10- Son Çeyrek Zaman

48 7 3
                                    

   Bir his vardı içinde; tuhaftır ki daha önce yaşamadığı, amansız ve ansız bir his... Sanki karanlık bir uçurumun başına kurulu, devasa bir salıncakta sallanır gibiydi; Kâbuslarından azat etmiş, ölümün koynunda uyur gibi... Uykusunda öldürülecek bir hükümdarın, trajik ve bir o kadar komik sonu da olabilirdi hissettiği; maske takmıştı her bir his, ondan gerçek kimliğini saklıyordu her biri... Koşar adım odasına girip hazırlanmıştı; neye, niçin, nasıl hazırlandığını bilmiyordu da. Tahmin ederse, dokuz ay önce gidip daha da dönmeyen Emektar'a o dokuz ay içinde nelerin değiştiğini gösterebilmek olmalıydı amacı; ona burada kalışının yerinde bir karar olduğunu söylemek, çok fazla şey öğrendiğini hissettirmek istiyordu… Ondan, yaşantısıyla, geride kalan bir yılıyla özür dilemek istiyordu… On üç ay önce, Emre'yi bırakmak, nelerin olduğunu öğrenmek için gelmişti Emektar; Mum'un ardındaki düşmanın vücut bulduğu o günün ertesi günü. Ardından dokuz ay önce, onu geri götürmek istemişti; Beyaz Saray'a, Hanedanlık’da geçen dört koca aydan sonra. Ne var ki Barlas bu istek karşısında, değer verdiği adamı azarlamış, yetmiyormuş gibi herkesin içinde bağırıp çağırmıştı. Gidişi o gidişti Emektar'ın, asla geri dönmeyeceğini düşünmüştü o gün; gün geçtikçe geri döneceğine dair umutları artmış, ona olan öfkesinden utanmıştı… Suçlu Saray'dı; suçlu Beyaz Saray'ın yalancı yüzü, içindekilerin Esaret Büyüsü'ydü... Bundan aylar önce Saray'ın bahçesinde Soytarı'yla gördükleri zehirli filizin, giderek yayıldığını duymuştu; zehirli bitkilerin dört yanı sardığını, Saray Halkı’na bahçeye çıkma yasağı verildiğini... Bir intikam tadı dolanmıştı ağız boşluğunda, bundan keyif almıştı üstelik... Oysa bitkiler yayıldıkça o güzel bahçe ölüm arazisine dönüşüyor, üzerinde türlü oyunlar oynanan çeşmeler kuruyup gidiyordu... İntikamına öfkelenmişti bunun üzerine, öfkelerin en tatsızıydı bu öfke; kendine, düşüncelerine ve hissettiklerine öfkeydi... Hanedanlık’ta dolu dolu gezinmek için odasını terk etti… Bir ezginin içindeydi sonrasında, kulağına çalınan her bir söz melodilere dönüşüp geçti üstünden. Temsilci Odaları'nın yakınlarında hangi Temsilci'yi görse selamladı kafasıyla… Hilary'nin yeni ilanı aşkını sevimli bulmuştu… Atol'un yakan bakışlarına gülümseyip geçti… Duruşma Odası'na uğrayıp pinekleyen köse kardeşlerin yerinden hoplamasına neden olup kolay gelsin diledi… Her türlü savaş gerecinin, görme gücüne katkıda bulunan efsunların havada fır döndüğü Temsilci Gelişim ve Değişim Odası'nda, Edgardo ve Ecrin'e rastladı; onu görmemiş olsalar az kalsın öpüşeceklerdi… Terzi Odası'nın kıymetli usta kadını Valentina'yı gülümsemesiyle karşıladı… Festival için gelen kalabalığın neredeyse omuz omuza durduğu Misafir Odaları'na göz attı…
   Beyaz Saray'a göre mütevazı ve çok daha özenli olan Kütüphane'ye girip, rafların arasında dolanmaya başladığında istemsiz bir şekilde defalarca dönüp arkasını kontrol etti. Peşine takılan kitap var mıydı? Neyse ki, buradaki kitaplar çok daha sıradandı; tabii kahkaha atıp ağlamalarını dikkate almazsa... Kütüphane sessizliğini bozanın kitaplar olması garip bir durumdu; tabii buna içerlemedi, hep insanlar mı bozacaktı o sessizliği, farklılıklar görülmemiş değişimlere neden olurdu bazen... Kıvanç'ın bahsettiği tombul adamı gördü. Önüne bir kitap almıştı, deli gibi sayfa değiştiriyordu. Ona o hızı veren iksiriyse yanı başındaydı, bir an için gidip iksire el koymak istedi, Rüzgâr buna çok mutlu olurdu ancak nedensiz yere tatsızlık çıkarmak istemezdi; vazgeçip arkasını döndü, “Kihirus?” dedi arkasından tok ve güçlü bir ses, “Sen misin?”
   Kafasını çevirdiğinde tombul adamın memnun ifadesini görünce gülümsedi, “Evet, sanırım ilk kez uğradım buraya?”
   “Ben de öyle sanıyorum, işine yarayacak bir şeyler mi arıyorsun?”
   “Ne için?” dedi Barlas anlamayarak.
   “Yoldaşlık için.” dedi Adam, “Duydum ki Tılsımlar'ın peşine düşmüşsün, meraklanma, ben diğerleri gibi kötü eleştiri yapmam bu konuda, koskoca On Sekiz Temsilci'nin hiç biri uğramıyor neredeyse buraya, Kalgay olsa silip süpürmüştü bu kütüphaneyi, Beyaz Saray'da onu rahatsız eden çok kitap var, bilirsin oradaki kitaplar biraz arsız, habire ilişirler, o yüzden pek okuyamıyor orada. Ona sevgim ve saygım büyüktür.”
   “Aslında...” dedi Barlas, cümlenin devamını getiremedi.
   “Okumak için gelmedin değil mi?” dedi Adam şaşırmamış gibi.
   “İsminizi bilmiyorum?”
   “Romeo.”
   “Memnun oldum, sizden bir şey rica etsem?”
   “Pekâlâ, alabilirsin.” dedi Adam, Barlas şaşırdı, nasıl anlamıştı hemen? “Kahin değilim ancak arkadaşın bu iksir için epey dil döktü, ben de daha fazla heveslensin diye vermemiştim. Kızmış olacak ki dün akşamdan beri uğramıyor.”
   “Sanırım bizim yanımızda meşgul kaldı ancak emin olun onun hevesi boyundan aşkın.” Barlas masada duran iksire uzandı.
   “Dur.” dedi Adam, elini geri çekti, “O bitmek üzere, sana kullanılmamışını vereyim.” Oturduğu masanın altından bir iksir daha çıkardı, iksirin ağzında tıpa vardı, içindeki sıvı parlıyor, yeni ve taze olduğunu her halinden dile getiriyordu. Barlas bir an için daha fazla alabilme ihtimalini düşündü, belki de her biri için bir tane alabilirdi bu iksirden, kabul eder miydi ki, sormak istedi ama soramadı, dili varmadı. “Tamam, iki olsun.” dedi Adam halinden anlayarak, “Ancak daha fazla bekleme, zoru başarmadan kolay olanı elde edemezsin.” Bir tane daha şişe çıkardı.
   “Haklısınız.” dedi Barlas ne demeye çalıştığını anlayarak, “İkisini de ona vereceğim.” Adam bunun üzerine anlayışla bakarak gülümsedi. Kütüphane’den çıkıp Müze'deki devasa heykeller arasında turladı, Kehanet Soy'un önde gelenleri adına heykel dikilmişti; sakalı abartılı bir şekilde yere kadar uzanan heykelin Merlin olduğuna emindi. Ondan önceki Kihiruslar'ın heykelleri de vardı içlerinde, olası bir durumla kendisinin de heykeli dikilebilirdi buraya, heyecan ve şaşkınlık hissetti. Bir gün kendi heykelini görebilecek kadar uzun yaşar mıydı ki?.. Ezgisinin sesi yükselmişti, ardı ardına karşılaştığı yüzler, duyduğu sesler alıp götürdü onu uzaklara.... Kutsal Balkon’a açılan üçüncü katın esrarengiz koridorlarını aşıp ikinci kata indi... Atadam Yürütmeliği'nde birbirini boğazlama eşiğine gelmiş iki Atadam’ı sakinleştirip, birbirinden ayırdı... Elçiliğin yetkin mensuplarına etrafta neler olduğuna bakmadıkları için kızdı; ha tabii bir de Araştırma Kurumu'nun yeni konusunu fazla gereksiz bulmuştu; Ağaçlar Rüya Görür Mü?.. Giriş katına indiğinde Saray'ın giderek kalabalıklaştığını görüp, vaktin yaklaştığını anladı… Dev mutfağa girip, aşçıların söylenmeleri eşliğinde Festival için hazırlanmış leziz ikramları bol bol tattı... Büyük Hol'ü güçlükle aşıp dışarı çıkacaktı ki biri seslendi, “Barlas! Barlas Morel!” Kimdi ki bu? Nasıl olmuştu da kendi ismiyle hitap etmişti ona? Arkasını döndü, irice genç bir kadının elinde minik bir iksir şişesiyle ona baktığını gördü,
   “Başardım.” dedi Kadın, “İstediğin iksiri hazırladım!”
   Melodi son bulmuştu, düş misali sürüklendiği bu derin ezginin yerini gerçekler almıştı artık. Zaman hakiki seyrine dönmüş, düşünce sekansı kaldığı yerden devam eder olmuştu… “Sabrina.” dedi acı acı gülümseyip, “Uzun zaman oldu...”
   “Evet.” dedi Kadın yanına kadar gelip, “Ama emin ol, aylarca bu iksir için uğraştım. Başardım Barlas! Başardığıma eminim!” Kadın elindeki iksiri ona uzatırken Barlas’ın içindeki buz dağları erimeye başlamıştı, çatırtılar hislerine güneş gibi düşmüştü, kırılan her bir buz dağı kederini gölgelemişti. Eli titremeye başladı, sonunda ruh halini ustalıkla saklayarak şişeyi eline aldı. İçinde kıpırdaşan onlarca ışık parçasına hayretle baktı; ne kadar çok vardı, ne kadar ölümcül duruyorlardı... “Anılar.” dedi Kadın, “Yaşanmışlıklar ve kaybedilen hisler...” - “Anılar.”diye tekrar etti içinden Barlas, “Yaşanmışlıklar ve... Kaybedilen hisler.” -  “Barlas? Konuşmayacak mısın?”
   “Şey-” dedi Barlas düşüncelerinden sıyrılarak, “Emin misin buna?”
   “Evet, dört ay boyunca uğraştım. Unuttun mu yoksa, yapabildiğine emin olana kadar gelme demiştin.” Çok iyi hatırlıyordu... Ecrin'i Edgardo'yla el ele gördüğü o ilk an... Yüreğine kara lanetler yağdıran, hislerini kavuran o an... İşte tam da o anda aramıştı çareyi; hatırlaması gerekiyordu, eğer hatırlarsa yapmazdı bunu... Hanedanlığı karış karış gezip, derdine derman olacak birini aramıştı. Günlerini almıştı bu arayış, ama sonunda bulmuştu Sabrina'yı; ona doğru iksiri hazırlayacak şifacı kadını... İstediği tek şeyse, olduğu gibi hatırlatmaktı, ne eksik ne de fazla... Şimdiyse o iksir, belki de ona aşkı bahşedecek olan tek şey, elindeydi... “Ne düşünüyorsun Barlas, sevinmedin mi yoksa?”
   “Hayır, olur mu öyle şey. Anlarsın ya, bazen insan çok istediği şeyleri elde edince afallayabiliyor.”
   “Ne zaman içirteceksin?”
   İçirtmek mi? İşte şimdi farklı düşünmeye başlamıştı. Bir emrin gölgesinde kalan, zoraki hissettiren bu eylem, içirtmek... İyi ama ya içmek istemezse? Ya böyle mutluysa? “Aslında-” diye lafa girdi, Sabrina'nın yeni bir sorusuna engel olarak, “Bunu düşünmemiştim. Sanırım düşünmem gerekecek. Neyse ki sen elinden geleni yaptın, ödeme konusunda-”
   “Lütfen ama!” dedi Sabrina alınarak, “Ödeme için yapmadığımı biliyorsun.”
   “Ama-”
   “Aması yok, bu iksir benim için farklı bir deneyimdi, bir tecrübe ya da kendimi geliştirme fırsatı. O yüzden karşılığında isteyebileceğim tek şey geri dönüş olabilir, yani iksirin kullanımı ardından gelişen durumlar, ne kadar işe yarar olduğundan haberdar olabilmek.”
   “Pekâlâ.” dedi Barlas minnetle, “İlk fırsatta bildireceğim…”
   “Tamamdır o zaman.” dedi Sabrina memnuniyetle, “Yeniden görüşürüz.”
   Sabrina giderken Barlas elinde büyük bir hazineyle uzun süre kapı eşiğinde durdu, yanlarından geçip ona takılan herkes söylenmek için yüzüne dönüyordu, kim olduğunu anlayınca ses çıkaramadan selamlıyorlardı. Ne yapacaktı şimdi? Sağına, soluna, önüne, arkasına birkaç adım atsa da daha fazla ilerleyemedi, ilk kez bu kadar bocalıyordu. Etrafındakilerin tuhaf bakışlarına yakalanmadan bir karar verse iyi olurdu. “Kalgay mı gelmiş?” diye fısıldaşan bir arkadaş grubu geçti önünden, hızla onları takip etti. “Evet, hem de Beyaz Saray'dan gelen ilk kişi o.” – “Ne diye bu kadar erken gelmiş ki?” – “Mühim işleri vardır, herkes senin gibi avanak gezmiyor ya ortada.” – “Bana baksana sen!” Konuşanlar birden sustu, neden susmuşlardı? Peşlerinden devam ediyordu ki, neredeyse yanı başında duran Aldrid ve Kalgay'ı görüp hızla saklandı. Kalınca bir sütunun arkasına geçti. Sanırsa onu görmemiştiler, konuşmalarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Kafasını temkinli bir şekilde çıkarıp, baktı. Kalgay beyaz elbisesi ve kahve kürkü yerine, onu olduğundan çok daha yaşlı gösteren kahve bir cübbe giymişti, asırlık asası sağ elinde sıkıca duruyor, gözleri sürekli etrafı tarıyordu. Doğrusu biraz daha yaşlanmıştı Emektar, son gördüğünden bu yana kirli sakalları iyiden iyiye beyaza çalmış, yüz hatlarında kırışıklıklar oluşmaya başlamıştı, sol eline taktığı dev yüzükler, asasına ve uzun parmaklarına uyum sağlamıştı. Kalgay Aldrid'e bir şey göstermek ister gibi, cübbeyi boynundan sıyırdığında Barlas dikkatle baktı, boynunun altından başlayıp göğüs aşağısına dek uzandığını tahmin ettiği kara lekeleri görünce afalladı, lekeler beyaz tenine yanık gibi dolanmış, oldukça ölümcül ve bulaşıcı gözüküyorlardı. Aldrid bir iki adım gerilediğinde Kalgay konuşmaya başladı, her ne konuşuyorlarsa duymalıydı. Ne yaptığından emin olarak gözlerini kapadı, açtığında göz bebekleri parlayıp görünmez olmasını sağladı. Yaklaşıp tam da diplerinde durdu, konuşmaya dahil olan üçüncü bir şahıs gibiydi, tabii varlığından o an için kimse haberdar olamazdı.
   “Merak etme, bulaşmaması için büyü yaptım, ama durum giderek kötüleşiyor.”
   “İyi ama nasıl oldu bu?”
   “Saray'ı patlatmaya kalkıştıkları o gün. Barlas uyardığında ani bir büyü yapmıştım, emin ol yıllar boyu yapmadığım kadar güçlü bir büyüydü. Neyse ki patlamaya engel olabildim, o günden sonra başladı yayılmaya. Acı vermiyor, kötü de hissettirmiyor ancak sinsi bir zehir gibi yayılıyor, beni korkutan da o.”
   “Bunun söylediğin şeyle ne alakası var şimdi?” diye ilgisizce söylendi Aldrid.
   “Lekelerimle alakası yok eski dostum! İlgilenmeyeceğini biliyordum zaten ancak anlatmak istediğim şey umulmadık şeyler yaşanabileceği… Bize en özel günümüzde saldıranlar, buraya da-”
   “Böyle bir şey olamaz Kalgay, burası koruma altında.”
   “Ne koruyor peki?”
   “Bunu gayet iyi biliyorsun!”
   “Yerin dibindeki bir Duvar'ın Hanedanlığı koruyabileceğini mi sanıyorsun! Saray türlü büyülerin döndüğü bir yer, ona rağmen göz göre göre saldırdılar. Hanedanlık dediğin ne ki!”
   “Bir buçuk yıl önce olan olaydan bahsettiğinin farkında mısın sen?”
   “Pars bir yıldır ilgisizi oynuyor! Onun farkında mısın sen?”
   “Dünkü çocuk o daha!”
   “Dünkü çocuk dediğin otuz küsur yıldır bu topraklarda! Babasının intikamı adına nicelerini öldürdü, Karanlık Soylar'a Kardeşgöz oldu, senden daha akıllı!”
   “Buraya Festival'i mi berbat etmeye mi geldin? Öyleyse-”
   “Öyleyse ne? Kovuyor musun?”
   “Hayır, bu saygısızlık olur. Ben saygılı bir yöneticiyim, sadece bugün yapma bunu Kalgay, eğer dediğin gibi olursa elimizden geleni yaparız zaten ve emin ol bunu yaptıklarına pişman olurlar.”
   “Vakit elimizden geleni derhal yapma vakti.”
   “Vakit, Festival vakti, Güz Festivali!”
   Aldrid hışımla aralarından ayrılırken, Kalgay omuz silkip arkasından seslendi, “Barlas nerede?”
   “Bilmiyorum! Bana sorarsan nerede olduğunu kendi bile bilmiyor!”
   Kalgay gülümsedi, “Son bir şey!” dedi.
   Aldrid sıkıntıyla arkasına döndü, “Söyle.”
   “Masamı nereye kurdurdun?”
   “Bir de masamı kurduracaktım!”
   “Ben sana Sirius'da böyle davranmıyordum ama.”
   “Öyle olsun! Az dolan, ben söylerim kurarlar şimdi olur mu?”
   “Olur.” dedi Kalgay, Aldrid'in komik öfkesine gülerek. Gülümsemesi yüzünden silinip keder gözlerine yer edindiğinde, Barlas henüz onunla konuşmaya hazır olmadığını fark etti. Saray'a girip, sarmal merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Emektar onu arayacaktı belli ki ama Mum'a gidiyordu, elindeki iksire karşılık çıkış yolu bulma umuduyla... Basamakların sonuna vardığında, kapıyı aralayıp içeri girdi. Hâlâ daha görünmez olduğunu fark edip gözlerini kullandı. Bedeni somut bir kütleye dönüşürken, sahte gölgesi yanı başına serildi. O gecenin ardından sahteliği de yansıtır olmuştu oda, odayı kutsal yapan ne kadar vasıf varsa yitip gitmişti... O gece... İmkanı olsa o geceye döner, yaşananları izlemek isterdi... Ardından onu iliklerine kadar heyecanlandıran o hisle titremeye başladı; vardı imkanı, elbette yapabilirdi bunu, hem de tam da istediği şekilde... İstekleri Kehanet Ateşi'ni dışarı çıkartırken canı çok az yanmıştı; anlaşılan artık alışıyordu bu duruma, boynu defalarca aşınmış, defalarca yanmış olsa da artık acı diniyordu, acıya alışıyordu... Kehanet Ateşi odanın içinde tur dönüp boynunun arkasındaki o göze tekrar döndüğünde kapattı gözlerini, açtı tek gözünü... Mum'un üzerinde gördüğü kara delik heyecanını çok daha fazla artırıp kalbini yerinden sökecek hale getirmişti. Bilmiyordu nasıl yapacağını, yeni bir tokat yer miydi bilmiyordu; sonuna razı gelip sürükledi ruhunu karanlık deliğe...
   Gecenin içinde, bulutların üstünde gibiydi; Ay yanı başına dikilmiş, Güneş çoktan çekilmişti; geçmişe ışık olan Ay'dı, ses yoktu ortada, gece sessiz ve bekler gibiydi... Gökyüzünde miydi şimdi? Uçuyor muydu? Peki ya ne yapması gerekiyordu istediği şeyi görebilmek için? Hareket etmek istedi, o nereye gitmek isterse bedeni oraya savruluyordu. Anlaşılan Diyar'ın geçmişi ayakları altına serilmiş, onu buyur ediyordu. İyi ama böyle olunca yalnızca Mum'un değil, tüm geçmişlerin üzerine çökmüyor muydu? Derken gece yerini, etrafında yükselmeye başlayan duvarlara bıraktı. Evet, o bir şey yapmadan, beşinci delik götürüyordu onu... İşte tam o sırada gördü bir başka kara deliği, neydi şimdi bu? Durması mı yoksa o deliğe de girmesi mi gerekiyordu? Anlayamıyordu ki, ilk ve son deneyimdi bu belki; tuhaf ve karmaşık bir deneyim. Beklemedi, o deliğe de süzüldü... Yine geceydi ancak özlemlerine rüya gibi düşen o ses vardı bu sefer; Migan Dysis'in ezgisi; asırlık laneti... Huzura kavuşmuştu, korkusu diniyordu... Migan’ın Gece'ye meydan okuyan cümleleri az biraz intikam, az biraz yaşam kokuyordu... “Ey gece, ruhun sesimle inlesin, ey gece, beni cümle alem dinlesin, ey gece, sensin gayrı nefesim, ey gece, seni de kavursun ateşim...” Yine döndü duvarlar etrafında, sonu yok muydu bunun, nereye varacaktı bu yolculuk... Yine bir başka kara delik, madem öyle sonunu getirecekti yaptığı şeyin, o deliğe de süzüldü... Ses yine gitmiş, Diyar'ın havası çokça değişmişti, gökyüzü yalnızdı... Başka bir delik yoktu, bekledi, duvarlar etrafını sarıp da, o odaya yeniden varana kadar bekledi... Hiç yanmamış Mum'un yanı başında dikilivermişti, odaya biri girdi... Bu, kendisi değildi ki?..
   Kara kalın kaşlı, uzun yüzlü, uzun saçlı bir gençti odaya giren; ondan birkaç yaş daha büyüktü. Korkusu tüm yüzüne yayılmış, boynundaki ateş arkasına dağılmıştı. Kapı kapandığında uzunca Mum'a baktı, odaya göz gezdirdiğinde ise Barlas'la göz göze geldi. Barlas korkuyla şaşkınlık arasında kaldığı bir kaç dakika ardından gözlerini kullanmak istedi ancak başaramadı, çok geçmeden aslında görünmediği fark edince rahatladı, “Şimdi ne yapmam gerekiyor...” dedi Genç Çocuk sesi titreyerek, Ateş boynunun arkasından fırladığında acıyla inledi. Mum'un fitilini yaktığındaysa korkuyla geriledi. Ateş uzun süre yanıp, eriyen Mum yere dökülürken, odada devasa bir ışık kümesi kol gezdi, ışık kümesinin içinden odanın yarısı büyüklüğünde bir kara duman fırladığında, Genç Çocuk bağırmaya başladı, dumanın içinden fırlayan sekiz kara bacağın biri Barlas'ın içinden geçiyordu. Barlas da korkuyla duvara yaslandı, bir örümcekti bu; her bir bacağı ateş kadar kızıl olan, sivri dişli, sekiz gözlü bir örümcek... Örümcek ağzını açtığında, odayı saran tiz sesle birlikte Genç Çocuk hıçkırarak ağlamaya başladı, “Hayır!” dedi Barlas içinde nidalar kopararak, “İstediğim bu değildi!..”  Duvarlar geceye karıştı, Genç Çocuk’un nidaları giderek uzaklaştı, kendini yeniden odada bulduğunda derin derin nefes aldı; ne Örümcek ne de Çocuk vardı... Kapı yeniden aralandığında kısa saçlı, sarışın, kendisinden beş altı yaş büyük olduğu belli olan bir başka adam girdi içeri; Barlas beklemeden gitmek istediyse de merakına yenilip Mum'dan çıkacak olan şeyi gözledi, “Mum'u yak!” dedi Adam. Ateş boynundan fırladığında acısına karşılık gözlerini kapadı yalnızca, Mum'un fitili tutuştuğundaysa bir elinde asa, bir elinde kılıçla beklemeye koyuldu. Tam ortalarında yükselen bir başka bedenin alaycı kahkahaları duyuldu. Barlas merakla odanın diğer köşesine geçip kim olduğunu görmek istedi. Gördüğü kişi, az önce kapıdan giren kişiden farksızdı; Adam, kendisiyle karşı karşıyaydı... Mum'dan yükselen beden Adam'ı yumruklayarak yere sererken, Adam'ın gözlerindeki kibrin giderek yok olduğunu fark etti. Sonunda düşmanın gözleri kararıp, her tarafından kesici aletler yükselince korktu Adam. Üstelik kararan gözler, ona acı çektiriyor, benliğini yakıyordu... Yeni bir enerjiyle sarmalanıp Mum'dan uzaklaşırken, Adam'ın yüzündeki şaşkınlık ve korkuyu görebiliyordu... Geçmiş uzaklaştı, yakın zaman yaklaştı... İşte odadaydı yine, kapıdan girecek olanın kendisi olduğunu biliyordu artık; o geceyi görüyordu... Etraf karardı...
   Kapı ürpertici gıcırtılarla aralandığında, soluğunu tuttu. İçeri o çocuk girdiğinde kapı ardından hızla kapandı; yorgun ve farklı olan o çocuk... Odanın yoğun karanlığında çocuğun boynundan duvara yansıyan ışığı fark etti. Çok geçmeden nefes nefese kalan çocuğun arkasından Ateş fırladı. Duvara sabitlenmiş sönük meşaleler aydınlandı; her biri ateşin türlü renklerine bürünüp odayı gölgelerle süslemişti. Çocuk dönüp yanı başına, yere baktı, görmeyi bekleyip göremediği bir şey için sıkıntıya girip Mum'a döndü. Uzun süre Mum'a baktı, bir şeyler düşünüyordu, Barlas gülümsedi... “Hadi, yak artık.” dedi Çocuk, Ateş'e dönüp. Ateş o hızla gidip dev mumun üzerindeki fitile kondu; fitil büyük bir harlamayla alev aldı, meşalelerden çıkan ateşlerin, etrafta dolanmaya başlamasına neden oldu. Mum eridi, yerle temas ettiği an, odadaki ateşleri üzerine çekip büyümeye başladı. Bir kız, giderek şekil alıyor ve doğruluyordu...  Yüzünü dönüp, çocuğa baktığında, çocuk büyük bir şokla kalakaldı. Arkasına dönüp hızla kapıya koştu, kapı açıldığında dışarı çıkıp sertçe kapadı... Her yerden ateş yükseldi, odanın içinde yapayalnız kalan Kız, delirmiş gibi etrafa bakıp çığlık attı. Koşup az önce yüzüne kapıyı kapatan çocuğun peşine gitti. Kapıyı çaldı, ses gelmedi. Ardından yalvarır gibi kapıya vurmaya başladı. Kapı açılmayınca ağladı, “Lütfen! Kapıyı aç! Lütfen! Korkuyorum! Kurtar beni!” Kızın karşılığını alamayan yalvarışları göz yaşlarını sel gibi akıtmasına neden oldu. Sonunda öfkelenip bağırdı. Onun öfkesiyle ardına dizilen ateşler emrini bekler gibi etrafında dönmeye başladı. Kız kapıya bir kez daha vurduğunda, ateşler kapıya hücum edip ortalığı yaktı geçti. Kapı giderek küle dönüyor, küle döndükçe kendini yenileyip eski haline geliyordu. “Aç artık!” dedi Barlas kederle, “Aç ki görme o gözleri...” Kızın öfkesi büyüdü, büyüdükçe oda sarsılmaya, duvarlar isyana gelmeye başladı. Kız bir an için Mum'a döndüğünde Barlas daha önce gördüğü gözleri tekrar görüp sarsıldı; bir çift göz... Bebeğinin etrafını ateşten yılanlar sarmış, beyazı kırmızıya çalmış bir çift göz... Kâbuslarına kıyamet gibi düşen, sevdiği kızı şeytan gibi karşısına diken gözler... İçini çekti, kapıyı açan çocuğun gözlerine düşen karanlığı, karanlıkta beliren yakıcı korkuyu görünce içi dağladı... Kızın ateşi, çocuğun bedenini kavururken çocuk acı çekmeye başladı, çok geçmedi ki o da şeytan oluverdi. Birinin gözü kızıl diğerinin kara iki şeytan delicesine yaktılar birbirlerini. Bedenlerini defalarca dört yana savuruldu, sarstılar zemini... Cehennemi andırmıştı oda, iki şeytanın dansa giriştiği yakmayan cehennem... Peki ya durur muydu bu iki şeytan? Bitirirler miydi danslarını? Söndürürler miydi ateşlerini... Yapmazlardı... Birbirlerinin canına kıyana, can alana kadar yapmazlardı... Ne var ki ışık yetişmişti yardıma... Kapıdan süzülüp aralarına ay gibi düşen, devasa bir ışık; kaynağı kutsal olan, ruhu hissedilen bir ışık... O ışık söndürmüştü ateşlerini... İkisini de masumiyete iten o ışıktı, savaşa son veren, onları azat eden... Ardından hıçkırarak ağladı Kız, sarmal merdivenlerden korkuyla koşmaya başladı, Çocuk önce odaya, sonra kendine baktı, Kız’ın peşine gitti... O vakitten sonra, ayaklanmıştı Saray, Giriş Katı'na vardıklarında Temsilciler ve muhafızlarla karşılaşmış, az önce yaşadıklarını dile getirmeksizin kaosa neden olmuşlardı...
   Geceden süzülüp, ait olduğu zamana dönerken tekrar yaşadı o hisleri; korku, çaresizlik, şeytanlık... Tek gözünü Mum'dan alıp kendi gözlerini araladığında yolculuğu son buldu, elinde minik bir şişe, şişenin içinde o iksirle öylece duruyordu. Bu yolculuk başka şeyler göstermişti ona, yapması gerekeni değil... Artık Festival'e gitse iyi olurdu, bugün bitmemişti daha, uzun bir gün olacaktı bugün; yaşadığı onca günden sonra en uzun gün... Çıkmak için kapıya yürüdü, tam çıkacağı sırada karşısına Ecrin dikildi, “Şeytanım beni öldürmeye geldi.” diye alay etti içinden. “Konuşabilir miyiz?” dedi Ecrin. Barlas uzun süre düşündü, görünen o ki karşısındaki insan gerçekten konuşmak istiyordu, her ne kadar şeytanı olsa da, tek Aşk'ıydı o...
 
***
 
   Kahkahalar, gülüşmeler, atışmalar, tatlı muhabbetler... Kehanet Hanedanlığı görülmemiş bir coşkunun baharını yaşıyordu. Son bahar soğuğun habercisi olsa da, samimiyet ve asalet ısıtmıştı her yanı. Bahçelerde dalga dalga neşe, balkonlarda kutsal gölgeler vardı. Ateş'e durulan hürmet, inançların sıcacık huzuruna serinlik üflemiş; Duvar'a duyulan güven, karanlığa siper olup dev kapılara dizilmişti... Davullar çalıyordu, borazanlar keyifle ötüyor, birbirinden farklı onlarca varlık dans ediyordu. Öyle ki Gizem Diyarı Güz Festivali'yle ayaklanmış, geceye giden yolda güneş yavaşlamıştı... Herkes dışarı dökülüp, Hanedanlığın bahçelerinde yer edinirken; yapayalnız kalmış Saray'ın içinde, Mum'un gölgesi altında iki beden birbirini izliyordu. Bir zamanlar kutsal olan bu odanın ortasına kurulu bir masanın iki ucuna oturmuş, birbirlerine ve etrafa uzun soluklu bakışlar atıyorlardı. Ecrin, gözünü Barlas’ın elindeki minik şişeye dikmişti. Barlas daha fazla saklayamayarak şişeyi masanın ortasına bırakmış, parlamaya yüz tutan iki çift gözün ışığı, ortada duran şişenin ışıklarına karışmıştı. İkisinin de gözlerinde parıltılar dolaşıyordu, bir ayna gibi yansıtmışlardı ışıkları. İkisinin de içi rahattı, aralarındaki çekim sona ermemiş olsa da, son çeyrek zamanda sorun yaşanmamıştı... “Nedir o?” dedi Ecrin sakin ve yatıştırıcı bir ses tonuyla.
   “Bunu sonra konuşabiliriz.” dedi Barlas aynı tonla, “Açıkçası senin konuşmanı bekliyorum. Az önce konuşmak istiyorum demiştin, unuttu-”
   “Unutmadım.” diye lafını böldü Ecrin, “Senin karşında elimin ayağımın dolandığını, mideme ağrı girdiğini, nefesimin teklediğini, aklımın karıştığını falan sanıyorsan, çok yanılıyorsun.”
   Barlas güldü, oysa kendi açısından bunları birebir yaşadığını söyleyebilirdi...  “Bunun konumuzla alakası nedir?” diye gülümsedi.
   “Bir konumuz olduğunu mu sanıyorsun?”
   “Yok mu?”
   “Yeterince açık değil mi bu?”
   “Edgardo'yla ilk gördüğüm andan beri kabullendim bunu ben.” dedi Barlas.
   “Yanı başında duran zavallı ağacı tutuşturduğun andan mı bahsediyorsun.” dedi Ecrin gülümseyerek, “Doğrusu şok geçirmiştim.”
   “Bu konu hakkında konuşmayacağım.” dedi Barlas sinirlenip, “Sevmediğini kabullendim diyorum. Buraya konuşmak için gelen sensin, neden geldin?”
   Ecrin ayaklandı, odanın içinde gezmeye başladı, ardından çatlaklar oluşmuş bir duvara dokundu, “Beni buraya mı fırlatmıştın?” dedi acıyla gülüp.
   “Hadi ama, bunu yapma.” dedi Barlas.
   “Bir soru sordum, lütfen cevap ver.”
   “Hatırlamıyorum.”
   “Tabii, kendini kaybetmiştin değil mi?”
   “Kaybetmiştik.” diye düzeltti Barlas. “Buradan nereye varmaya çalışıyorsun ki? Sen de beni tavana fırlattın. Oraya, buraya, şuraya...”
   “Karşında bir şeytan vardı değil mi? Seni öldürmeye çalışan bir şeytan, o yüzden savurdun, hem de incecik bedenime bakmadan.”
   “Ben de inceyim ona bakarsan, senin de beni ateşle kavurduğunu sanıyorum!”
   “İlginç histi, zevk almadığımı söyleyemem ama nasıl yaptığımı bilmiyordum, senin o ateşte yanmadığını görünce iyice afallamıştım.”
   “Ya yaksaydın beni, ne yapacaktın?” dedi Barlas.
   “Hatırladığım, sen de nasıl yaptığını bilmiyordun.” diye geçiştirdi Ecrin, “Nasıl yaptığımızı bilmediğimizden şeytanlaştık bana kalırsa.”
   “Şeytanlaştığını kabul ediyorsun yani?” dedi Barlas dudağı kıvrılarak.
   “Evet, şeytanlaştık...” dedi Ecrin.
   “Bir de bana sor onu, gözlerinin aldığı şekli görseydin kendinden korkardın.”
   “Sakın! Ama sakın söylenme bu konuda!” dedi Ecrin öfkeyle Barlas'ın yanı başına gelip, yüzünü yüzüne yaklaştırdığında Barlas bir an için soluğunun kesildiğini sandı; hissettiği sıcaklık tenini ürpertiyordu. “Gözlerin...” dedi Ecrin sitemle, “Beni duvardan duvara savuran o adamın gözleri, her gün Kâbuslarıma giriyor. Göz beyazını kaplayan, devasa göz bebeği; kahveden siyaha çalan, ışıktan uzaklaşıp karanlığa boğulan, üzerinde ateş kırmızısı bir çizgi duran o gözler... Şeytana dönüşmüşken bile tenimi ürperten, bana aitlik hissinin en beterini gösteren, masumiyetten fersahlarca uzak olan o adamın gözleri...” İki dudak arasında kısalan mesafe, odaya derinden bir rüzgâr üfledi; o rüzgârın verdiği sarhoşlukla birbirini arzulayan bir çift dudak meşalelerden yükselen ateşleri yerinden söküp etraflarını sarmasına neden oldu. Bunu fark ettiklerinde ayrıldılar, ikisi de tuhaf hisler yaşıyordu… “Peki ya şimdi?” dedi Barlas sarhoşluklarından sıyrıldıklarında, “Şimdi de görüyor musun o gözleri?”
   “Hayır.” diye yüzüne döndü Ecrin, gözleri dolmuştu, “Şimdi gayet normal görünüyorsun ama normal olmadığını ikimiz de biliyoruz; şeytanlaşabileceğini...”
   “Bu senin içinde geçerli değil mi Ecrin?” dedi Barlas sıkılarak.
   “Ben yalnızca o gece şeytan oldum Barlas, o geceden sonra asla o geceki gibi olmadım. Hiçbir şeyi hatırlamadığım ve Diyar'ın yüceliği karşısında sıradan kaldığımı kabul edersek, ben masumum; Diyar'daki birçok varlık gibi… Ama bahse varım sen yine hissetmişsindir o gücü, belki de defalarca.”
   Barlas Tılsım Geçiti'ndeki o halini hatırladı, yalnız olmasına ve kimsenin peşine takılmamasına rağmen korkuları onu şeytana çevirmişti; yok yere onlarca ağacı ateşe vermişti. Ardından Kehanet Duvarı'nı, Duvar'a yürürken ki o hissi... Bu onun bir parçasıydı artık, kimi zaman büyük kimi zamansa oldukça küçük sonuçlar doğuran bir parçası... “Kontrol etmeyi öğreniyorum.” dedi söyleyecek başka bir şey bulamadan, “Kontrol edebilirim.”
   “Peki ya buna ne diyeceksin?” dedi Ecrin, meşalelere geri dönen ateşleri göstererek, “Her seferinde oluyor, sana karşı hiçbir şey hissetmeme rağmen.”
   “Demek hissetmiyorsun...”
   “Efendim?”
   “Bilmiyorum.” dedi Barlas, “Ben ilah değilim.”
   “Öyleyse o gün aramıza giren ışığın kaynağını da bilmiyorsun...”
   “Doğrusu epey merak ediyorum ama tahminim var.”
   “Ne tahmini?”
   “Hanedanlık’da bulunan bir tılsım var, On Tılsım'dan biri. İçimden bir ses, bize yardım edenin o tılsım olduğunu söylüyor.”
   “İsmi var mı?”
   “Tansu Hygeid; sağlığın tılsımı.”
   “Demek ismi Tansu, bundan sonra canımı kime borçlu olduğumu biliyorum.”
   “Festival'e geç kalacağız.” dedi Barlas, “Söyleyeceklerin bittiyse-”
   “Edgardo.” dedi Ecrin, “Az önce bizi gördün ya-”
   “Açıklamak zorunda değilsin, sevgilinle öpüşmek en doğal hakkın.”
   Ecrin bir şey söyleyemedi, canını yakan bir ikilemin içine düşmüş gibiydi, ardından gözünü yeniden masada duran iksire dikti. Barlas gidip iksiri eline aldı, ayaklanıp Ecrin'in yanına yürüdü, “Geçmişin.” dedi şişeyi havada doğrultarak, “Anılar ve kaybettiğin hisler...” Ecrin'in nutku tutulmuştu, şişeyi havada kapıp uzun süre içinde dönüp duran ışıklara baktı. “Sende kalsın. Belki geçmişini geri istersin diye düşünmüştüm, aylarca uğraşılan bir iksir bu, işe yarayacağından şüphem yok. İster iç, ister içme...”
   “Farkında mısın?” dedi Ecrin mırıldanarak, Barlas'ın yüzüne bakmıyor, daha çok kendiyle konuşuyor gibiydi, “Ben hariç herkes biliyor bana aşık olduğunu, ama bir kez olsun yüzüme söylemedin; tekrar aşık etmek yerine kendine, öncesinde kazanılmış bir sevginin hatırını aradın; kazanmaya çalışmadın...” Ecrin elinde iksirle arkasına bakmadan çıkıp giderken, Barlas kalbinin derinliklerinden yükselen bir gerçekle çarpışmıştı, aylar boyunca bulamadığı, bulduğunda da onu yerin dibine sokan bu gerçeğe karşı öfke de besleyemedi, yine ve yeniden, öfkesi kendineydi...
   Bahçeye vardığında, önüne çıkan herkesin selamını aşıp birilerini aradı. Kıvançlar neredeydi? Ya Kalgay? Doğrusu bu kalabalığın içinde birkaç İnsan aramak delilikti. Bir şekilde birilerini bulması gerekiyordu, yoksa koskoca Festival'i yalnız geçirebilirdi. Ses cümbüşü içinde arkasından biri seslendi, “Arlat!” Dönüp baktı, Aldrid'di bu. “Nerelerdeydin, saatlerdir seni arıyorum!'
   “Şey, özür dilerim, aradığınızı bilsem kaybolmazdım.”
   “Ne dedin?”
   “Özür dilerim diyorum! Bu kalabalıkta aradığını bulmak zor!”
   “Peşimden gel! Festival'i sen başlatacaksın!” Barlas, Aldrid'in peşine takıldı, ne yapacaktı ne? İçini çekip derince nefes verdi, hiçbir şey başlatası yoktu! Sonunda Aldrid'in seri adımlarına yetişti.
   “Bir şey yapacaksın mı dediniz?” dedi Barlas yanlış anlama ihtimalini umarak.
   “Evet, asırda bir geliyor bu fırsat.”
   “Ne fırsatı?”
   “Kihirus'un Festival başlatma fırsatı.”
   “Yapmak zorunda mıyım?”
   Aldrid ansızın durdu, yüzünü öfkeyle Barlas'a çevirdi. Etraftakiler Baş Temsilci ve Kihirus'un aralarında dolandığını anlayınca selama koyuldu, Aldrid bir şey söyleyecek gibi ağzını açtı ancak merakla onlara bakan kalabalığı görünce Barlas'ın kulağına eğildi, “Bir an olsun rahat durmaz mısın sen?”
   “Bu da ne demek?” dedi Barlas şaşırarak.
   “Sürekli bir isteksizlik, sürekli bir gitme arzusu!”
   “İyi ama bu niye sizi alakadar ediyor?”
   “Çünkü Kihirus'sun! Ait olma hissi duyamıyorum sen de, neden bir an olsun evindeymişsin gibi davranmıyorsun?”
   “Çünkü bir çok şeyim.” dedi Barlas, “Ait olamam, benim evim Diyar'ın çok ötesinde kaldı, yaklaşık bir buçuk yıl önce.” Aldrid bir şey söylemedi, yürümeye devam etti. Adımları daha da hızlıydı, bahçenin ortasında koşuyorlardı resmen.  Barlas rahatsızlık verdiğini biliyordu, gittiği her yerde, her zaman rahatsızlık veriyordu. Çünkü ait olamıyordu, her şeyin ötesinde bir amaç için var olduğunu hissediyordu. Evi yoktu ki onun, olamayacaktı… Diyar'ın güneyinde kalan, Saray'ın arka girişinin hemen yanına sahneye benzer genişçe bir yükseklik kurulmuştu, o yüksekliğin etrafınaysa on binlerce masa ve ışık. Her ne kadar Festival aktif olarak bu bölgede yaşanacak olsa da, kalabalığın buraya sığmadığı ortadaydı. Hatta vakit ilerlediğinde belki Kuzey Kapısı’nda bile birikme olurdu.
   “İşte, oraya çıkıp başlat Festival'i.”
   Barlas yüksekliğe baktı, nasıl başlatacaktı ki?! “Nasıl olacak o?”
   “Derken?” diye sordu Aldrid.
   “Yani, ne demem gerekiyor?”
   “Güz Festival'i başlasın.” diyerek yüksekliğin hemen yanına, diğerlerinden daha genişçe kurulan masaya doğru ilerledi Aldrid.
   “Hadi canım!” dedi Barlas alay ederek, “Gerçekten mi? Çok kaotik!” Aldrid’in vardığı masaya döndüğünde herkesin orada olduğunu gördü; On Sekiz Temsilci, Kalgay, Neria, Beyaz Saray eğitmenleri, bu zamana kadar gördüğü ileri gelen tüm bilgeler... Yüksek Kurul Temsilcileri, ha tabii Melard da oradaydı! Yeni görmüştü onu, yüzünde aynı alaycı ton geziniyordu. Detsya yoktu, zaten onun Saray dışına pek çıkmadığını biliyordu, peki ya Dalay neredeydi? Onun da her şeye rağmen buraya gelecek kadar yüzsüz olduğunu biliyordu! “Arlat!” diye uyardı Aldrid, bunca kalabalığın içinde nasıl olup da sesini duyurmuştu, Hayret doğrusu! Barlas çekinerek yüksekliğe doğru ilerledi. Birkaç taşa basarak yukarı çıktığında davullar üç kere çaldı, yüzlerce yüz ona döndü, Aman ne harika! “Güz Festival'i başlasın.” dedi sönük bir sesle, olduğu gibi geri indiğinde Temsilciler'den birkaçının alaycı kahkahalarını duydu. Neyse ki yinelenen davul sesleri kahkahaları bastırmış, etraftan fırlayan onlarca ışık heyecanlı nidaları yükseltmişti. Herkesin oturduğu o dev masada, bir kişilik boş yer vardı. O yerin kendisine ait olduğunu çok iyi biliyordu ancak gitmeyecekti. Gidecek başka bir yer yok muydu? “Barlas!” Döndü, dev masanın iki üç metre ötesinde duran küçük masadaki arkadaşlarını görünce oh çekti, gidip onların yanına oturduğunda Temsilciler'in uğursuz fısıltıları yükseldi…
   “Nasıl tav oldular ama!” dedi Kıvanç gülerek, “Yüce İnsan bizimle oturuyor!”
   “Tamam Kıvanç abartma.” dedi Alp sinirlenmemeye çalışarak.
   “Pek değerli masalarında bize de yer vereceklerdi o zaman!”
   “Oturmazdım ki.” dedi Barlas, “Beni o masaya hiçbir güç oturtamaz.”
   “İşte bu be!”
   “Aşkım dans edelim mi?” dedi Evrim susturmak ister gibi, diğerleri gülüştü.
   “Vay be, demek sen de.” diye güldü Kıvanç, “Neyse, yemişim masasını, gel edelim.” Kıvanç Evrim'in sırtına dolanıp uzaklaştı.
   “Nerelerdeydin?” dedi Alp.
   “Buralardaydım, Emre?”
   “Uyuyor içeride.”
   “Tek mi bıraktın!”
   “Hayır yahu, bir tane nine var, kafası kaldırmıyormuş, o duruyor başında.”
   “İnsanlar’a ne diye bu kadar güveniyorsun?” dedi Barlas azarlar gibi.
   “Ben çoğu kişiyi gözünden anlarım Barlas.” dedi Alp tersleyerek, “Malum, gözünden anlama olayı bu Diyar'da çok daha mana kazanıyor. Hem, Emre'de büyü var, öylece vermedim çocuğu tabii ki. Kadını da tanıyorum ayrıca. Yedi aydır muhabbet ederiz.”
   “İsterseniz ben de gidip bakabilirim?” dedi Rüzgâr. Alp başını iki yana salladı, Barlas aklına gelen şeyle heyecanlanıp elini ceplerine götürdü. İki iksir şişesi çıkarıp Rüzgâr'a uzatırken, Rüzgâr'ın gözleri büyüdü, “Şaka yapıyorsun!” dedi heyecanla. Doğrusu onu ilk kez bu kadar heyecanlı görüyordu.
   “Romeo'dan rica ettim, sağ olsun kırmadı.” diye güldü Barlas, şişeleri verdi.
   “İzninizle ben geliyorum.” dedi Rüzgâr ayaklanarak.
   “Nereye?” dedi Barlas.
   “Heyecanından ne yapacağını şaşırdı çocukcağız.” dedi Alp gülüp.
   “Şişeleri saklayacağım, malum benim için altın değerinde bunlar.” dedi Rüzgâr, hızla kalabalığa karıştı…
   Sesler yükseldi, kalabalık yoğunlaştı, iki Atadam'ın atışması duyuldu. Ecrin ve Edgardo gülüşerek yüksekliğin yanına geldi, Kalgay masadan kalktı, kalabalıkta bir çocuk gülerek bağırdı... Davul sesleri yükseldi, çiftler tuhaf çalgılarla yapılan ritmlere kaptırdı, Melard gözünün içine baktı. Masanın biri yere düştü, borazanlar üflendi, Alp ayağa kalktı, “N’apıyorsun!” dedi Barlas aşırı tepki vererek, Alp şaşırmış olsa da, Barlas ardı ardına gelen bu olaylar karşısında huzursuzlanmıştı. Ne oluyordu yahu? Neydi bu hareketlilik?
   “Gezmek istedim biraz Barlas.” dedi Alp korkar gibi, “Sen iyi misin?”
   “İyiyim yok bir şey.”
   “Tamam, ben biraz dolanıyorum, istersen gel sen de.”
   “Yok, sağol.” Alp yanından uzaklaşırken, masada tek kalmıştı. Birçok kere tek kalırdı, çok önceleri... Neyse ki Festival'e adanmış onlarca varlık içinde gözükmüyordu bile. Aniden kafası yüksekliğin olduğu yere döndü, Ecrin yüksekliğe çıkmıştı, Edgardo davulculara bir şeyler söylüyordu. Sonrasında aynı ansızlıkla Kalgay'a döndü, ona doğru geliyordu... Kafası başka yere savrulurken istemsiz yaptığı bu hareketlere öfkelendi. Tam da Saray'a dönmüştü, Kehanet Hanedanlığı'na... Hanedanlığın görkemli balkonları onu davet ediyordu, daha da doğrusu Saray'ın kendisiydi onu davet eden; aradığı bir şeyi bulması gerekiyormuş gibi... Davullar üç kere vuruldu, ortalığa sessizlik çöktü, herkes yüksekliğe dönmüştü, yüzlerine bakan yabancı kızı izliyordu. Ne işin var orada...
   “Öncelikle her birinizi selamlıyorum.” dedi Ecrin, yüzündeki endişe görünür vaziyetteydi, kararlı olduğu da öyle, “Ben Ecrin, bundan bir buçuk yıl önce kendimi Diyar'da buldum; Kihirus'un ateşten yükselen düşmanıyım...” Kalabalıktan nidalar yükseldi, fısıltılar her yeri sardı. Kihirus'dan çok daha fazla ses getirmişti yükseklikteki... Bazısı düşman olduğunu apaçık dillendiren bu kıza karşı korku duymaya başlamıştı, bazısıysa alay eder olmuştu… “Kihirus'un düşmanı bu muymuş yani...” – “Aman tanrım, hepimizin sonunu getirecek...” – “Belki de bizi ateşlere boğar...” – “Güzelmişsin de!” Alaycı cümleler dillere dolanmaya başlamışken, Temsilciler tepedeki Kız'a kızgınlıkla bakıyordu. Ne işi vardı bu Kız’ın orada! Oysa kim olduğu saklanmak için epey uğraş verilmişti!..
   “Gördüğünüz gibi bir şeytan değilim ve en az sizin kadar masumum. Kimileri canıma kıymak istedi, kıymetli Kihirus bile canımı bana bağışlamışken, hadsizlikle karşıma çıkıp nefesimi istediler benden. Oysa ben bu Diyar'a geldiğimde kayıptım, kim olduğumu ve ne için orada olduğumu bilmiyordum. Bir buçuk yıldır aranızdayım, kime ne zararım dokundu? Kimin canına kastettim söyleyin Hanedanlık mensupları, bana şeytan damgası vurmanızın haksızlığı karşısında düşünün biraz. Sizler gibiyim, sizler gibi yaşayacak ve öleceğim...”
   “Ne diyor bu kaçık!..” – “Kihirus ihanet mi etmiş!..” – “Mum yalancı mı çıktı?..” – “Kehanet Ateşi nasıl izin verir buna?..” – “Bu kız aklını kaçırmış...” – “Kihirus düşmanını yok etti...” – “Evet, iftira atıyor!..” – “Rezillikten başka bir şey değil...” – “Temsilciler nerede?..” – “Nerede o, biri açıklama yapsın...”
   Barlas etrafı arayan gözlere hedef olmamak için şekilden şekle girdi. Aynı istemsiz hislere kapıldığında yüzü yeniden Saray'a döndü, gözleri ansızın kapandı, tek gözü açılır açılmaz altın renkli bir tılsım gördü; her tarafında yıldız şekilleri vardı; parlaklığı hürmete layık, yüreği ışıktandı. Karanlığın içinde bir Atadam sürüsü, kulağını dolduran kalın bir çığlık... Art arda gördüğü alakasız görüntüler silsilesi sonunda, aklında kalanlar bunlardı. “...ve bugün...” diye devam etti Kız, Edgardo'ya işaret etti, Edgardo yanına çıktığında, kalabalık bir kez daha şaşırdı, “Bugün, her daim yanımda olan, kıymetlim, biricik aşkımla beraberlik kararı aldık.”
   “Ne!” – “Edgardo Edelmar mı o!” – “Ne dedi ne dedi!” – “Bizle alay mı ediyorsunuz!” – “Saray Halkı'yla alay etmeye utanmıyor musunuz!”
   “Bu beraberliği bir düğünle taçlandıracak, aşkımızı her daim yaşatacağız...'
   “İçmeyecek...” dedi Barlas.
   “Neyi?” dedi Kalgay.
   Barlas hızla döndü, Kalgay yanı başında dikilmiş merakla suratına bakıyordu, “Efendim.” dedi Barlas başıyla selamlayıp.
   “Gören yeni gördün sanacak.” diye güldü Kalgay, “Mum'dan yükselen o mu?”
   “Evet.” dedi Barlas çekinerek.
   “Aşık mı oldun yoksa?”
   “Aşıktım zaten.” dedi Barlas, her ne kadar devamını getirmek istemese de, Kalgay'ın meraklı bakışına karşı gelemedi, “Diyar'dan önce yaşadığımız topraklarda tanıdık birbirimizi, aynı okuldaydık.” Kalgay'ın gözlerinde yeni ışıklar çaktı, bakışlarında anlamsızlık belirdi. “Ne oldu efendim?” dedi Barlas merakla.
   “Bu çok anlamsız...” dedi Kalgay, “Gereğinden çok fazla.”
   “Konuşmak ister misiniz?”
   “Konuşuyoruz ya zaten.”
   “Demek istediğim, burası gürültülü ve fazla hareketli.” dedi Barlas.
   Kalgay'ın gözleri parladı, asasında ışık çaktı, onca ses silinip kayboldu, sesi olmayan bir videonun içinde gibiydiler… “Kız buraya geldi öyle mi?”
   “Evet.”
   “Nasıldı peki?”
   “İşte, gördüğünüz gibi.” dedi Barlas, Ecrin'i gösterip.
   “Hiç mi değişmedi?” dedi Kalgay.
   “Hayır.” dedi Barlas hiç düşünmeden, öyle ya da böyle o gece olanlardan bahsedemezdi.
   “Bu daha da garip.”
   “Neden?”
   “Vasıfsız bir aşık, ne diye düşmanın olsun? Sana ne zarar verebilir ki?”
   “İyi ama ben sadece Kihirus değilim, belki Mum şaşırmıştır, sonuçta sadece-”
   “Ama Kihirus'sun da.” dedi Kalgay, “Eksik kalmayacaksın Barlas, aynı anda birçok kimlik kazandın diye yolun şaşmayacak. Her bedeli ödeyeceksin...”
   “Burada kalıyor olmama kızıyor musunuz?”
   “Ben de onun için konuşmak istedim.” dedi Kalgay, “Sizi mühürleyecekler.”
   “Anlamadım?”dedi Barlas.
   “Melard, Bilgeler’den haber gelip Dalay kovulmadan hemen önce bir dava açtı ve kazandı. Yüksek Kurul'dan çıkan kararı netleştiren yine kendisiydi, sizin Islak İmza’ya karşı geldiğinizi öne sürdü, firari olduğunuzu ve yapılan şey yüzünden intikam alabileceğinizi söyledi. Çok çaba sarf ettim, neredeyse bir yıl kadar ancak mühür kararı onaylandı, gece on ikiden sonra mühürleneceksiniz…”
   Barlas hiçbir şey söyleyemiyordu, o burada olması gerektiği gibi kalırken, bunların düşünülüyor ve uygulanıyor olması canını yakıyordu. Oysa daha bitmemişti Beyaz Saray'la işi; anladığı gibiyse, Saray’a bir daha giremeyecekse, onun Penthea'lığına yapılan büyük bir saygısızlıktı bu, “Engel olamaz mıyız?”
   “Artık çok geç.”
   “N’apacağız efendim? Saray'a girmeden çanları nasıl çalabilirim ki?”
   “Tılsım Yoldaşlığı mühim değil, önemli olan kehanetin doğru şekilde uygulanabilmesi... Her şey çok net.”
   “Her şey dumanlı efendim.” dedi Barlas, “Her şeyin önünde bir sis bulutu dolanıyor. Ardını göremiyorum, zaman geçip gidiyor ve ben kayboluyorum... Gün geçtikçe sessizliğe gömülüyor ruhum…”
   Kalgay'ın gözleri yeniden parladı, asası yeniden çaktı. Kulaklarını sesler doldurmaya başladı, “Ses var Barlas.” dedi Kalgay, “Etrafta ses var. Belki de sadece durup dinlemelisin...” Uzaklaşıp masaya doğru giderken arkasına döndü, “Gelmiyor musun?” dedi büyük bir gizemle, Barlas peşine takıldı. Bir yandan kalabalığın rahatsız edici gürültüsüne dudak kıvırıyor, bir yandan söyleniyordu. Koskoca dokuz aydan sonra bu kadar mı konuşacaklardı yani? Öfkeyle Edgardo'nun lafı noktalayan o cümlesine döndü,
   “O bir şeytan değil, ve şimdi benim meleğim olacak…” Kalgay ve Barlas masaya doğru yaklaşırken, Edgardo ve Ecrin yükseklikten indi. Onlar da masaya yaklaşıyordu. Az öncesine kadar masaya gitme konusunda gösterdiği tereddütleri çoktan son bulmuştu. Gidip o masaya oturacaktı, rahatsız mı ediyordu, öyleyse sonuna kadar rahatsız edecekti. Hesap sorar gibi masaya oturduğunda, Edgardo bir başka masadan oturak alıp yanına koydu, böylece bu pek mühim masada Ecrin'in yeri de açılmıştı. Onlarda oturdu. Ecrin ve Edgardo'nun sonu gelmez göz kaçırmalarına bir an olsun aldırmadı. Bakışlar ve bakışlar... Yöneticiler, Kalgay, Neria, Melard ve diğerleri; bakışlar altında sömürülüyordu resmen!
   “Anlaşılan arkadaşların seni yalnız bıraktı.” diye lafa girişti Atol.
   “Aslında Barlas'ı ben çağırdım.” diye karşılık verdi Kalgay, “Buraya gelmeye pek niyetli değildi, bu masadaki çoğu kişiden nefret ettiğine eminim.”
   Kalgay son cümlesini söylerken Melard'a bakmıştı, Barlas gıcık kadının düşen yüzünü görünce öyle mutlu oldu ki, “Bayan Melard, neyiniz var?” dedi ansızın küçük bir alay oyunu oynamak isteyip, “Kötü bir şey mi oldu?”
   “İhanet sahipleriyle işim yok.” dedi Melard acemi bir gülüşle.
   “Ah, tabii. Şu anda Ruhlar Alemi'nde aklımı kaçırmış olmalıydım.” dedi Barlas, “Bu sayede ihanet etmiş olmazdım öyle değil mi?” Ses çıkmadı, masaya gerginlik çökmüştü, “Bu arada, biricik aşkınız nerede? Daley mi adı?”
   “Saygısızlığa lüzum yok bay Penthea! Ya da her ne haltsan-”
   “Duyamadım?”
   “Bence şu an başka şeyler konuşmalıyız.” dedi Aldrid, “Diyar'ın önde gelenleri olarak uzun süredir buluşmamıştık.”
   “Bu çocuk ne vakittir önde gelen?” diye homurdandı Oliviero.
   “Siz de mi buradaydınız Tapınak Reisi?” dedi Barlas, gelişi güzel sıraladığı hitaplar birçok kişinin moralini bozsa da, içindeki öfkeden başka türlü kurtulamıyordu, “Önde gelen değil de, epey vakittir önde gidenim. Şanımı duymadınız mı yoksa?”
   Barlas'ın olabildiğine gerçekçi takındığı bu kibirli tutum birçok kişiyi şaşırtmıştı, “Barlas?” dedi Neria hayal kırıklığına uğramış gibi, “Neyin var evlat?”
   Barlas Neria'nın yüzüne bakamadı, kırmak istemediği sayılı İnsanlar’dandı. Onun yerine Ecrin'le göz göze geldi. Ecrin'in gözleri, gözlerine doğru sürüklendiğinde dev masada kasırgayı andırır bir hava akımı gezindi, mumların çoğu söndü, “Kusuruma bakmayın, az önce Beyaz Saray tarafından mühürlendiğimi öğrendim.” Masadan şaşkınlık sesleri yükseldi, Temsilciler'in de bundan haberi yoktu öyleyse.
   “Bu da nereden çıktı?” dedi Aldrid kederle.
   “Bu kadının başından!” diye Melard'ı gösterdi Barlas, “Lanet olası bu kadın yüzünden neler çekiyoruz!”
   “Haddini bil!” dedi Melard ayaklanarak.
   “Bilmezsem ne olur?” dedi Barlas, o da ayaklandı.
   “Benimle doğru konuş!”
   Barlas'ın iliklerine nefret işlemişti, göz bebeğinde çatlaklar oluşup gözü büyümeye başladığında onlarla birlikte birçok kişi ayaklanmıştı. “Bana doğru davran!” diye kükredi Barlas, kalabalığın bakışları dev masaya akın ediyordu.
   “Barlas! Kendine gel!” dedi Kalgay, “Karanlığa sürükleniyorsun.”
   “Öyleyse sürüklendirilmeseydim!”
Melard'ın gözü parladığında Barlas'ın yüzüne doğru taşlar fırladı. Barlas her birini havada durdurmuş, gülümsemeye başlamıştı. “Aklını mı kaçırdın be kadın sen de!” diye bağırdı Kalgay.
   “Felaket görüyorum.” dedi Orabel aniden, “Yaklaşan bir felaket var.”
   “Ben de.” dedi Ondrio.
   “Sanırım ben de gördüm.” diye atıldı Barlas sakin bir ses tonuyla. Havadaki taşlar büyük hızla savrulup Melard'a doğru fırladı, her biri tam da dibinden geçip gitti, “Kadınlığınıza olan saygımdandır.” dedi Barlas.
   Melard alayla güldü, “Tutturamadım desene şuna!”
   Barlas'ın gözleri parladı, Melard'ın bedeni havaya doğru yükseldiğinde kalabalık büyük bir şokla haykırmaya başladı, “Ne dediniz Bayan Melard?”
   “Barlas kes şunu!” diye bağırdı Kalgay, “Felakete karşı siper almalıyız!”
   “Cehennemin!” diye bağırdı Melard havada, “Cehennemin olacağım çocuk!”
   “Yeterince oldunuz!”
   “Barlas!” diye bağırdı Ecrin, “Öfken banaysa, acısını benden çıkar!”
   Tam da o anda, devasa bir ateş topu düştü hanedanlığın üzerine, çığlıklar dört yanı sarmaya başladı. Barlas dehşete kapılıp yaptığı büyüyü durdurdu. Melard havadan hızla yere düşmeye başladı, nereye düştüğünü takip bile etmedi,   “Barlas!” diye bağırdı Kalgay, “Arkadaşlarını bul! Onları koru!” Ateş topu hanedanlığa büyük bir şok etkisi bırakmıştı. Öyle ki ilk birkaç saniye boyunca Temsilciler ve Hanedanlık Mensupları hiçbir şey yapamadan kaldılar. Etraftan, yaklaşan sesler yükseldi, ikinci bir ateş topuyla Saray'ın yarısı çöktü. Barlas'ın gözü hiçbir şey göremiyordu, arandı, uzun süre arandı ama kimseyi bulamadı. “Hepinizi yok edecekler! Uyanın sersemler!” diye bağırdı Kalgay. 
   Temsilciler'in her birinden sesler yükseldi. Saray'ın içinden fırlayan asalar, her birinin elinde yer buldu. Asalardan yükselen ışık topları, etrafı kavuran ateşlere meydan okurken, Ecrin onu bırakıp giden Edgardo'nun arkasından çaresizce inlemeye başladı. Barlas yalnızca onu duyuyordu, yanına koştu, “Yanımdan ayrılma!” diye bağırdı, “Sen güçlüsün, öyle davran!” Ecrin korkuyla kafasını aşağı yukarı sallayıp Barlas'ın ardına takılırken, hanedanlığın üzerine kara bulutlar çöktü, Erboslar bulutların içinden fırlayıp karanlık ruhlarına, çaresiz bedenleri katmaya başladı. Tılsım Tozları yükseliyordu her yerden... Etrafta ölümün eli dolanıyordu...
   “Barlas! Barlas buradayız!”
   Barlas dönüp, Kıvanç ve Evrim'in yanına koştu, “Arkamdan ayrılmayın, birbirinizi kollayın!” diye bağırdı. - “Barlas!” - “Rüzgâr! Arkama geç!” Koşmaya başlamışlardı, çığlıklar kulaklarını deliyordu artık, Erboslar büyülere hedef oluyor, ortalığı tiz seslere boğuyordu. Bahçeden çıkmaya yeltenen onlarca varlığın önünü, hanedanlıktakilere göre oldukça cılız Atadamlar sarmıştı, onları daha önce görmediğine emindi, “Balta tayfası!” diye bağırarak yanına geldi Rice, “Pars'ın yanındalar!” - “Pars'ı mı gördün!” diye bağırdı Barlas. - “Evet Barlas, yaklaşık yarım saat önce, ilk kez geleceği gördüm!” - “Ne oluyor Rice, söyle ne oluyor!” - “Düşüyoruz Barlas! Hanedanlık düşüyor!” - “Ölecek miyiz!” diye dehşete kapıldı Evrim. – “Söyleyemem!” dedi Rice, “Benden bunu beklemeyin!” Hepsinin kanı dondu, demek ölüm de görülmüştü, kim ya da kimler ölüyordu peki? “Savaşmaya bakın!” diye bağırdı Rice, “Elinizden geldiğince direnin! Kader her daim yolunu bulur!” – “Nerelerdeydin!” dedi öfkeyle Barlas. - “Tılsım'ı arıyordum!” dedi Rice, “Buldum onu!” - “Nerede?” - “Saray'da! İçeri girip almamız gerekiyor!” - “Saçmalamayın!” dedi Kıvanç, “Buradan dosdoğru uzaklaşıyoruz!” - “Kalgay için gelmiş!” diye bağırdı Rice, “Kalgay'ı öldürmek için!” Yanı başlarına düşen ateş topuyla her biri havaya savrulup düştü. Erboslar'dan biri Evrim'in üzerine çöktüğü sırada Kıvanç'ın gözleri parladı; gözlerinden yükselen ışıktan ipler Erbos'un boğazına dolandı, çok geçmeden Tılsım Tozu yükseldi. Barlas onlardan ayrılmaya yeltenmişti ki Rice seslendi, “N’apıyorsun!” - “Kalgay! Onu öldürecek!” - “Kalgay'ın sana ihtiyacı yok!” diye bağırdı Ecrin, “Ama bizim sana ihtiyacımız var!” Barlas geri döndü, koştular. “Nereye gidiyoruz!” dedi Kıvanç, - “Saray’a!” dedi Barlas, “Tılsım'ı almalıyız!” - “Benim de alacak şeylerim var!” diye bağırdı Rüzgâr. - “Hepsinin canı cehenneme!” diye kükredi Kıvanç, “Sizin yüzünüzden öleceğiz!” -  “Öyleyse kaç git!” dedi Barlas, “Seni tutan yok!” Kıvanç durdu, o durunca Evrim de durmuştu, Barlas'ın söylediği şeye alınmış olacak ki öfkeyle baktı, “Gidiyorum öyleyse!” - “Ben yola geri dönmek için çıkmadım!” dedi Barlas. - “Yol, senin yolun!” dedi Kıvanç. - “Defol öyleyse!” dedi Barlas bu lafa hiddetlenip…
   Kıvanç ve Evrim kalabalığa karışıp gözden kaybolduğu sırada, hanedanlığın göçmüş olan girişine vardılar. Molozların arasına girip sarmal merdivenlerin başına geldiler, “Nerede tılsım?” dedi Barlas. - “Aşağıda, Yetki Katı’nda.” dedi Rice, “Odanın birinde öylece duruyor, Temsilciler bizden saklamış.” - “İyi öyleyse, ben çıkıyorum.” dedi Rüzgâr, “Yine burada buluşalım.” Barlas kafasını aşağı yukarı salladı, Rüzgâr çıkıyordu ki ardından seslendi, “Emre!” dedi dehşetle, “Alp'in odasına da bak! Emre içerideydi!” Rüzgâr adımlarını hızlandırdı. Diğerleri iki kat aşağı inip, kırılmış kapının içinden geçti. Odaların en küçüğünde, altın renkli bir tılsım gördüler; her tarafında yıldız şekilleri vardı, olabildiğine parlak ve davetkar duruyordu. Barlas bir direğin üzerine oturtulmuş olan tılsımı eline aldı, büyüklüğü bir eli kadardı,
   “Tansu...” dedi hayranlıkla; sanki çatışma durulmuş gibi.
   Tılsım ışıldadı, üzerinde minik bir yazı belirdi, “Hiero...”
   “Seni bulduğuma sevindim.”
   “Ben de...”
   Koşar adım kattan ayrılıp, giriş katına çıktılar. Rüzgâr oradaydı, sırtında küçük bir çanta vardı, endişeli gözüküyordu, “Ne oldu?” dedi Barlas.
   “Odada ölü bir kadın vardı, Emre'yi görmedim.”
   Çıkışa yürüdüler, tam çıkıyorlardı ki, “Nöbetçiler!” dedi Barlas, “Nöbetçi Tılsımlar içeride kaldı!” - “Hayır, onları da aldım.” dedi Rüzgâr, Barlas gidip boynuna sarılmak istedi ancak bunun sırası değildi. Yeni bir patlama, çıktıkları yeri göçüklere boğup girişi kapatırken, boşluklardan hızla sıyrıldılar. Hanedanlık Bahçeleri tılsım tozlarına bulanmıştı, “Kaçtı.” diye haykırıyordu birileri, “Kalgay kaçtı!” Nasıl olurdu? Yapmazdı bunu... Koştular, tanıdık birini görüp sormak için etrafı aradılar. Karanlık yavaş yavaş çekiliyor, geride kalan harabe, yüreklere ateşler düşürüyordu. Tılsım tozlarından önlerine göremez olmuşlardı, tek damla kan yoktu yerde, geriye sadece ışık kalmıştı... İşte o ışıkların arasında bir feryat koptu, tanıdık biriydi feryadın sahibi. Sarsılarak döndüler, Alp Karanlık Katil'in önünde çaresizce dikilmiş, Pars'ın elindeki küçük çocuğa bağırıyordu, Çocuk ağlıyor, hıçkırıkları birbirine giriyordu, “Bırak!” diye bağırdı Alp, “Onun ne zararı var sana!” Pars sesini çıkarmadı, karanlık gözleri ışıldadığında etrafını duman kapladı, hıçkırıklar kesilip zaman durduğunda dört yanı saran ateş çemberleri kızıla çaldı, dumanlarla birlikte aniden yok oluvermişti küçük çocuk...
   “Yaşa!” diye uzun bir feryat kopardı Alp, birçok kişi anlamamış olacak ki dönüp ne söylemeye çalıştığına kulak kesildi, “Uzun yaşa! O kadar uzunca yaşa ki! Uğruna katlettiğin şeytani ateşlerde ağır ağır boğul! Yüreğin gün geçtikçe kararsın! Kalbin kan yerine zehir yaysın damarlarına! Değer verdiğin her bir şeyin kaybına şahit olacak kadar uzun yaşa! Nefeslerin hançerlere dönüşüp parçalasın düşlerini, gözlerin kararsın en zifir karanlıklarda! Acı çekesin! Ölemeden, sevemeden acı çekesin! Ölesin Pars, onlarca acı, onlarca kayıp, onlarca pişmanlıkla kavrulup öyle ölesin!..” Nefesler tutuldu, Karanlık Katil ve Alp'in arasına yoğun bir enerji savruldu, Alp'in gözyaşları toprağa aktıkça kanadı toprak, “Niçin?” dedi içinde bir ses, “Bu laneti ne için okuyorsun?” -  “Kaybettiğim için.” dedi Alp, “Yaşama nedenimi, masumiyetimi, sevdiğim, sevdikçe huzuru bulduğum o küçücük bedeni kaybettiğim için. Kendim için değil, o küçücük beden için...” Yoğunluk bir çakıl taşı kadar sıkışıp, kara bir lanete dönüştüğünde, Pars ve diğerleri dehşetle izledi, kara lanet hızla fırlayıp Pars'ın bedenine nüfus ederken, Pars yüzünü gökyüzüne çevirdi, lanetin getirdiği acıyla ağzını araladı, sanki canı çekiliyor gibiydi, gözbebeklerinde çatlaklar oluşmuş, ruhu lime lime olmuştu. Kasırga yükseldi Yasak Dağlar'dan, gelip önce Alp'e sonrasında Pars'a kondu, kasırgaya karışan tılsım tozları karanlıkta renk cümbüşüne neden olurken, kasırga büyüdü. Önce gökyüzü, sonra tüm Diyar kara bulutlarla doldu, bulutlar ardı ardına yok olurken, yanı başlarından yükselen bir başka enerji Yasak Dağlar'ın yolunu tuttu. Dağlar'da yeni bir ezgi geziyordu artık, tüm Diyar o ezgiye boğulmuştu... “Uzun yaşa! O kadar uzunca yaşa ki - Uğruna katlettiğin şeytani ateşlerde ağır ağır boğul! - Yüreğin gün geçtikçe kararsın! - Kalbin kan yerine zehir yaysın damarlarına! - Değer verdiğin her bir şeyin kaybına şahit olacak kadar uzun yaşa! - Nefeslerin hançerlere dönüşüp parçalasın düşlerini, - gözlerin kararsın en zifir karanlıklarda!” Tüyler ürperdi, soğuk işledi tenleri. Yıllar boyu Dysis'in ezgisiyle yankılanan gece, bir başka ezgiye boyun eğiyordu... Alp'e tuhaf bakışlar atan onlarcası korkudan kaçtı… Alp de garipsedi... Kimdi içine doğan sesin sahibi?.. Pars çektiği acıyı ustalıkla saklayıp önüne gelen her yeri ateşe boğmaya başlamıştı, neredeyse Alp'i yakacak olan ateşe, Kıvanç yetişip engel oldu.
   “Yok edin!” dedi Pars nefret ve öfkeyle, “Kaçan o ihtiyara sebep, tozlara boğun geceyi!” Bir ateş topu yükseliyordu göğe, ne olduğunu anlamak için dönüp baktıklarında ateşin Barlas'ın ta kendisi olduğunu gördüler. Farklıydı bu sefer, önüne çıkacak olan tüm düşmanları toza çevirecekti belli ki, Karanlık Soylar ürperten seslerle uzaklaştı, Balta Tayfası karanlığın içine karışıp kayboldu. Geride yalnızca Pars kalmıştı. Ateşe boğdu Barlas Pars'ın bedenini. Ne var ki Pars savrulan tüm ateşi geri püskürtüyordu. Ardından hızla dumana karıştı. Ormanlar'ın içine doğru sürüklenmeye başladı. Görüyordu Barlas dumanı, tüm nefretiyle takip etmeye koyuldu. Biri duman, biri ateş iki beden süzülüyordu havada, uzun bir takibin ardından Pars durdu, Barlas tam da yanına indi, hanedanlıkdan epey uzaktaydılar… “Tanışmaya fırsatımız olmadı.” dedi Pars alayla, Barlas'ın şeytani gözlerine baktı, “Kendini kaybettin değil mi? Yine kaybettin. Bahse varım şu an ne dediğimi bile duymuyorsundur.” Barlas'ın ateşten bedeninden ateş yılanları fırladı, Pars her birini rüzgâra karıştırdı, “Tam da tahmin ettiğim gibi…”
   “Seni çok iyi duyuyorum Pars...” dedi Barlas, sesi oldukça gürdü, geceye Kâbus gibi çökmüştü, “Görüyor musun karşındaki şeytanı?” Pars öfkeyle hareketlendi, gözleri parladığında etraftaki ağaçlar köklerinden kopup Barlas'a doğru devrilmeye başladı, Barlas’tan yükselen yeni ateş, köklerin her birini tutuşturdu, ağaçların çığlığı duyuldu. Orman'ın içinde dört yana koşuşturan ağaçlar gezinmeye başladı, “Görüyor musun düşmanını?” Pars mırıldandı, Erboslar etraflarını sardığında, ateş bu sefer fanus oldu onlara, ateşten bir fanusun içinde kilitli kalmışlardı, içeriye hiçbir şey giremiyordu, üstelik ateş Barlas’tan yanaydı…
   “Gafil avladın!” dedi Pars öfkeyle, “Laneti hesaba katmamıştım!” Fanus göğe doğru yayılıp, yanlarına gelen Erboslar'ı toza karıştırırken, Barlas'ın ateşi dinmeye başladı, çok geçmeden eski haline dönmüştü…   
   “Görüyor musun Barlas'ı?”
   “Ne bu, kibrinin bir oyunu mu?” dedi Pars gülerek.
   “Hesaba katmadığın çok şey var Karanlık Katil... Kıyıya çağırdığın o gün duygularımı hesaba katmamıştın mesela? Yaşanmışlıklarımı, hislerimi...”
   “Öldüremezsin beni.”
   “Neden kıyıyorsun onlarca cana? Neden kıydın o küçük çocuğa?”
   “Yaşama sanatı diyelim.” dedi Pars, “Yapamazsın, öldüremezsin...”
   “Neden? Gidip başka canlar al diye mi? Emektar'ı öldür diye mi mesela?”
   “Öyle mi diyorsunuz ona? Komikmiş! Yapamazsın Barlas, öldüremezsin beni.”
   “Öyleyse iyi izle!” Barlas'ın gözleri hem büyüdü hem de parladı, gözlerinden akan ışık iki elinin arasına mor bir ateş oluverdi. Ölümcül ve affetmeyen bir ateş olduğu her halinden belliydi…
   “Yap öyleyse.” dedi Pars gülerek. Barlas elindeki ateşi savuracaktı ki arkasına bir hançer saplandı. Acıyla inleyip yere kapaklandı. Arkasındaki kişi hızla Pars'ın yanına koştu, “Kendi sonumu ancak ben getiririm.” dedi Pars zafer kazanmış gibi, “Ben Pars'ım, hakkım olanı alacağım...” Barlas bulanmaya başlayan görüşü arasında, Pars'ın yanındaki kişinin Adelpha olduğundan ötesini göremedi, iki ayrı beden dumana karışıp kaybolurken sırt üstü yere düştü. Karanlık ağaçların ortasında öylece kalmıştı, ne hareket edebiliyor, ne de düşünebiliyordu; Dağlar'dan yükselen ezgiyle birlikte gözleri kapandı, gece gizeme karıştı...
 
***
 
   “Oww! Yuse tanrim! Pu sozuk nefes dahi aliyor! Kismeler gelmeden gitmeli!” Uyanmıştı, yeniden uyanıyor olmanın verdiği rahatsızlık ve şükürkarlığı bir arada yaşıyordu; kulağına oldukça rahatsız edici gelen bu sözleri anlamaya çalışıyordu. Sesin sahibi az önce gelip, soluğunu dinlemek için yüzüne eğilmişti, oldukça soğuk bir his yaşamıştı, her kim konuşuyorsa, kanı sıcak değil soğuk akıyor olmalıydı, “Ama nasil pirakirda gider! Himo giderse sozuk gussuz dusesek!” Hançer yarası hâlâ daha canını yakıyordu ancak giderek iyileştiği kesindi. Sırtüstü uzandığı yer, her neresiyse kaşındırıyordu. Üstelik ardı ardına ona sürten şeylerin ne olduğunu anlamak için gözlerini bile açamıyordu henüz, “Sepisindeki de ne? Yoksa, yoksa o pir sılsım mı! Himo pakasak!” O şey yanına kadar gelip cebindeki tılsımı aldığında beyninden vurulmuşa döndü, Tansu! Tansu'yu alıp da giderse nasıl bulacaktı bu yaratığı! Konuşmaya çalıştı ancak çabası zayıf bir iniltiden öteye gidemedi, “Sozuk pir sey mi dedi? Hmm... Sılsımı aldigim isin kiziyor olmali, neyin sılsımı pu! Altindan mi yoksa?” Yeniden inledi, yaratık çığlık çığlığa bağırmaya başladı, “Himo korktu! Ya pu sılsım sok degerli, ya da sozuk pir seytan!” Sanırsa yaratığı daha fazla dinleyemezdi, rahatsız olduğu yüz hatlarına yayılmış, düştüğü bilinmezlik canını sıkmaya başlamıştı. Yaratığın çığlık sonrası farklı bir korkuyla sessiz kalıp, yanı başına kadar sokulması ardından, iyiden iyiye meraklanıp güç sarf etti; başka bir şey geliyor olmalıydı. Çok geçmedi, içinde paslanmaya yüz tutan gücü yeniden can buldu ancak o güç, her ne değişik bir güçse bedeninde yarıklar açmaya başladı, korkuya kapılıp ürperdi, neydi bu şimdi?! Tırnakları ve kulağının uzadığını hissediyordu, iç organları yer değiştirmeye yeltenirken, ağzı ve burnu genişlemeye başlamıştı. Olağanca bir şaşkınlıkla içinde uyanan bu tuhaf gücün ucunu bırakmak istedi, o güç parkın yolunu tutan küçük bir çocuk gibi heyecanlanıp kalp atışlarını hızlandırmaya başladığında ne tepki vereceğine şaştı ama böyle bu durumda onu etraflıca değiştirmeye başlayan o gücün ucunu bırakamazdı. Layn'daki şeytanlıktan daha farklıydı bu, Pars'ın karşısındaki o değişiminden de, görünmezlik ya da farklı bir görüntüden de öteydi... Gözlerini araladı, tepesinden göğe değin uzanıyor gibi gözüken kara ağaçları oldukça keskin görüyordu. Hayatının hiç bir anında böylesi keskin bir görüşe eriştiğini hatırlamıyordu. Yüzüne doğru uzanan bir yaratığın kilitlenmiş bakışları altındaydı; kulakları uzunca, yüzü küçük, teni buruşuk olan, minik bir yaratıktı bu. Üzerinde eski püskü, kirli bir paçavra vardı. Koyu yeşil aynı zamanda kocaman olan bir çift gözü ona asil ve sempatik bir hava katmıştı. Neredeyse görünmez olan minik burnunun altında, dolgun dudakları ve dökülmüş dişleri vardı, “Soyle pakalim degisik sozuk! Sen kimsinisis!”
   “Merhaba.” dedi Barlas yaratıktan gözünü alıp etrafa göz atarken, sık ağaçlı, hafif sisli, nefes alması güç bir açıklıktaydı, yaratığı ürküten şeyin ne olduğunu anlamak için arandığında kayda değer bir şey göremedi, bazı şeyler yer değiştiriyordu sadece. Oturduğu yere döndüğünde, etrafında gezen minik yılanları görünce hızla doğruldu, yılanlar mıydı saatlerdir her yerine sürtünen!
   “Ne oldu sozuk?” dedi Yaratık.
   “Hiç.” dedi Barlas, “Yattığım yerde yılanlar olduğunu bilmiyordum!”
   “Korkarmisin onlardan? Pense korkma, ne sok pensisiyorsunuz pirpirinisise.”
   “Nece konuşuyorsun?! Afedersin ama ben bir şeye benzetemedim.” Yaratık şimdi konuşmuyor, heykel gibi dikilmiş olarak şaşkın şaşkın bakıyordu. “Hem, nerem benziyor yılana?” diye sordu Barlas.
   “Goslerinisis pensisiyor.” dedi Yaratık bilgiç bir tavırla, “Onlar gibi sari ve inse.”
   “Evet, anlıyorum. Nesin sen, genel sekreter mi?”
   “Anlamadim seni sozuk, gelen krater de nedir?”
   “Boş versene, ben de anlamıyorum bazen. Cinsin nedir?”
   “Ben bir Elf'im efendimisis. Pir garip Orman Elfi’si.”
   “Gerçekten mi?”
   “Efet. Peki ya sisis?”
   “Ben de İnsan'ım, bir garip beşer… İsmin var mı?”
   “Himo.” dedi Yaratık Barlas’ı anlamakta güçlük çekerek.
   “Memnun oldum Himo, ben de Barlas. Elindeki tılsım benim biliyorsun dimi?”
   Himo yanı başında tuttuğu, minik avucuna sığmayan büyük tılsımı arkasına gizledi, “Pir sılsım mı? Hangi sılsım efendimisis?”
   Barlas gülümsedi, ardından dün gece ardı ardına yaşanan onlarca şey gözünde canlandı, kanı dondu, nefesi güçleşti, yüzü düştü, “Gitmem lazım Himo, biliyorum elinde tuttuğun tılsım epey değerli ancak Yoldaşlık için ona ihtiyacım var, arkana gizlemen onu senden almama engel olmayacak.”
   “Ne olur efendimisis, Himo'nun his sılsımı olmadi. Yoldasliga'ya fermeyin sılsımı, Himo ona sok iyi pakar!”
   “Pekâlâ, öyleyse tılsıma soralım bunu olur mu?”
   “Sılsım cefap mi feresek?”
   “Göreceğiz.” Barlas Himo’nun dibine kadar gidip diz üstü çöktü, elini uzattı. Himo tılsımı verirken, gözleri doldu. Ne çabuk bağlanmıştı! “Ağlamak, sızlanmak falan yok Himo, gözlerin yaşlandı gördüm. Tılsım'a soracağız, gücenmek yok?”
   “Hayir efendimisis, Orman Elf'isi aglamayasak.”
   “İyi öyleyse, Tansu...” dedi Barlas tılsıma gözlerini dikip, tılsımdan ses çıkmadı, “Tansu? Orada mısın?”
   Sonunda tılsımın üzerinde yazılar gözüktü, “Hiero... Uyandın mı?..”
   “Evet.”
   “Uzun zaman oldu...”
   “Uzun mu, nasıl yani, burada haftalardır uyuduğumu falan söyleme lütfen!”
   “Sadece iki gün.. Ancak, zaman tükeniyor...”
   “Ne için?”
   “Mutlu son için...”
   “Derhal Hanedanlığa döneceğim, arkadaşlarımı da alıp yola çıkacağız.”
   “Ne için?...”
   “Diğer tılsımlar için, arkadaşların için yani.” Tılsım cevap vermedi, Himo ve Barlas birbirlerine baktıktan sonra, “Neredeyiz bu arada?” diye sordu Barlas.
   Tılsım ışıldadı, etrafa dalga dalga ışık yaydı, çok geçmeden yazıyla dile geldi, “Orphne; Karanlık Oyunlar Çalılığı.”
   “Oyun falan oynayacak halim yok! Bu yaratık seni istiyor Tansu.” dedi Barlas oldukça güvenerek, “Sana çok iyi bakacağını söylüyor, seni ona vermeliymişim.” diye alayla gülümsedi, yaratıksa masum gözlerle cevabı bekliyordu.
   “Öyleyse ver.”
   “Anlamadım?!”
   “Beni ona ver Hiero, nöbetçinin en güvenlisi,” -  “nöbetine sadık olandır.” – “Küçük yüreklerde, büyük zaferler aranmaz...”
   “Efet dedi! Sılsım Himo'nun olasak!” diye heyecanla bağırdı Himo, oldukça neşelenmiş görünüyordu.
   Barlas şaşkınlık içinde tılsımla birlikte arkasına döndü, fısıldadı, “Aklını mı kaçırdın? Benim sana ihtiyacım var!”
   “Elf'in de bana...”
   “Nereden çıktı şimdi o?”
   “Çalılıktaki Kara Meduslar’dan darbe almış.” - “Senin hançer yarana yaptığım gibi,” - “onu da sağlığa kavuşturmalıyım.” - “Irkının son temsilcilerinden.”
   “İyi ama ben ne olacağım?”
   “Elf'i yanında götür, ona onun olduğumu söyle;” - “senle gelmesi için ikna et.”
   “Bir elfimiz eksikti!” diye iç çekti Barlas, önüne döndüğünde Himo’nun sevinçten ışıldayan gözleriyle karşı karşıya geldi, tılsımı uzatırken ışıltı giderek güçlendi, tam verecekti ki durdu, “Bir şartım var.” dedi.
   “Sartinisis nedir efendimisis?”
   “Benimle geleceksin, her nereye gidiyorsam?”
   “Sis nereye gidiyorsunusus?”
   “Penthea'yım ben, hani aynı zamanda Kihirus ve Othena olan.”
   “Oww!” diye haykırdı Himo, kriz geçiriyor gibiydi; yere kapanıp defalarca Barlas'ın önünde eğildi, “Yuse tanrim! Pu pir saka olmali!”
   “Yerin yurdun var mı senin?” diye hemen konuyu geçiştirmek istedi Barlas.
   “Hayir, efendimisis. Himo ormandan ormana gesiyordu, Himo sok yalnis, sok fazla kimsesis, artik sisisin yaninizda olasak!”
   “İyi öyleyse Himo, şimdi bize hanedanlığın yolunu göster, oraya gideceğiz.”
   “Neyin hanedanligi efendimisis?”
   “Kehanet Hanedanlığı.”
   “Orman Elf'isine iyi dafranmaslar orada!”
   “Ben seni korurum, yeter ki yolu göster. Göster ki bir an önce gidelim!”
   “Oyleyse gosteresek yolu Himo, sisis de koruyasak Himo'yu?”
   “Doğru bildin.”
   “Tesekkurler efendimisis! Orman Elf'isi sefiyor sisisi!”
   “Bana Barlas diyebilirsin.”
   “Sılsım hiyaro dedi efendimisis, gersek isminisis hangisi?”
   “Pekâlâ, nasıl biliyorsan öyle de. Hadi gidelim artık, yolu bildiğini umuyorum.”
   “Himo elpette piliyor, goturesek simdi hiyaroyu!” Barlas Himo’nun ikilemde kalmasını aldırmadan takip etmeye başladı; nasıl olsa öyle ya da böyle gideceklerdi. Sisli ormanın kasvet dolu sessizliğinde yol almaya başladılar. Her an bir oyunun kurbanı olabilirlerdi ki bunca zaman onu oradan oraya sürükleyen Diyar'ın, elbette burada da onla uğraşacağını düşünüyordu. Karanlık ağaçlardan dökülen uzun ince yapraklar, yine kararmış olan toprağa düşüyor, düştüğü gibi yeşerip tekrar kuruyordu. Kısa sürede binlerce kez olan bu olayın mantığını kurmaya çalıştı, kurduğu daha doğrusu kurabildiği tek mantık, ormanın, toprağın verdiği hayatı ve gösterdiği anaçlığı reddettiydi. Ölüme doğru yol alan her bir parça toprağın şefkatini ve affını kazanıyor, derken bunu reddedip ölmeyi yeğliyordu... Karanlık bir oyundu tabii bu, henüz ona teğet geçmeyen, ormanın kendi içinde durmaksızın döndürdüğü bir parça karanlık... Dört bucağı yaşayan bir Diyar'ın içinde dönüp duran türlü türlü oyunlar, onun gibi basit bir varlığın ruhunu elbette yoruyordu, ona sonradan verilen onlarca vasıf bu basitliği örtbas edemezdi; ırkı basitti bir kere, bir İnsan’dı ve ne olursa olsun İnsan kalacaktı. Uğraması gerekirdi buralara bir İnsan’ın; öncesinde yaşadığı toprakları hükmü altında sanan, savaşı ve barışı tekeline alan, dili olmayanı hiçe sayan her bir İnsan’ın yolu düşmeliydi bu topraklara... İnsan’dı ya işte, az öncesine kadar fark edip seyredaldığı karanlık oyun, yaprakların oldukça estetik duran ölüm dansına dönüşmüştü şimdi... Bir filmin açılış sahnesini seyreder gibiydi, sonbaharın içinde yapraklar yağmur gibi düşüyor, etrafı yeşile boğup kararıyordu… Saçına, seyrek sakalına ve omuzlarına düşen yaprakları aldırmadan yürüyen bir çocuk gözüküyordu, o da kendisiydi...  
   “Sen ne düşünüyorsun Himo?” dedi Barlas yanı başında tereddütle yürüyen Himo’nun bakışlarını üzerine çekip, “Yani, şu küçük oyun hakkında; yapraklar düştüğü yerde yeşerip kuruyor ya? Sence eğlenceli mi yoksa değil mi?”
   “Efendimisis hiyaro ne demek istiyor? Yapraklari oyunda mi saniyor?”
   “Değiller mi?”
   “Elpette degiller efendimisis, pir lanet pu, pir adamin sefdigini alan ormana okudugu pir lanet; ormana safrulan kara kalin laneti.”
   “Kara kalın mı?”
   “Pu lanet sok eski, oyle eski ki kisme bilmes lanetten onseki ormani.”
   “Tahmin etmeliydim.”
   “Edilmesi gustur efendimisis, kendi kendine oyun oynayan pir oyunbas ha, hiyaro sok komik soyledi.” Himo hıçkırığa benzer bir ses çıkardı, gülmüş olmalıydı. Ardından tereddütlü adımlarına devam etti…
   Barlas ağzının içine giren bir yaprağı tükürdü. Yaprak gözleri karşısında havada asılı kaldığında istemsiz bir büyü yaptığını düşündü ancak öyle olmadığını gözlerini ondan ayırdığında anladı. Tekrar döndüğünde yaprağa odaklandı, ona bir şey anlatmaya çalışmıyordu ya? Gözlerinin keskin görüşü, yapraktaki her bir damarın yolunu görmesini sağlamıştı, ince kalın demeden her damar, rengine ve şekline kadar gözüküyordu… Çok geçmedi, damarlar yer değiştirmeye başladığında dikkatle izledi, durmuyordu ancak yaprağın onunla doğru orantıda hareket etmesi ona durduğu hissini veriyordu. Yer değiştirme merasimi bittiğinde, oldukça net bir yazı gözüktü, henüz yazı yerli yerine oturmadan okumuştu, “Death” Elbette bunun İngilizce bir yazı olduğunu ve ‘ölüm’ anlamına geldiği biliyordu ancak ne diye Türkçe gözükmüyor demeye kalmadan yazı dalgalanıp duruldu, “Ölüm” Yaprak, topraktaki yerini bulup yeşerdi, solup gitti. Ne anlamalıydı bundan? İki seçenek vardı kanınca; ya buradaki mekanlarda bir dile mensup oluyordu ya da yapraktaki yazıyı son gören kişinin ana dili İngilizce’ydi. Bunu yanı başında aval aval yürüyen Elf'e sormak için döndüğünde bir süre düşünüp vazgeçti, nereden bilecekti sanki! Hem, iki seçenek de dayanağı olmayan, tek düze ihtimallerdi. Öyle ya da böyle iki dilde de ‘ölüm’ okumuştu, nedenler ve niçinler değil, içinde uyanan huzursuz ayaklanmalardı aslolan, belki de amaç buydu... “Çalılığın neresindeyiz tam olarak, fikrin var mı?” dedi huzursuzca.
   “Elf'in hisbir fikrisi yok efendimisis.”
   “Ama bizi nereye götürdüğünü gayet iyi biliyorsun?” diye iğneledi Barlas, kızmak için ağzını açacaktı ki kafası sağa savruldu, gözleri savrulan yerdeki devasa çalılıkla buluştu. Yeni bir söylenme durumuna girmeden o tarafa yürüdü. Anlaşılan, Hanedanlık o taraftaydı. Dalları solucan gibi kıvrılan dev çalılığın dibine kadar geldi. Korkmuyordu çünkü bu kafa savrulma olayının karanlık bir oyunun parçası olmadığını biliyordu; daha çok şu On Tılsım'la ilgiliydi bu. Kafası karıştı, Hanedanlık’da iki tılsım yoktu ya? Kafası bir kez daha savrulmazdı oraya, başka bir tılsıma mı yönlendirilmişti? Ya da belki de, Tılsımlar'ın öncesinde ait olduğu yer için de oluyordu bu, öyleyse Tansu'nun ait olduğu yere gidiyordu? Ancak bu hiçbir şeyi cevaba kavuşturmazdı ki! Kafayı yiyecekti... “Himo, elindeki tılsımı birkaç saniyeliğine ödünç alabilir miyim?”
   Himo anlamazlıktan gelip bir süre sahte bir şaşkınlıkla etrafa baktı, ardından pes etti, “Elpette efendisi.”
   Barlas tılsımı eline aldı, daha ağzını açmadan cevabı gelmişti, “Herhangi bir yere ait değilizdir Hiero...”
   “Ama... Düşüncelerimi okuyabiliyor musunuz?”
   “Bunu, neyi düşündüğün değiştirir...”
   “Neresi orası?”
   “İyi bak, göreceksindir...” - “Ancak gördüğünde heyecana kapılmayasın,” - “yerinde olsam oraya adım dahi atmam...”
   Barlas hızla çalılığa döndü, “Pirkas saniye gesmis olmali efendimisis?” Öfkeyle Himo’ya bakınca, Himo gözlerini kaçırdı, “Osur dilerim, Himo elpette bekleyesek.” Barlas çalılıkların oldukça küçük ve epey karmaşık boşluklarından ötesini görmeye çalışıyordu. Gördüğü yer neresiyse güneşten yoksun olduğu kesindi. Görüşü bin bir çeşit dalla kapandığından öfkelenmeye başladı, öfkesi onu ele geçirtecek kadar tutkulu artmasa da, gözlerinin büyüdüğünü hissetti. Gözlerinden o boşluğa doğru akan şeffaf bir dalga, boşluğa girdiği an dev çalılığın dallarından çığlıklar yükseldi, korkuyla geriledi, ne yapmıştı acaba!.. Dalların iç acıtan çığlıkları etraflarındaki açıklıklara yayılıp uzaklaştığında ürperdi, o an için bu çığlıkları kim duysa ardına bakmadan uzaklaşırdı ancak bunu yapanın o olması, oldukça farklı bir korkuydu. Dökülen yaprakları bir süreliğine şaşkın bırakarak havada asılı durmalarına neden olan bu çığlıklar son bulduğunda, her şey eskisi gibiydi; dev çalılıktan ötesini görmeye çalıştığı boşluk hariç... Az önce serçe parmağının kalınlığı kadar bile açık olmayan o boşluk, şimdi onun gibi on İnsan’ı içine alacak kadar genişlemişti. Ötesi olduğu gibi gözlerinin önündeydi artık; bir yığın şekilsiz paslı demirlerin etrafını çit gibi sardığı, çalılıkta kol gezen sisin kaynağı olduğu belli, dikenli, genişçe bir bahçe ve onun ortasında harabe, siyah, ürpertici bir şato… Bahçede, gökte ve şatonun içinde dönüp duran Erboslar'ın hepsi çalılıkta açılmış boşluğa dönmüştü, Barlas kalbine doğru geri çekilen kanı iliklerinde dahi hissetti, yüzlerce Erbos karşısında ufak bir hamle bile yapamazdı şu an; içinde ne bir cesaret, ne de uyanan bir güç vardı, hançer yarasının ağırlığı da duruyordu üstelik.
   “Nereye getirdin bizi Himo!” dedi Barlas sesi titreyerek.
   “Hiyaro affetsin, ansak Orman Elf'isi bilmiyor nereye gidesek.”
   “Bunu şimdi mi söylüyorsun!”
   “Efendisi korkmasin, onlar bisi goremesler. Kiril Satosu'nun etrafi sarilidir karanlik siperle, kimse erisemes iseriye, onlar goremes disariyi. Onlar isin etraf gese, gundus yok Sato'ya. Sadece sesi duymus olmalilar.”
   “Bu bir şeyi değiştirmez. Bahsettiğin siperden çıktıklarında görecekler bizi. Ne de olsa sesi çoktan duydular.”
   “İyi ama gunes var disarida, sesaret edemez karanlik sikmaya.”
   “Pekâlâ öyle olsun, gidelim. Sanırım yeni rehberimiz benim. Al tılsımını da!” Barlas öfkeyle Himo’nun minik ellerine tılsımı verdi, Himo dengesini kaybedip toparladı. Barlas tam arkasına dönüp uzaklaşıyordu ki, kafası yeniden Şato'ya savruldu, “Niçin ha! Nesin sen!” diye kızdı iradesiz savruluşuna, ardından içinde uyanan merakla birlikte aklına düşen bir sözle dikkatini Şato'ya verdi; “Tılsımlar küserler, severler, dost olup aşk yaşarlar evvelden; on tılsımı önemli kılan, taşıdıkları ruhlardır şüphesiz...” Kayıp Adam Agola Pervaze’nin kitabına ait bir kesitti bu... Az önce Tansu gitmemesi gerektiğini söylemişti, işte bu noktada ona güvenemezdi; arkadaşlarını bulmaya gideceğiz dediğinde de sessiz kalmıştı üstelik, bunun nedeni oralarda bir yerde duran Tılsım'la olan ilişkilerine sebep olabilirdi. Belki de o Tılsım her ne tılsımıysa aralarında aşk acısı vardı, ya da düşmanlık... Hızla eğilip, Himo’nun minik elleri arasında duran tılsıma baktı, Himo yine mi alacaksın der gibi baktığı esnada, Tansu'nun sessiz kalışını, haklı olduğuna yordu. Az önce düşündüğü şeyi de bildiğine emindi, “Gidiyoruz.” dedi heyecanla, gözlerini Şato'ya dikti, “Oraya…”
   “Oww, aman tanrim! Sozuk aklini kasirmis gersekten!” diye söylendi Himo, ardından söylendiği şeyi Barlas duymamış gibi ona döndü, “İyi ama efendimisis, demedinis mi, bis gitmeliyis?” Barlas kapıldığı heyecanın kederle sarsıldığına şahit oldu, iki gündür ortalıkta yoktu ve ardında bıraktığı gerçekler kaçınılmazdı. O gerçeklerde ölüm vardı; Hanedanlığın Duvar'a ve Mum'a edeceği isyan vardı, biraz aşk, biraz karanlık, biraz da kaybetmişlik vardı...
   “Eli boş dönmeyeceğim.” dedi Barlas hırsla, “Ne şatosu bu? Kime ait?”
   “Kiril Sato'sunu bilmiyormusunusus efendimisis?”
   Barlas anımsamaya çalıştı, çok geçmedi ki şaşkınlıkla Elf'in yüzüne döndü, “Pars! Pars Kiril, onun şatosu mu?”
   “Elpette efendimisis. Orman Elf'isi dogru biliyor.”
   “Pekâlâ, gitmek farz oldu. Söyle bakalım Elf, neler yapabiliyorsun?”
   “Sozuk ne yapmami istiyor?”
   “Benimle birlikte görünmez olabilir misin?”
   Himo duraksadı, “Oww, usgunum efendimisis, bilmiyorus gorunmes olmak.”
   Barlas, Elf'in ona diktiği koca gözlerine uzunca baktı, istediği süre geçtiğinde beynine dışarıdan dahil olan düşünceyi dinledi, Çocuk yalan söylediğini anlarsa ne yapacaktı? Belki de tılsımı alıp kaçmalıydı, “Seni yakalarım Himo.” dedi Barlas emin bir ifadeyle, Elf'in yüzüne düşen şaşkın ve korku dolu ifadeyi görünce ekledi, “Unuttun mu yoksa? Sana birçok şey olduğumu söylemiştim? Şimdi görünmez olacak mısın, yoksa tılsımı bana verip kaçmak mı istersin?”
   Himo uzunca tereddüt yaşadı, bir tılsıma, bir Barlas'a, bir de şatoya bakıyordu, “Himo gelesek.” dedi çaresizce.
   “Öyleyse hazırlan.”
   “İyi ama efendimisis, nasil olur da kirarsinisis karanlik siperi?”
   “Kırmayacağım ki, geçeceğim.”
   “İmkansis, Orman Elf'isi gesemes kirmadan, Elf'in teni yanip kafrulur karanliktan!” Barlas düşünce okumaya gerek kalmadan Himo'nun gerçeği söylediğini anlamıştı. Tek başına içeri girmek istemiyordu, iyi ama nasıl kırardı koskoca siperi dikkat çekmeden? Kirpikleri ve gözü arasında ona cevaben hareketlenmeye başlayan kırmızı çizgi, fikrine türlü lanetler düşürdü. Elbette bir lanet kıracaktı karanlığı, Layn'da olduğu gibi... Ancak bu sefer karanlık soydan da olsa hiçbir varlığa kıymayacaktı. Zaten karşısında dönüp duran Erboslar’ın koyu renginden, azılı bir grupla karşı karşıya olduğunu fark etmişti, ortalıkta gezen diğer hemcinslerinin ebeveynleri gibiydiler. Onlar yok olursa, karanlığın ona duyduğu hürmet de yok olurdu... Gün geceye doğru aldığı yolda epey ilerlemişken, yaptıkları güvensiz plana göre hareket etmek zorunda kaldılar; Elf ne olursa olsun görünmez kalıp tılsımı koruyacak, o da içeri girip onların görüntüsüne bürünecekti, yapabilme umudu içinde attı adımını, “Oww!” dedi Himo sitemle, “Son kararinisis mi efendisi?”
   “Öyle Himo, öyle...” dedi Barlas mırıldanarak, açılan boşluktan geçmeye yeltendi, en sonunda kararsızlığına son verip çalılığın içinde adım atarak öteki tarafa doğru yürüdü. Arkasına döndüğünde giderek hareketlenen kara ağaçları gördü, uzaktakiler daha tehditkar duruyordu, çok ama çok net görüyordu bunu... “Himo!” diye bağırdı, Elf büyük gözlerini ona diktiğinde devam etti, “Sen de geçmelisin, eğer geceye kadar dönmezsem başına kötü şeyler gelebilir!”
   Elf ardına baktı, “Elpette efendisi!” diye korkarak Barlas'ın peşine takıldı.
   Birkaç adım sonra öteki tarafa ulaşmışlardı. Güneşten mahrum şatonun üstüne, gökte karanlığa çalan hilalin zayıf ışığı düşmeye başlamıştı. Elf yanına gelir gelmez görünmez olunca, Barlas kendini oldukça yalnız ve savunmasız hissetti. Onların şekline girecekse, karanlık siperin ardına geçmeden girse iyi olurdu ancak bunu başaramadı, bir an için gücünü yönetemediğini düşünüp öfkelense de bu öfkeyi çok çabuk yatıştırdı, doğrusu şu an bunu yapıp yapamayacağından bile emin değildi, öfkelenmek yersizdi. Geçecekti... Gece yoğunlaşmadan gitmeliydi buradan, belki on belki de on beş dakikası vardı. Her ne yapacaksa yapmalıydı!.. Hiç mi hiç değişmeden öylece daldı siperin ardına, siper dalgalanıp orta yerinden çatladığında Erboslar çığlık çığlığa ona döndü; kapüşonlarının altında karanlığa karışmış yüzlerini göremese de, hiçbir şey yapamadan öylece kalmaları şaşırdıklarına işaretti, ancak neye şaşırdıklarını bilmiyordu; onun orada olmasına mı yoksa siperin alay eder gibi çatlayıp etkisiz hale geldiğine miydi bu şaşkınlık?.. Dahası başka birinin görüntüsüne de bürünmüş olabilirdi, ne de olsa görünmez olamamıştı. Etrafta bir yerde yüzünü yansıtacak bir şeyler aradı, tam yanı başında duran kirli su birikintisini görünce hazine bulmuş gibi heyecanlandı, birikintiye baktığındaysa gördüğü kişinin Barlas’tan başkası olmadığını anladı. Bu arada... Gözleri gerçekten de sarıydı!.. Yüzünü tekrar döndüğünde sona eren şaşkınlıkla ürperdi, Erboslar büyük bir öldürme arzusuyla ona doğru fırladı. Hızla iki elini havaya kaldırıp her birinin durmasına neden oldu, “Pekâlâ, bunu konuşarak halledebiliriz!” dedi, büyük bir karanlık ordunun tam da ortasında olduğunu hiç mi hiç düşünmeyecekti! “Bende de biraz karanlık var, bilirsiniz.” diye avutmaya çalıştı, “Hem, yeterince anlayışlı bir çocuk olduğumu düşünüyorum.” İçlerinden biri harekete geçtiğinde bağırdı, “Kimseye zarar vermek istemiyorum!” dedi az önceki nazik ses tonundan uzaklaşarak, onun bağırmasına karşın harekete geçen Erbos bir adımlık mesafede durdu. Barlas, Erbos'un, hatları belirginleşmeye başlayan yüzüne bakmak için deli gibi istek duysa da, gelebilecek başka bir hamleye karşı her yere hakim olmak zorundaydı, bakamazdı… Merakına yenik düşüp dibinde duran Erbos'a döndüğünde, gördüğü o karanlık yüzde, beş farklı göz seçebildi yalnızca, hararetle oynaşan şeyse ağzı olmalıydı. İşte tam da o sıra koptu zaman zayıf halkasından... Bir başka Erbos'un tartışmasız ölüm hükmüyle yanı başına kadar gelip, onu iliklerine kadar yakan nefesini üfürmesi, çaresizliği hissetmesine ve koruduğu benliğinin acı vererek baştan çıkmasına neden oldu... Umut, eksikti düşlerinden, umduğu her vakit daha da eksiltiyordu yaşama olan tutkusunu; öfkeyi arzuluyordu, hem de delicesine... Bilek içi yarılıp, ışıkla dolduğunda karardı gözleri, Erboslar ona ilk darbeyi vuran nefesten aldıkları cesaretle sardılar etrafını; her biri sırayla ölüm dolu nefesini üzerine üflüyor, tenini zorlayıp, bedeninde çatlaklar açıyordu. Pes etmeyecekti, öfkesi her ne kadar karartsa da düşüncelerini, yok etmeyecekti... Yürüdü, Şato’nun davetsiz korkuluklarından destek alarak devam etti yürümeye. Erboslar'ın hiç biri durmuyor, her biri yakıyordu tenini; teninde açılan boşluklar sabırsızlıkla toza dönüşüp havaya karışıyor, içindeki çekim gücü o tozları yeniden çekip ten ediyordu bedenine... En fazla ondan bir metre yüksek olan kapıya vardığında çığlıklar arttı, birileri onu öldüremediği için deli oluyor olmalıydı, tabii tılsıma sahip çıkamadıkları için de...
   İçeri girdiğinde etraflıca dağılmış büyük bir salonla karşılaştı, salonu yuva bellemiş tuhaf, siyahi yaratıklar peşi sıra dizilip saldırı için düzen alıyorlardı. O yaratıkların içinde beklenen Kâbusları da seçebiliyordu; Meduslar... Aldırmadı, ona bunu yaptıramayacaklardı, bunu yapamazdı... Neredeyse yıllardır uğranmadığı belli kokuşmuş salonun tablolarına göz attı, her biri aile tablosuydu, tablodakileri ışık yoksunluğundan seçemiyordu. Nereye saklanmıştı tılsım? Alt ve üst kata çıkan çürük merdivenlerin başına gelip hissetmeye çalıştı; doğrusu, ona karşı yapılan saldırıya verdiği direnişin neden olduğu ağrı, buna engel oluyordu… Alt kata inmeye yeltendiğinde, alt kattan gelen ceset kokusu tüylerini diken diken etti, gizemin diyarında ne işi vardı cesedin... Vazgeçip üst kata çıkmak için ilk adımı attı, utanmasa tuz buz olacak merdivenlerin güvensizliğinden yakındı, ağrısı arttığında karar verdi, onu da taşıyamayacaksa kimi taşıyacaktı bu aptal merdivenler! Gıcırdamalara ve peşine biriken onlarca yaratığa aldırmadan çıktı üst kata, kapısı kapalı bir yığın odadan geçip, kapısı açık olan tek odaya girdi, bir yatak, bir masa ve bir raflık; masanın üzerinde yıllanmış siyah ince bir kalem ve kâğıtlar... Pars'ın odası olmalıydı burası, hâlâ daha yanan mumdan, yakın bir zamanda kullanılmış olduğunu mu anlamalıydı, büyünün eseri olduğunu mu?.. Odaya girecekti ki, içinde giderek yoğunlaşan ağrısı ona engel oldu, halbuki ne çok şey vardı kim bilir o odada, işte bunu hissediyordu... Saniyenin onda biri kadar bir hızla ağırlaşmaya başlamış ağrısı, içinde tohumlanan şeytani damarları uyarmıştı. Gelip onu bulan nöbetçi turuncu tılsımın nereden geldiğine kafa yoramamış, sevinç dahi yaşayamamıştı. İstediği tek şey bu lanet olası yerden bir an önce kurtulmaktı… Hanedanlığa doğru hızla yol alacak, daha da dönmeyecekti, tabii rahat bırakırlarsa... Canı yanıyordu... Onca sabrına, gösterdiği olağanüstü anlayışa rağmen canı yanıyordu... Ansızın yere kapaklandı, ölüyor muydu ne?.. Tabii ki ölüyordu, yoksa ne diye sönmüştü bilekiçi... Halsizliğine ve acizliğine değin onu sınayan ölüm nefeslerine daha fazla dayanamadı... Sabretmeyecekti, ölümüne etmişti ya, daha ne bekliyordu karanlık... Kükredi, öyle kükredi ki sesi dalgalanarak yükselip can buldu etrafta, ona ait olmayan bir sesin sahibi oluvermişti. Konuşamıyor, duygularını ve acısını kükreyerek dile getiriyordu... Kırmızı çizgi tüm şeytani duygularını esir aldı, göz bebekleri büyüdü, bedeninin etrafında yükselen devasa kasırga Erboslar'ın çoğunu içine çekip savurmaya başladı. Kasırga toprağa bulaştı, yükselen toprak karanlığın içinden fırlayan ateşle kavrulup toza karıştı, “Efendimisis!” - “Kaç.” dedi ürkünç, kalın bir sesle, “Yoksa seni de öldürürüm...” Sondaki cümle her ne kadar çaresizliğini de dile getirse, Elf için bu tamamıyla yanlış anlaşılmıştı… “Sozuk pir seytan!” diye bağırdı Elf, “Himo punu piliyordu!” - “Bekle beni Himo! Uzaklaşma buradan! Tılsımı koru! Güvenimi boşa çıkarma!”
   “Himo kasasak silsimla! Sozuk onu olduresek yoksa!”
   Barlas, Elf'in karanlıkta kaybolan minik bedeninin ardından büyük bir hayal kırıklığına uğradı, Tansu'nun istese geri dönebileceğini çok iyi biliyordu ancak o da dönmemişti, yalnız bırakılmıştı ölümün eşiğinde, yanı başında duran tılsımın, nöbetini tuttuğu tılsıma sebep... Peki ya o neredeydi?.. Nöbetçi Tılsım parlayıp, Şato'nun ötesindeki açıklığa kadar ışık tuttu... Barlas turuncu ışığın son bulduğu yere baktığında sitemle başını öne eğdi, uzaktı, onu öldürecek kadar uzak... Arkası kesilmez nefeslerin huzurunda doğrulmaya başladı; ateşten bir beden oluncaya, kasırgasına ay ışığını ve karanlığı katıncaya kadar... Divane oldu kasırga etrafında, çığlıklar arasında dalgalandı toprak. Bir ezgi duyuldu ötede...   “Uzun yaşa!”  Öfkesi arttı damla damla, “O kadar uzunca yaşa ki!” Lanet kol gezdi damarlarında, “Uğruna katlettiğin şeytani ateşlerde ağır ağır boğul!” Yüzünü çevirdi kararan aya, “Yüreğin gün geçtikçe kararsın!” İçin için kanattı yalnızlığını, “Kalbin kan yerine zehir yaysın damarlarına!” Keder gölge olup düştü dibine, “Değer verdiğin her bir şeyin kaybına şahit olacak kadar uzun yaşa!”  Kaybetti benliğini, kasırgası aldı götürdü tüm hislerini... “Nefeslerin hançerlere dönüşüp parçalasın düşlerini...” Bıraktı zehrini, açtı gözlerini! Kasırga dört yana yayılıp savurdu yaratıkları, savrulan bedenler toza karıştı bir kez daha!.. “Gözlerin kararsın en zifir karanlıklarda!..” Sona erdi laneti, kıvrandı toprak, öyle ki ona zarar vermemek adına sabrediyordu sanki; onun sabrının yanında çok yüceydi sabrı... Kasırgadan düşen ateş parçası bir çift halka oldu havada, gözleri yandı, içi kan ağladı... Bedenini kaybedip değişmeye başladığı esnada, damga vuruldu toprağa... Ne çığlık kalmıştı, ne ışık; çekip gitmek istedi karanlık...
   Öyle ki ağlıyordu, sesi çıkmıyor ancak hıçkırıkları birbirine giriyordu. Öyle ki gülüyordu, tebessüm etmiyor ancak katılıyordu. Lügatında yer buluyordu karanlık, davetsiz bir misafir de olsa, kabul edilmişti ruhuna... Öyle ki yalnızdı, öyle ki yolunu bulacaktı, öyle ki alacaktı o canı, peki ya Barlas?.. Bir parça, ya da bir umutluk an dahi olsa, geriye Barlas kalmış mıydı?..
 
 

 
-{.o.}-
Bölüm Sonu
 
 
 
 
 
 
''Gölgelerimdesin yalnızlık,
Gerçek ve ötesinin arafı cümlelerin;
öylesine sarhoş, öylesine derin..
Gölgelerimdesin gelecek,
Sevgiye, saygıya muhtaç nefeslerin;
elbet gelecek ancak zehirleyecek umutları..
Gölgelerimdesin benliğim,
Asi bir çocuk yetiştirdiğin;
inancı kördüğüm, nefreti baki..
Gölgelerimdesin aşk,
Bekleyişin takdirlik;
oldukça masum, sevdikçe büyük..
Gölgelerimdesin hayat,
Yüzünde koca bir tebessüm,
Elinde gidiş biletin;
az biraz alaycı, duruşu asırlık...''

( Alp Işıkel / Yaşama Sanatı - Derlemeler )
 
 

Lütfedilmiş ( GDS )Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin