut Öte Soy’un gizli olan bir çeşit karşıbüyüsünden olacak, büyü farklı şekilde işlemişti… Diğerleri için her şey tadındayken, zaman onun için hızlanmaya başlamıştı… Önünde hızla gelip geçen zamanı bir süre takip etmeye, bir şekilde adapte olmaya çalıştı ancak bir süre sonra pes edip atalete sürüklendi… Barlas ve Ecrin gelmeden önceki o sessiz Alp’e, Bilgeler’in Taşıyıcısı Işıkkıran Efendi’ye döndü… Zaten Barlas için oturma pozisyonunu değiştirme töreni icat ettiklerinde iyiden iyiye andan kopmuştu… “Sen bu değilsin!” O da ne? Barlas, Ecrin, Ahimsa, Zargan ve bir grup Şaman’la karşısında ona mı kızıyordu? “Kendine gel Alp!”
   “Asıl sen kendine gel!” diye bir anda celallendi Alp, sonunda bir başkaldırı şansı yakaladığına sevinmişti, “İner misin şuradan!” Zargan, Ahimsa ve Ecrin durumundan anlar gibi gözükürken, Şamanlar bu teklife bir hayli surat asmışlardı. Barlas neye uğradığını şaşırmış gibi duruyordu, bakındı, inmekten korkar gibi oldu ancak bu korkar gibi oluşu onu iğreti ettiğinde bineğinden aşağı atlayıverdi, ayakları toprakla buluştuğunda kendini öyle dinç ve güçlü hissetti ki hışımla onu bu hale getiren Öte Soy Ahalisi’ne baktı. “Şükür…” dedi Alp.
   “Bunun için ne size ne de kendime kızabilirim.” dedi Barlas ahaliye doğru seslenerek, “Güzel günler geçirdik, birlikte bir şeye inandık ve o şey adına erdemi gözeterek güzel şeyler diledik ancak buradaki beraberliğimiz son buldu.” Kalabalıktan fısıltılar yükseldi. “Ne kadar çok fısıltı duydum, kaç ahalinin içinde bambaşka kimliklerle yer edindim tahmin bile edemezsiniz…” diye sürdürdü Barlas, “Ben oraya, şuraya ya da bir başka yere olmadığı gibi, buraya da ait biri değilim… Varlığım, Diyar’ın özdüşünseli içinde bir kozmos edinmiş ancak kendi içimde koskoca bir kaostan farksız durumda… Şimdi gidiyoruz ahali, elveda…”
   Onları bir ay boyunca gözeten, eğlendiren, bilgilendiren ve değer verenlerle selamlaştılar, Barlas o selamlaşmalar esnasında yaşını başını almış Cayna ve Şaman dedelerin-ninelerin ona doğru olanı yapıyormuş gibi bakmasına karşın içinin rahatladığını hissetti… Onu şaşırtıcı bir biçimde sakınan sevgilisine sarılıp, dostuna yapması gerekeni yapması için kafa eğdi. “Yürüyerek gidiyoruz.” dedi Alp bu duygusal yoğunluğu bir anda bozarak, “Büyü bu sefer çok farklı işledi, umuyorum ki artık böyle olmayacak çünkü yalnızsan her şey daha da kötüye gidiyor…” Barlas ve Ecrin anlamasalar da yürümeye başlamış olan Alp’in peşine takıldı, Şamanlar’ın içinde arkalarından su döken bile vardı.
   Öte Soy’un mesken tuttuğu yerleri geçip, aslında buraya gelişte kullanılan Dağ Tünelleri’ne çıktıklarında, “Tuhaftı…” dedi Barlas, “Çok hızlı, aynı zamanda çok yavaştı. Söylesene Alp, büyü bu sefer nasıl işledi?”
   “Benim için epey rahatsız edici oldu,” dedi Alp, yeniden düzene giren zaman algısının keyfini çıkarır bir hali de vardı, “olaylar ve olgular tasvip etmediğim derecede hızlandı, yeraltında geçirdiğimiz bir ayı geçkin süreyi yazıya dök deseniz en fazla bir buçuk sayfamı alır!”
   “Günler yine yirmi dört saat olmuştu değil mi?” diye sordu Ecrin alakasızca, Alp kafasıyla onayladı, “Gerçekten ürkütücü… Yani bizim Diyar’a girişimizden bu yana dolu dolu üç ay mı geçti şimdi?” Bu sefer Barlas kafasıyla onayladı, “Hem asıl benim için epey rahatsız ediciydi, senin için her şey hızlanmış, benim için normal seyrindeydi ve Barlas’ın yanına varmaya çalışan kaç genç kadını engelledim saymadım bile!”
   “Kendini boşuna yıprattın.” dedi Barlas, “Kaç kere söyledim.”
   “Neyse, önümüze bakalım, burada da karşımıza en azından biri çıkmazsa vazgeçelim bu sevdadan derim.” dedi Alp.
   “Ney çıkmazsa?” diye sordu Ecrin.
   “Şeytanlar.” dedi Alp, ne çabuk unuttunuz der gibi, “Dağ’ın eteklerindeyiz.”
   “Hangi dağ?” dedi Barlas.
   “Bir de bana unutkan derler!” diye alay etti Alp, “Yasak Dağlar yahu, Peter’la bundan iki yıl önce Kabile’ye gideceğiz diye geçmiştik ya buralardan.”
   Barlas ve Ecrin, gerçekten kafaları karışıkmış gibi önce birbirlerine ardından etrafa baktılar, yüzlerce delikten, sonu gelmeyen çatallardan oluşan ıssız mı ıssız Dağ Tünelleri onlara selam eder gibi titreşti. “Ne diyeceğim,” dedi Ecrin yutkunarak, anlaşılan o da az önceki titremenin bir kükremeyi andırdığını düşünmüştü, “şu atlama işine biraz ara versek ya, sen alışkınsın sanırım ama biz bir tuhaf olmaya başladık.”
   “Doğru,” dedi Barlas destekleyip, “ara verelim, ayrıca öyle hemen pes etmek yok, ne demek burada da şeytan çıkmazsa vazgeçelim?”
   “Hemen mi?” dedi Alp, “Üç ay geçti Barlas.” Alp bunu ciddi söylese de bir anda hepsinin komiğine gitti ve güldüler; gerçekten kaçırmış olmalıydılar…
   “Ne kadar süreceğini bilemeyiz ki. Elimizde somut şeyler yok.” dedi Barlas.
   “Bu yüzden atlamalı gidiyoruz ya, sonuçta yolculuk yıllarca da sürebilir öyle değil mi? Atlamalı gitmezsek vay halimize, delirir kalırız bir süre sonra.”
   “Aslında elimizde gayet de somut şeyler var.” dedi Ecrin bir ses duyar gibi olup deliklerden birine baktıktan hemen sonra, “Ejderha Prens. Prens’in nerede yaşadığını da bildiğimize göre, neden direkt Ejder Patikası’na gitmiyoruz?”
   Barlas ve Alp ne diyeceğini bilemeden kaldı, ardından Alp konuştu, “Bizim için çizilmiş bir yol olduğu konusunda netiz değil mi?” dedi, Ecrin kafa salladı, “Öyleyse bu güzergâhımızın bir nedeni olduğunu gösterir, neden geldiğimiz gibi Azap Kuyusu’ndan geri çıkmadık da Yasak Dağlar’a çıktık?”
   “Seni takip ettiğimiz için Alp!” diye payladı Ecrin, “Dalga mı geçiyorsun?”
   “İçimde bir his var.” diye daha fazla saklamadı Alp, “Prens’e dair tuhaf hisler içindeyim, tarifi bile imkânsız… İçimdeki his, Şeytanlar tehdidini ortadan kaldırmadan Prens’in yanına varmamayı söylüyor…”
   “Yüzündeki yarayı bir Şeytan’ın açtığını düşünüyorsun değil mi?” diye fikir yürüttü Ecrin, Alp şaşkınca baktı, “Ne zaman olmuştu?”
  “Mokan’ın büyüsünü saptırmaya çalışırken,” dedi Alp, “ama böyle bir şey hiç aklıma gelmedi, büyü saptırdığım için bir çeşit cezalandırma diye düşündüm.”
   “Sanırım bende de var o histen.” diye aniden atıldı Barlas, bu atılma biçimini garip buldular, “Hem, Şeytanlar ve Prens konusunda, Şeytanlar’ın Prens’in destekçileri olduğunu, Prens’in onları gözettiğini söylememiş miydik? Eğer Prens’in şeytanlarını ortadan kaldırırsak, karşısına o savunmasızken çıkabiliriz.”
   “Fısıldadığınız yetti!” diye bir ses yükseldi, Barlas, Ecrin ve Alp irkildi. Sesin devamı gelmeyince konuşmadan birbirlerine baktılar.
   “Nereden geldi o?” diye fısıldayarak sordu Ecrin.
   “Peter’ın sesiydi…” dedi Alp aynı tonla, “Geçen sefer birlikte yol alırken biz Diyar’ın yapısını konuştuğumuzda bizi böyle kesmişti… Ne demek bu?”
   “İyi hatırladın…” diye şaşırdı Barlas, “Belki bir hayalettir.”
   “Ya da Şeytanlar’ımızdan biri.” dedi Ecrin.
   “Hadi,” dedi Alp hareketlenip, “durmayalım daha fazla, zirveye çıkıyoruz…”
   Barlas ve Ecrin bunun nedenini sormadı, sanki onlar da böyle istiyordu. Yasak Dağlar yer yer deprem olur gibi sarsılsa da pek umurlarında olmadı, bir şekilde kurtulurlardı nasılsa; büyü yapar, cisimlenir, anı yavaşlatır… Diyar’ın en tehlikeli yerlerini bu tarz bir kendine güvenişle dolaşabilecek sayılı gruplardan olabilirlerdi. Birbirlerini göremeyecek kadar karanlık basınca, birbirlerinin elini tutarak yürümeyi sürdürdüler, aralarındaki kontağı bozmadıkça tek bir vücut gibi hareket edebilirlerdi. Ecrin, sağında Alp, solunda Barlas varken ve ikisinin de elini sıkı sıkıya tutuyorken, bugüne kadar hiç hissetmediği kadar güvende hissetmişti kendini… Gözleri doldu, üç kişi kalmaları bir yana, kimsenin haberi olmaksızın mücadele yolunda olmaları epey elem vericiydi. Tüneller yokuş yukarı çıkmaya başlamıştı, titremeler yoğunlaşıyor ve şiddetleniyordu… Barlas, o sırada, Prens hakkında hissettiği şeyi dile getirirken Ecrin’in ve Alp’in onu niçin garipsediğini düşünüyordu, yoksa anlamış mıydılar… Onun, yolun sonu adına korku dolu olduğunu, bir kahramanken ve kahraman gibi gözetilirken daha kendine güvenir olduğunu… Şimdi düşünüyordu da Öte Soy’un ona gösterdiği abuk ilgiye karşılık vermesi ne kadar da acizceydi… Onca şeyden sonra… Aniden etraflarını tünellerin içinde gözüken sapsarı gözler sardığında donakaldılar. Gözler haşin duruyordu ancak hareket dahi etmiyordu. “Birileri bizi mi gözetliyor?” diye sordu Ecrin inlemeye benzer bir sesle.
   “Ya da biri?” diye etrafa bakındı Alp, “Kıracak hiç ışık yok…”
   “Gözlerin ışığını kır, görmemiz lazım.” dedi Barlas.
   “Aklını mı kaçırdın?” diye kızdı Alp, “Gözü kırılan şey anlamayacak mı sanki?”
   “Bir büyü vardı, gözlerinin parlaklığını parmak ucuna akıtıyordu.” dedi Barlas.
   “Yap o zaman, ne duruyorsun?!” dedi Alp şaşırıp.
   “O büyüyü senden görmüştüm Alp!” diye payladı Barlas, ardından daha da üstüne gitmeden denedi, gözleri parlamıştı ki akıtmaya falan gerek kalmadı, gözlerinin parlaması etrafta bir ışık tufanı kopardı! Korkuyla yere çömdüler, ışıklar yokluğa karışmadan evvel göz sandıkları külçe taşları gördüler… “Ringo’nun kullandığı taşlar.” dedi Barlas kederle, “Kıvanç’ı böyle öldürmüştü…”
   “Ayna etkisinin çoklanmış hâli…” dedi Alp yutkunarak, “Eğer gözlerini ışık çıkarmak için değil de ateş topu çıkarmak için kullansaydın, taşlar etrafımızı alev toplarına boğacaktı; kül olacaktık…” Ecrin dehşete kapıldı.
   “Dağ yolcularının büyük bir kısmına ne olduğunu biliyoruz o halde artık…” dedi Barlas kederi endişeye dönerken, “Eminim gözleri görür görmez kendilerini korumak için saldırıya geçtiler… Bu demektir ki büyü falan kullanmıyoruz…”
   Tünelleri tırmanmaya devam ettiler. Çok geçmemişti ki loş ışıklı dar bir geçide vardılar. Zeminde sahibi olmayan gölgeler dolaşıyordu… “Gölgeler Geçidi…” dedi Alp, “Orman Bekçileri’nin sahiplerinden kopardığı gölgeler…”
   “Gölgen burada mı yani?” diye sordu Ecrin, Barlas’a, Barlas Alp’e baktı.
   “Burada.” dedi Alp, “Ancak dağa yolculuk edenlerin küçük bir kısmının da gölgesini almak için geldiğini ve diğerlerinden farksız olarak kayıplara karıştığını bilelim. Yani, gölgeni almak gibi bir düşünceye kapılma Barlas.”
   Barlas umudu ve hayal kırıklığını bir arada yaşadı, bir an için gerçek gölgesini alarak tamamlanacağını, sahte gölgesinin ona verdiği huzursuzluğun son bulacağını sanmıştı, “Ne sakıncası olur ki?” dedi, “Şimdiye dek kayıplara falan karışmadık, hiçlikte yitip gitmedik, hem-”
   “Hayır, öyle değil!” diye kesti Alp söylediğine pişman olmuş gibi, “Yeterince güçlü değiliz, bunu biliyorum…” Barlas ve Ecrin şaşkınca bakındı. “Biliyorum…” dedi Alp geçidi arşınlamaya başlarken.
   “Pekâlâ, bu şekilde bir sorunun yok öyle değil mi?” diye teselli etti Ecrin Barlas’ı.
   “Yok…” dedi Barlas, Alp’in tepkisini anlamlandırmaya çalışırken, “Bizden bir şey mi saklıyor dersin?”
   “Alp mi?” dedi Ecrin tebessüm edip, “Onun bizden bir şey saklaması için Bilgeler’in ya da kutsal şeylerin tehlikede olması falan gerek.”
   “Ya da kendisinin…” dedi Barlas mırıldanıp, Ecrin bunu duymamıştı, Barlas’ın elinden tutup Alp’in peşine taktı. Gölgeler Geçidi’nde yürürken üzerlerinden geçip gittikleri gölgelerin seyrine dalmadan edememişlerdi; tıpkı, Orman Bekçileri’nin efsunlu gözü gibi, burada da bir çeşit efsun vardı sanki… Zirve’ye yaklaştıklarında, ilk yıllarında Vampir Mezarlığı’nda gördükleri Dev Yılan’ın birkaç farklı versiyonunun bir arada bulunduğu bir meskene giriş yaptılar. Buranın bir yüzü açıktı ve dışarıyı görebiliyorlardı, dışarıda geceydi… Yılanlar uyumaktaydı, hırıltılı soluk alıp verişlerini ve hareket değiştirdiklerinde zeminin titreyişini pek yakından duyabiliyorlardı…
   “Tek çıkış yönü dışarısı.” dedi Alp zar zor duyulan bir fısıltıyla, “Dışarıdan, zirveye dolanan bir dönemeç olmalı. Sessizce aralarından geçersek çıkabiliriz.”
   Ecrin, aralarından geçmeleri gereken Dev Yılanlar’a baktı, gerçekten de en ufak bir hata payı bırakmadan yerleşmişlerdi ve aralarındaki boşluklar sadece ayakucunda yürüyerek geçebilecek bir İnsan’a imkân tanıyordu, “Bir de bunların gözlerine bakılmaması gerekiyordu değil mi?” diye sordu.
   “Ne ara o aşamaya geldin?” dedi Barlas, “Geçemedik, uyandılar ve şimdi derdimiz gözleri oldu öyle mi?”
   “Elimizden geleni yapalım.” dedi Alp, “Aksilik çıkarsa uygulayabileceğimiz bir alternatif düşünün, el ele geçersek denge kuramayız, yani el ele olmayacağız ve bu da kafamıza göre ışınlanamayacağımız anlamına gelir.”
   Yürümeye başladılar. Alp önden gidiyordu. İp cambazı gibi türlü hareketlerle yürümeyi başardı ve en sonda uyuyan Dev Yılan’la boşluğun arasında kalan birkaç metre çapındaki açıklığa çıkıp arkasını döndü. Ecrin geliyordu, onun tuhaf şekillere girmesine bile gerek kalmamıştı, Barlas da görünür de epey rahat geçiyordu ancak nedendir o yanından geçerken aniden göz kırpan bir Dev Yılan ürkmesine neden oldu, dengesini kaybetti ve içlerinden birine basarak hızla yürüdü. Dev Yılanlar kıpırdanmaya başladıklarında koştu ve “Gidelim!” diyerek boşluğa atıldı, Alp ve Ecrin hemen onun arkasından geldiklerinde gidebilecekleri bir yer olmadığını görüp şoke oldular. Ne yani Barlas düşmüş müydü?! “Çıkmaz sokakmış!” diye bağırdı Barlas aşağılardan, “Düştüm! Takıldığım ağaç dalı kırılmak üzere!” Ne kadar çabalasalar da Barlas’ın takıldığı yeri göremediler. Arkalarına dönüp hızla göz kaçırmaları bir oldu çünkü Dev Yılanlar’ın hepsi doğrulmuş ve gözlerini onlara dikmiş vaziyette iştahla duruyordu!
   “Biz de atlayacağız!” dedi Alp, “Zirveye çıkış falan yokmuş! Havada uçabiliyor olmamız gerekir ve havada uçtuğum bir sıra yüzüme ölümcül darbe almıştım! Yalnız Barlas’ı seçip onu tutarak ışınlanamazsak vay halimize!”
   “Bunu neden daha önce yapmadık, aralarından geçeceğimize ışınlanıp buraya cisimlenseydik ya!”
   “Düşmek üzereyim!” dedi Barlas.
   “Işınlanırken çıkan sesi unuttun sanırım!” diye kızdı Alp, “Her neyse, şimdi atlıyoruz, sen de yeteneğini kullan ve Barlas’ı kaçırmayacağımız kadar yavaş hareket edelim!”
   “Ne demek o yahu!” dedi Ecrin, Dev Yılanlar’dan ikisi saldırıya geçtiğinde Alp büyüyle püskürtürken.
   “Zamanı yavaşlat!” dedi Alp.
   “İyi ama-” Ecrin devamını getiremedi çünkü Alp onu tuttuğu gibi aşağıya atlamıştı! Ecrin tüm algıları açılır, tüyleri diken diken olurken hızla gözlerini parlattı ve ortaya çıkan enerji zamanı öyle yavaşlattı ki neredeyse havada asılı kaldılar! Yukarıdan üç beş Dev Yılan kafasını uzatmış, dişlerini onlara geçirmek üzereydi… Alp gözlerini kapamış ve elini Yılanlar’a doğrultmuştu. Ecrin ağrıyan gözleriyle Barlas’ı aradı, karanlıkta gerçekten de gözükmüyordu, biraz daha aşağıda olmalıydı, dayanabilir mi bilmiyordu! Dayanmak zorundaydı ve böyle hissetmesi ona güç verdi, yavaşlattığı zamana azıcık hız katmayı denemeye cesaret edemedi çünkü kontrollü değildi, o yüzden de yaklaşık beş dakika boyunca milim milim düştüler… O beş dakikayı hiçbir zaman unutamayacaktı! Dayanmak, gözlerinin ağrısına katlanmak için kendini o kadar sıkmıştı ki sanki gözbebekleri çatlayacaktı! İşte! Sonunda! Barlas, köklerinden kopmak üzere olan ağacın bir dalını tutuyordu! Diğer elini uzatıp Barlas’ı tuttu ve saldı kendini! Beş saniye kadar çığlıkla eşliğinde Yasak Dağlar Yesuga’n Şara’dan aşağı düştüler! Zemine çarpmalarına saniyeler kala ışınlandılar. Işınlanma da pek sağlıklı olmamıştı, o yüzden ilk kez bu kadar uzun sürdü! Birbirlerine karışıyor gibi hissettiler, sanki hiç cisimlenemeyecek gibi hissettiler, üstelik birinin uzvu bir diğerinin uzvuyla yer değiştirecek korkusuna bile kapıldılar. Derken güm! Othena Kovuğu’nun olduğu alandaydılar! Kendilerine gelmeleri, Kovuklu Dağ’ın eteklerinden birilerini yanlarına gelmesinden çok daha uzun sürdü.
   “Efendi Barlas!” dedi Aetos nida atar gibi, “İyisiniz ya efendim!”
   “Biraz da bizim hatırımızı sorsan keşke Gece Kanat!” dedi Ecrin gülümsemeye çalışıp. Yeni yeni etrafa bakabiliyorlardı, beyinlerinin içi sızlıyordu… Ecrin’in gözleri kan çanağına dönmüştü, Aetos, bütün bütün aka dönmüş saçları ve besili heybetiyle tepelerinde dikiliyordu, bir yanında Romulus, öteki yanında Bertram duruyordu.
   “Demek döndünüz!” diye çocuk gibi sevindi Aetos, “Öyle gözledim ki sizi…”
   “Ya döndük, üç aydır buralardayız ama ne sen sor ne biz söyleyelim.” diye gülüp elini sıktı Barlas, yüzünde tutunduğu ağacın çizdiği birkaç çizik vardı.
   “Bizi sen ışınlayabilirdin!” dedi Alp Ecrin’e, “Ne diye bize bırakıyorsun!”
   “Ben beş dakika boyunca neler çektim haberiniz var mı?!” dedi Ecrin kızıp.
   “Beş dakika mı?” dedi Barlas, “Sizin atlamanız ve beni tutmanız arasında en fazla iki saniye vardır. Hem, gözlerine ne oldu?!”
   “Seni tutmayı riske atmamak için tılsım yeteneği kullandım.” dedi Ecrin.
   “Ama hepimizi riske ettin.” dedi Alp, “Yere çakılıp ölebilirdik.”
   “Yapamamış işte.” dedi Barlas, “Gitme üzerine.”
   “Ah, şu sevgililik yok mu?” dedi Alp iç çekip, “Koruyun birbirinizi.”
   “Yine n’apıyordunuz ki?” diye meraklandı Aetos, “Elli altı yıla çok var.”
   “Elli altı yıl mı?” dedi Barlas anlamayıp.
   “Yani, yeni bir kötülük efendisi ortaya çıktıysa diye söyledim.”
   “Kültür geçişmeleri, herhalde bu Diyar’a getirdiğimiz en büyük devrim bu oldu değil mi?” dedi Barlas acıyla gülüp, “Beyaz Saray’ın elli altı yıl inancı, Karanlık Kabile’de Tedan olan adamın da inancına döndü…”
   “Efendim, yanlış bir şey mi söyledim?” dedi Aetos pek anlamayarak.
   “Biraz Diyar’ı turluyorduk da…” dedi Barlas ve demesi Alp ve Ecrin’i bir hayli şaşırttı çünkü anlaşılan neyin peşinde olduklarını Aetos’tan da sakınmaya karar vermişti Barlas… “Işınlanma-cisimlenme falan, bunlar sakat işler, kıvamı tutmayınca perişan olabiliyoruz, neyse ki sağlımız yerinde ve sizin yanınızdayız.” Ardından pek muhabbeti olmadığı Romulus’a ve iki yıl önce Ölüm Duvarı’nın dibinde yitik bıraktıkları Bertram’a döndü gözleri, ikisi de başını saygıyla eğdi, Bertram utançla göz kaçırdı.
   “Asilzadeler sizin gitmenizle birlikte, Dağ’ı bana emanet edip Kabile’yi terk etti.” diye açıkladı Aetos, “İnandıkları her şey anlamsızlaşmış gibi davranıyor ve günden güne tartışıp duruyorlardı, Kovuk Sahipleri bu durumdan rahatsızlık duyunca ve bir kısmı tarafından kovulunca kendilerini buradan sürdüler.”
   “Kendilerini mi sürdüler?” diye şaşırdı Ecrin.
   “Kimin sürüleceğine onlar karar veriyorlardı ne de olsa.” dedi Aetos.
   “Peki şimdi?” diye sordu Alp.
   “Şimdi, ben, Romulus ve Bertram yönetimi devraldık, yeni kurallarımız var ve herkes halinden memnun. Kimse kimseye düşmanlık beslemiyor üstelik.”
   “Elduin ve Rostina?” diye sordu bu sefer Alp.
   “Sizle geçirdikleri tüm o zamanlardan sonra yeniden Karanlık Kabile’ye uyum sağlamak konusunda sıkıntı çektiler, burada bağlılık yemini edip çift oldular ve başka yerde yaşamak için veda ettiler.”
   “Gören de sen de bizimle geldin sanır.” dedi Barlas Alp’e, “Anlaşılan Karanlık Kabile’yle hiç ilgilenmemişsin.”
   “Diyar’daki birçok topluluk yapar bunu.” dedi Aetos tebessümle, “Ama en azından beni ziyarete gelmenizi bekledim Işıkkıran.”
   “Ben,” diye kaldı Alp, “alınma, resmiyet de sokma Aetos, bunun seninle bir alakası yok, zor günler geçirdik, ardından zor günler geçirdim… Kimseyi görecek gözüm yoktu, biraz da gamsızlaşmıştım…”
   “Sizleri hiçbir zaman unutmazdım.” dedi Aetos, “Unutmayacağım da merak etmeyin hepinizin yeri ayrı ve size olan sevgim hiç eksilmedi.”
   “N’apıyoruz?” diye sordu Ecrin bunun üzerine.
   “Sizi anneme götüreyim.” dedi Aetos, aslında Ecrin bu soruyu Barlas’a ve Alp’e sormuştu ancak üçü de ses etmedi, Othena Kovuğu’nun içine girmeden aşağı inmeye başladılar… Neden seslerini yalnızca Aetos-Romulus-Bertram üçlüsü duymuştu şimdi anlıyorlardı, Kovuklar’ın hepsi uykudaydı… Daha da garibi birkaçı hariç kimse dönüşmüş vaziyette değildi, ne dert ne tasa vardı; yalnızca uyku… Karanlık düşlerden, karanlık düşüncelerden, kaygılardan uzak bir uyku… Keramun Kovuğu’na vardıklarında, Drutha Keramun ve Laga Keramun’un kovuk içi bölmelerden birinde beraber kaldığını gördüler. Aetos, çok geçmeden uyanacaklarını söyleyip o vakte kadar onları yedirip içirdi. Drutha ve Laga uyanınca hürmet gösterip Barlas, Ecrin ve Alp’i tek tek selamladı. Drutha, Kovuklu Dağ’ın bugünkü refah düzeyine ulaşmasında Sekizinci Othena’nın ne kadar da büyük bir rol oynadığını, her gün duacı olduğunu uzun uzadıya anlatırken, Laga son gördüklerinden bu yana çok daha bilinçli ve keyifli halde katılıyor, gülümsüyor, konuşuyordu… Anlaşılan Minerva ona pek iyi bakmıştı… Son savaştan sonra Ölüm Duvarı’nı ziyarete gitmeyi cesaret edememiş ve bundan dolayı da yer yer eseflenmiş olan Kovuk Sahipleri’ne Barlas’ın öncülüğünde bir ziyaret sözü vererek uyudular…
   Ertesi gün, yüz küsur eden ve Keramunlar başta olmak üzere, Ülgenler’in, Mersenler’in, Karlıklar’ın, Semrükler’in, Bürlütler’in, Ötügenler’in ve Etek Ahalisi’nin de içinde bulunduğu geniş bir toplulukla, Üç Çatal’a varıp Ölüm Duvarı’nın huzuruna çıktılar… Alp başta gelmek istememişti ancak Ecrin’in ısrarı üzerine katılmıştı bu törene. Ölüm Duvarı sanki ziyaretsiz kaldığı için zayıflamıştı, kalabalık ona dokunurken canlılığı kat kat artmıştı… Bunun böyle olacağı girdiklerinden beri onların gücünü sömürmeyen ya da kötü düşlere kapılmalarına salık vermeyen Üç Çatal’dan belliydi. Barlas, Ölüm Duvarı’na dokunduğu için huşulanan Kabile Halkı’nın arasından sıyrılarak Duvar’a yürüdü, yanında Ecrin, Alp ve Aetos da vardı, bunu tek başına yapmak istemiyordu. Devasa bir kayayı andıran Duvar’da ışıktan yoksun yazılar tavafını sürdürürken, “Birlikte yapalım.” diyerek elini Duvar’a doğru uzatmaya başladı Barlas. Diğerleri de aynı şeyi yaptı. “Bir… İki… Üç!” Hepsi ellerini Duvar’a koydu. Barlas’ın o anda beynine bir ağrı saplandı; inlemedi, yalnızca kaşlarını çattı… Zihnine bir takım görüntüler sızıyordu… Eski Othenalar’a dair ayırt edemediği ama kirli olduğu su götürmez ritüeller… Ölüm Damgası vururken acı içinde kıvranıp paçavra gibi düşüp kalan Othenalar… Ejderha mı?! Dev bir Ejderha’nın ağız boşluğunda peyda olup her yeri kasıp kavuran bir ateş, etrafta fır dönerek, yeniden Ejderha’ya doğru gidiyor… Ejderha kükrüyor ve Almis’in şatosunda bir yansımada görüp dehşete düştüğü o yaratığa dönüşüveriyor…
   “Barlas! Uyan!” diye bir ses geldiğinde Barlas irkilerek uyandı. Alp, Ecrin ve Aetos hariç kimse kalmamıştı. Ölüm Duvarı’nın tam da dibinde duruyorlardı.
   “Ne oldu bana yine?” dedi Barlas hızla toparlanıp ayaklanırken.
   “Bayıldın ama korkma, gelenlere Duvar’ın huzurunda inzivaya çekilmeye ve biraz uyumaya karar verdiğini söyledik.” dedi Alp tebessümle.
   Barlas, bir süre keskin bakışlarla Alp’e baktı, Alp omuz silktiğinde diğerlerine dönüp, “Siz de gördünüz mü?” diye sordu. Sessiz kaldılar…
   “Ne gördün yine?” dedi Ecrin hüzünlenip, Alp de merakla cevabı bekledi.
   “İl’un ne demek Aetos?” dedi Barlas aniden Aetos’a dönüp.
   “Şey-” diye hazırlıksız yakalanır gibi oldu Aetos, “Gözü ölümden başkasını görmeyen Othenalar için kullanılırdı, tatsız bir yakıştırma.”
   “Dahası?” diye üsteledi Barlas.
   “Yakarateş,” dedi Aetos, “ejderha nefesinin bir türevi olduğu söylenirdi ama mevzusu geçen şeytani ejderhalar tarih kitaplarında kaldı, artık Ejderhalar’ı bile erdemle kuşatan; erdem timsali bir Prens’imiz var…”
   Ecrin ve Alp aynı anda Barlas’ın yüzüne baktı, Barlas’ın gözleri Aetos üzerinde sabitti, “Diğer Kabileler’i de dolaşma niyetindeyiz Aetos.” dedi Barlas, “Kendime bir yuva kurma niyetindeyim, kuracağım yer konusunda arayışım sürüyor, sonra da Prens’i ziyaret edelim diyoruz, tanışamadık.”
   “Benim kalmamı istiyorsunuz sanırım?” dedi Aetos kafasını öne eğip.
   “Benim, Kabile’deki vekilim sensin artık.” dedi Barlas, “İşleri yoluna koyma konusunda da yılların yöneticilerine taş çıkardığın belli. Gerekirse haber yollarız sana, sen de görüyorsun ki her şey pek güzel…”
   “İstediğiniz gibi olsun efendim.” dedi Aetos, “Yeter ki Diyar’da kalın.” Aetos önden yürüyerek ilerledi.
   “Böyle olmaz, Araf Kapıları’na gidelim, gerekirse içeri girelim.” dedi Barlas, Ecrin ve Alp’in duyabileceği bir sesle, “Bir ipucu olmalı, ne olduklarına ve nereye gidebileceklerine dair bir şeyler bulma ihtimalimiz var.” Ecrin ve Alp detaylar için meraklanarak kafa salladı. “Hemen.” dedi Barlas.
   “Aetos’a bir şey söylemeden mi?” diye şaşırdı Alp.
   “Söyledim ya söyleyeceğimi.” dedi Barlas.
   Alp omuz silkti, birbirlerine tutunup o malum tok sesle ışınlandılar. Aetos sesi duyar duymaz geri dönmüştü, üçlünün gittiğini fark etmesi uzun sürdü, bir süre etrafı aradı, ardından kafası karışmış vaziyette ve nedendir bilemediği bir üzüntüyle içini çekip uzaklaştı…
 
 

-{.o.}-
Bölüm Sonu

"Doyumsuz bir felek kuruldu,
İradenin içi oyuldu,
Feleğin dışında kalsa da
Günü geldi, hesap soruldu."

( Nessa / Diyar’ın Yalancısı - Derlemeler )

Lütfedilmiş ( GDS )Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin