Birbiri ardınca delicesine geçip giden günler dizisine bir yenisi daha eklenirken bahar kasvetine kasvet katmaya devam ediyordu; herhangi bir uzva bulaşan güçlü bir zehrin tüm bedene yayılması gibiydi bu. Sanki artık her şey lanetin kötücül şiddetinden şikâyetçiydi, Zümrüt Krallık fenalıkta kendini aşmaya başlamış, umutsuzluk ve ümitsizlik askıya alınmıştı. Sürekli yenilenen bu zehirden kaynaklanacak olan genel ölüm çok yakındı… Küçük çaplı savaşlar neredeyse her yerde vuku bulmaya başlamış, gökyüzü kime ait olduğu bilinmeyen karartılara gebe kalmıştı. Hızından kaynaklı, yapanın varlığına dair hatlar bile görmedikleri ışınlanmalar ve cisimlenmeler giderek artmaktaydı. Herhangi bir tarafa kulak kabartılsa bir takım büyü ve karşıtbüyü sesleri duyulabiliyordu. Süregelen bir çatışma vardı, her şekilde hissedilebiliyordu… Aras, Ungan Köy’ün Geyikler’i arasında Işıkkıran’ın kaldığı eve doğru yürürken buraya varana kadar atlattıkları kargaşaları, yanlarından geçip gittikleri ölüleri hatırlayıp içinde bulunduğu hisleri kanıksadı. Aras’ın toparlanması, Korinna’nın yatışması için yalnızca yedi gün kalmışlardı Kıran’da, on beş gündür de yoldaydılar işte! Aras en sonunda dayanamayıp kaçmaya çalışınca Elduin ve Rostina bunu anlayışla karşılayıp birlikte yola çıkmak için hazırlık yapmaya başlamışlardı ama ne fayda, onların da dedikleri gibi oradan oraya kaçmak, yolu uzattıkça uzatmak zorunda kalmışlardı, alt tarafı bir ormandı ancak Krallık tarafından öyle çok kullanılmaktaydı ki her yeri illet sarmıştı, günlerin on sekiz saate inmesi de hızla geceyi getiriyor, onları sabaha kadar alıkoyuyordu. Doğrusu Aras, Emma’nın yardımını alsa da onları bir lanetin var olduğuna ve şu an o lanetin içinde bulunduklarına pek inandıramamıştı ancak buna rağmen Elduin ile Rostina Alp’in yanına varmaları ve bunu onun da duyması gerektiği konusunda kararlı davranmışlardı; Aras’ın argümanları öyle güçlü, öyle gerçekçi öyle uydurulamayacak gibiydi ki ses edememişlerdi, “Işıkkıran’ın varlığına sebep mi uzaklar buraya?” dedi Emma yanı başında.
Aras başta anlamadı ancak çok geçmeden Emma’nın ortalıkta gözükmeyen Krallık Mahiyeti’nden bahsettiğini kavradı, “Bence koruyuculuk yaptığı kişilere sebep.” dedi bunun üzerine.
“Siz çocuklar hiç yorulmaz mısınız?” diye söylendi Elduin, Rostina’ylaydı.
“Çocuklar mı?” diyerek alay etti Rostina, “Senden daha olgun oldukları kesin.”
“Bunu nereden çıkardın şimdi?” diye alındı Elduin, Rostina güldü.
“Eğlenmek istedim, malum günlerdir pek eğlenemiyorduk öyle değil mi?”
“Eğlencenin sırası değil aslında.” dedi Aras düşük volümlü bir sesle, kendi kendine söylenmişse de hepsi duydu.
“Özür dileriz Belkıya.” diyerek gülümsedi Elduin, “Işıkkıran’a neden imrendiğin belli, sen de onun gibi lafı, edenin ağzına tepiyorsun bazen.”
“Yine de ben özledim.” diyerek keyiflendi Rostina, “Buraya kadar da sağ salim vardık ya, bizden iyisi yok şu an.”
Aras sanki az önce ettiği laf hiç duyulmamış, akabinde cevaplar verilmemiş gibi yürümeyi sürdürdü, şu an pek bir şey düşünemiyordu; sanki uyuşmuş, bir şeye olacak da Alp ve Evrim’le hiç kesişemeyecekmiş gibi hissediyordu. Bu sefer duyamasınlar diye içinden, “Sizden iyisi, lanetin sahibi!..” diye geçiriyordu. Bekleyiş vardı, umutların yeşermesi adına gerçekleşen bir bekleyiş miydi bilinemezdi ancak sadece onlarda, şer gören diğer Diyar sakinlerinde olan bir durum değildi de bu; her yanda, her karışta, her solukta bir şeylerin gerçekleşmesine olan garip bir bekleyiş vardı… Gizem Diyarı canı burnundalık yahut tahammülsüzlük iklimine girmişti; sürekli hedefler gösteriliyor, ardından hedefler birbiri ardınca sapıp yok oluyordu. Pes etmek ve az daha direnmek arasında gidip gelen bir yalpalama mevcuttu; daha fazla dayanamayacak oluşun yorgunluğu ve direnişin sonunda yeşerecek umuda olan inancın dirliği çatışıyordu. Hakikat giderek yitiyordu… Tez elden kurtarılamazsa sonsuza dek çarpık bir gerçeklik süregelecekti… Evet, bu kesinlikle sabrın son zerresiydi… “İşte geldik.” dedi Rostina tebessümle, Aras’ın yüzünde de aynı tebessümü görmek istedi ancak Aras bir çocuğa yakışık almayacak kadar ciddiydi… Böyle olunca gözleri Aras’ın bol elbisesi altında gözüken çıplak tenine gitti; sırtındaki zincir izlerine… İçi yeniden cız etti; ciddiyet yaş değil, yaşanılmışlık eseriydi…
“İçerideki hareketliliğe bakılırsa epey kalabalıklar.” diye araya girdi Elduin, Rostina’nın günde birkaç kez yaptığı gibi Aras’ın zincir izlerine bakıp kedere boğulduğunu fark etmişti.
“Umarım fazlalık etmeyiz.” dedi Emma.
“O zaman kapıyı çalalım…” diye ileri atıldı Aras, heyecandan titriyordu.
Derken kapı daha onlar yanına varmadan açılıverdi, dışarı birkaç kişi birden döküldü. Dordie Hagios hışımla ileri atılırken Aras’ın yanıbaşından geçip ona öldürecekmiş gibi baktı ancak Aras’a değildi bu öfke elbette, bir şeylere ciddi derecede öfkelenmiş gibiydi; Aras’ın çocuk yüzüne ciddiyet nasıl yakışmıyorsa, onun yüzüne de öfke yakışmıyordu. Minik Andonios babası Tomris Gelasius’un peşisıra Dordie’yi takip etti; tam da Aras’ın dibinde durdular, “Bu düpedüz saygısızlıktır Dordie!” diye bağırdı Tomris, kırlaşmış saçları, Rostina ile Elduin’in son gördüğünden bu yana kırışıklıkları da yanına katmış olan yüz çizgilerine keskin gölgeler düşürüyordu; sanki Bilgeler’e yaptığı ziyaret onu yaşlandırmıştı.
“Saygısızlık falan değil!” diye bağırdı Dordie, bağırmasıyla aynı anda içeriden sırasıyla Hansel, Cansel, Cüce ve Halia çıktı. “Alp ağabey hâlâ daha dönemedi! Evrim abladan bahsetmiyorum bile! Gitmelerinden bu yana yirmi gün geçmesine rağmen hâlâ yolda olabileceklerini söylüyorsunuz! Çocuk mu kandırıyorsunuz siz! Yaşım hiç mühim değil, idrak sınırlarım epey geniş! Bizden bir şeyler saklıyorsunuz ve bizi salak yerine koyuyorsunuz!”
“Hih!” diyerek eliyle ağzını kapadı Cansel, Hansel’in vaziyeti de çok da farklı değildi; Dordie’nin ağzından bu tarz kelimeler çıkması onlara ağır gelmişti. Nitekim Tomris de aynı fikirde olacak ki gözleri sinirden seğirmeye başladı.
“Yapma!” diyerek yanına vardı Halia. Tomris, Halia’nın yüzüne döndü, “Haklı… Haklı Tomris… Çocuk haklı…” diye ekledi Halia kederle, “Sadece onları değil kendimizi de kandırıyoruz…”
“Bu çocukları kandırırken sıkça düştüğünüz bir hata zaten…” diye varlığını belli etti Aras, şimdi tüm gözler sanki yeni görürlermiş gibi onun üzerindeydi. Dordie yıllardır aradığı dostu bulmuş gibi, Tomris korkuyla, Halia şaşkınlıkla bakıyordu ona. Aras’ın tok sesini duyar duymaz Sigun da çıkmıştı dışarı, torunu Barlas’ı bekliyor olacak ki gözlerini hafiften devirdi ancak içeriye de geri girmedi. Köy’ün İnsanları bu tartışmaya müdahil olmak mı istemişti de Geyik Çobanı’nın ardına dizilmişlerdi? Cüce’nin aklından geçen de bunun gibi düşüncelerdi.
“Eldin!” diye bağırdı Andonios heyecanla, “Rostin! Bak onlar gelmişler!”
“Hoş geldiniz?” dedi Tomris saygıyla, Halia’nin bakışları Emma’da kilitlenmişti.
“Sen de kimsin?” dedi Dordie Aras’a, gözlerinin içi gülüyor gibiydi.
“Kehanet Hanedanlığı’ndan,” diyerek karşılık verdi Aras, kendi yaşında ve kendi olgunluğunda birini bulmuş olmak ona da iyi gelmiş olacak ki az önce Alp’in burada olmadığını duymasına rağmen içtenlikle tebessüm etmişti, “Elimde hepinizin ilgileneceği bazı bilgiler mevcut.”
“Ne gibi?” diye yanında bitti Sigun, Aras Sigun’u eski konuşmalardan duymuştu ancak böylesine ivedilikle yanıbaşında bitmiş olmasına afallamıştı biraz.
“Hâli hazırda bizim de bildiğimiz şeyler olmalı…” diyerek konuşmaya katıldı Halia Neria, hâlâ daha kaçamak bakışları Emma’daydı; Emma sanki teşhir edilmiş gibi kızarıp bozarmıştı.
“Işıkkıran nerede?” diyerek hiddetlendi Aras, eğer böyle bir ihtimal varsa ve Alp bir müddet onlarla kaldıysa bu onların da bilmiş olduğu şeylerin saklanmış olması demekti!
“Oceanos Tedanlığı’nda…” dedi Tomris esefle.
“Evimde yani…” diyerek ekledi Emma, herkes şaşkına döndü.
“Ne-?” dedi Aras düşündüğü şeyler altüst olmuş gibi.
“Anlaşılan birçok şeyin açıklığa ve nihayete kavuşması gerek…” diyerek olduğu yere çöktü Halia, pes etmiş gibiydi, “Artık bu oyun sona ermeli…”
“Köylü neden dışarıda?” diye alakasızca endişelendi Cüce.
Hepsi birden Köylü’nün olduğu tarafa döndü, Çoban’ın arkasına neredeyse hepsi dizilmişti o sıra, çakırkeyiflik falan kalmamıştı Çoban’da, “Buraya geliyorlar…” diyebildi yalnızca, her ne kadar ailevi meseleler konuşuluyormuş gibi gelse de kulaklarına, bunu Köy’ün önde gelenlerine söylemeden edememişti, “İntikam için döndüler…”
“Kim?” diyerek caka sattı Sigun Awilda, gözleri dolmuş gibiydi.
“Barbarlar ve diğerleri…” dedi Çoban.
“Kerler mi?!” diyerek şoke oldu Dordie.
“Madem öyle,” diye köylünün önüne yürüdü Sigun, “Kardeşler arasında olur böyle kavgalar, bana dokunacağını sanmazdım ya, İnsan yeterince karanlıkla uğraştığında değerleri de yitiyormuş demek… Hakkını vererek savaşalım, burada sizi koruyabilecek kişiler var.”
Köylü, Sigun’un kimlerden bahsettiğini pek anlayamadı ancak tek tesellileri şu çocuklardan bahsedilmemiş olmasıydı… “Ya konuşulacaklar?” diye sordu Dordie diğerleriyle birlikte Köy’ün öbür yakasına bakınırken.
“Mola arası gibi düşün.” dedi Aras kendinden emin bir ifadeyle, öyle odaklanmıştı ki bir an için Dordie onun Krallık Mahiyeti’ni Alp gibi hışma uğratacağına inandı; Barlas’ı tanımış olsalardı, Barlas’taki o farkındalıktan uzak cesareti de görebilirlerdi onda… “İyi savaşır mısın Denizkızı?” dedi Aras Emma’ya endişeyle karışık bir tebessümle.
“Denizkızı mı?” diye güldü Emma, “Pek öyle değil aslında…”
“Eh, ne olduğunu öğreneceğiz ama önce direnelim...” dedi Aras ve hızla mırıldanmaya başladı…
“Öğrettiklerini pratiğe geçirme vakti büyükanne.” diyerek Aras gibi cesaretlendi Dordie, Tomris çoktan Köylü’yü de içine alacak genişçe bir kalkan örmeye başlamıştı bile. Halia az önce asaya dönüştürdüğü melek işlemeli bastonunun ucundan efsunladığı tohuma benzer ışık toplarını uşağı Cüce’nin kucağına doldurmaktaydı. Rostina ve Elduin kuşanmış vaziyette dünden hazırdılar zaten.
“Andonios?!” dedi Sigun, “Çoban! Andonios’u da alıp diğer çocuklarla birlikte güvenli bir alana geçin! Köylü kadınlar ve köylü erkekler savaşmak için kalsın! Yalnız dikkat et, çobanlığın Geyikler’e değil küçük çocuklara olacak bu sefer! Onları batı yakasından Oceanos yoluna indirirsin olur mu?!” Çoban tüm köylüyle birlikte kafa sallayıp onay verdi, bundan belki de uzun yıllar önce, henüz Ungan Köy tembelliğin müptelası olmadan evvel, gün batımlarında çocuklara çaldığı kavalını ve sesini yanına aldı; o çaldı, çocuklar uygun adım onu takip etti… İçlerinden bazıları ailesiyle kalmak için diretince Sigun bazı anne ve babaların da onlarla gitmesini onayladı. Krallık Savaşçıları doğu yakasından akın etmeye başlamışlardı, işte şimdi büyük bir çatışma yaşanacaktı…
Almis, kar küresini andıran küçük bir küreden bunları izlerken keyifliydi ancak Köy’e gönderdiği savaşçıların o sayıyla bu takımın üstesinden gelmesi çok zordu... Bu minik eğlence için iki yüze yakın savaşçıyı kaybetmeye değer miydi? Ne de olsa büyük savaş er geç gelecekti, burada kaybetmeyi göze aldığı kuvveti o büyük savaşta misliyle güçlü kılabilirdi. Elinin tersiyle küreyi iteledi, küre kıymetli taşlarla döşeli zeminin üzerine çarpıp paramparça oluverdi, Almis’in gözbebeklerinde yer etmiş kırmızı çizgi hareketlendiğinde parladı, gözlerden fırlayan ışık kümesi Alm mazgallarından dışarı çıkarak uzaklaştı…
Barbar’ın birinin eline Almis’ten gönderilen mühürlü mektup geçince, mektubu okur okumaz arkasındaki savaşçılara işaret vererek akını durdurdu. Ayak sesleri ve gümbürtüler kesilip uzaklaşmaya başladığında Sigun Awilda’nın evi önünde bekleyen grup şaşkınlıkla birbirine bakındı.
“Neydi bu şimdi?” dedi Aras hevesi kursağında kalmış gibi.
“Ne olabilir ki?” dedi Sigun Awilda, “Lanetin sahibi eğlencesinden vazgeçti…”
Tomris, bildiği son koruma büyüsünü de yaptıktan hemen sonra annesi Sigun’un üç kanatlı kapısını kapadı... Kapanan kapıdan çıkan efsun tozları odanın içine doğru dolarken onun da gözleri doluverdi; aklına eski zamanlar, eski anılar gelmişti… Kardeşi Teoman’la efsun tozu kovaladıkları nice neşeli günler… Birçok gerçeğin Pandora’dan çıkışı gerçekleşmişti ve gerçekleşmeye de devam edecekti… Tüller, tütsüler ve küreler odanın dört yanına, köşeye sızıp uyurcasına çekilmiş, minderler ve kıymetli taşlarla bezeli kilimler şekilden şekle girmişti. Genişçe bir salon gibiydi artık tavanla bitişik pencerelerinin altında baş döndüren oda; Sigun’un durgunluğundan, cana yakınlığına evrilen. Misafir de yoktu ortada, kasten bir araya toplaması çok zor olacak bir gruptu odadaki…
“Asrın Özeli’nin akrabaları ha…” diyerek iç çekti Aras, “Keşke kendisi ve hakikati burada olsaydı…”
“Seni bu kadar etkileyen nedir evlat?” diyerek gülümsedi Tomris, gözlerinde Aras’ın çocukluğuna duyduğu merhamet ve yılların yaşanılmışlığı aksediyordu.
“Onu tanısaydınız… Yani Barlas Morel’i…” Tomris, Halia ve Sigun üçlüsü arasında kısa bakışmalar gerçekleşti, “Siz de etkilenirdiniz emin olun.” Aras’ın bu cümlesi öyle içten öyle inanılır gibiydi ki herkes Barlas’ın üç kanatlı kapıdan girmesini istedi bir an. “Bahsettikleri savaşı hatırlıyorum…”
“Ne savaşı, kimin?” dedi Tomris ilgiyle.
“Kübu Savaşı, Alp ağabeyle birlikte geçmişe gitmişlerdi, Teoman’ın öldüğü güne.”
“Kendi babasının ölümünü mü izledi yani?” diyerek kederlendi Emma, “Hem de babası olduğunu bile bilmeden…”
“…ve annesinin.” dedi Sigun aynı kederle, “Lütfun ve gazabın herkese reva görüldüğünü bilmesem, dönüp duran tüm bu karmaşanın yalnızca bizim soyumuzdan peydahlandığını söylerdim…”
“Hepimize bu laneti hak gören Almis Leksiveyan’ın kız kardeşiniz olduğunu öğrenmek gerçekten canımı yaktı…” diyerek olabildiğine olgun bir tavır koydu Emma, “Soyların büyük bir işlevsellikle birbirlerine bağlı olduğunu bilmemiş olsam kesinlikle ben de böyle düşünürdüm…”
“Aslında Oceanos Soyu’na pek bulaştığı söylenemez…” diye katıldı Halia, “Ne yapmaya çalıştığını ve neyi dâhil edip neyi dışarıda bıraktığını en iyi ben bilirim sanırım.” Halia bunları söylerken göz ucuyla odanın duvarlarını yokluyor, Tomris’in kusursuz büyülerinin hâlâ daha etraflarında olup olmadığını kontrol ediyordu. “Nihayetinde… Nihayetinde Lusbaren Salvador vardı…”
“Yavaş gelir misiniz.” diye uyardı Aras, Emma’nın bu ismi duyduğunda şaşırdığını görüp, onun, geriye kalan hiçbir şey hakkında yeterince fikir sahibi olmadığı için, Lusbaren denilen kişinin Oceanos’tan olduğunu bildiğine kanaat getirmişti. “Ya da… Ya da kısaca özet geçseniz?”
“Almis’in vaktince âşık olduğu adam.” dedi Sigun, “…ama geçmişi karıştırmamalı; hele ki Almis’e aitse bu, karıştıracak başka geçmişler bulmalı…”
“Hiero Barlas, Toprak Ana’nın elçilerinden olan Moreller’den,” diyerek aklındakileri ölçüp tarttı Dordie, “Tabii aynı zamanda Siria olduğundan dolayı Moreller arasındaki en kıymetli kişi; geriye kalan Moreller’in kimler olduğu ve nerede olduğu bilinmiyor… Amcam Teoman ve eşi Maral’ın öldüğü gece bir aile dostumuz olan Basagar Hagrideo tarafından Korinna’nın içinde yer alan Pernella Kayası’ndan başka bir diyara geçirildi. On sekiz yıl sonra Beyaz Saray tarafından Penthea olduğu gerekçesiyle kutsal kaya Petrina’dan geri geldi. Şu Penthea, Kihirus ve Othena da hikâye çünkü aslında birbirinden bağımsız olarak düşünülen bu kahramanlar hakiki yaşantımızda, dört yüz kırk yılında tek bir kişide toplandı, o kişi de Barlas Morel’di… Barlas Morel tek kahramandı; üç yıldır büyükannemin erkek kardeşi Pars’a karşı savaşıp, henüz geçen yıl asıl savaşının yine büyükannemin kız kardeşi olan Almis’le olduğunu anladı… Anladığı gibi de lanete yakalandı, doğru muyum?”
Tomris, Sigun, Halia, Cüce, Elduin, Rostina, Aras ve Emma duydukları karşısında oldukları yere mıhlanmış gibi kalakalmışlardı, “Beni şaşırttın Dordie…” diyerek kaşlarını kaldırdı Tomris, “Bu kadar güzel özetlenemezdi…”
“Özetlenemedi ki?!” diyerek reddetti Aras, “Her şey Barlas ağabeyle bitmiyor, kaldı ki onun üç yıldır başına gelen de bu kadar sığ şeyler değil, bu hikâye Sigun Awilda’nın dediği gibi Asil Soyu da değil, tüm soyları, tüm soysuzları kapsıyor, tıpkı benim gibi… Soysuzdan kastım bizim ve ecdadımızın önem verilip isimlendirilmemiş olması, yoksa gördüğünüz üzere bu hikâyenin içinde büyük bir yerimiz var… Hikâyedeki yerleşke, bu yapılanmış ve sınıflanmış düzenimize edilmiş bir latife; bir çeşit had bildirme.”
Aras sustuğunda yine olgunların, yaşlıların ve başlıların gözünde büyüyüp gidiverdi, odadakiler kendilerine eş birer akılla bulunduklarını bir kez daha hissetti; bu çocukların her zaman bu denli akıllı olabilmesinden de değildi, bu biraz da Aras Tanyeli’nin, Belkıya esintisiydi… Tomris, Dordie’nin bozulmasını beklemişti ancak Dordie daha çok Aras’a olan hayranlığına hayranlık katmış gibiydi, “İumathias haklıydı…” dedi Emma tebessümle, “Seninle tanışma sürecimde çocuksundur daha diye epey içerlemiştim ancak ilk konuşmada anladım ki benden çok daha olgundun...”
“Ne-?” diye ikinci şaşkınlığını yaşadı Aras, “Sen, kaç yaşındasın ki?”
“Gözlerime bak…” diye yanı başına kadar gelip yeşil gözlerini Aras’ın mavi gözlerine dikti Emma, Aras o sıra Emma’nın sağ gözünde, damarların arasında ince hatlı siyah bir çizgi fark etti, “Her kırkta, bir çizgi…” dedi Emma gülerek.
“Kırk yaşında mısın?” diye şoke oldu Aras.
“Aslında kırk üç diyelim ona.”
“Ama hani… Hani evlenecektik?” Aras’ın bu sözüne o hariç herkes sevgiyle gülümsedi, “Ben büyüyeceğim ama sen böyle mi kalacaksın hem?”
“Hayır,” dedi Emma tebessümle, “istediğim yaşta kalırım... Otuz olur mu?” Aras tebessüm etti bu sefer. “Ne fark ediyor ki? Ben hep seninleyim.”
“O hâlde birlikte büyüyelim lütfen.” diyerek yeniden herkesi güldürdü Aras.
“Kim bizimle geliyor?” diyerek harekete geçti Elduin.
“Aynen, gitme vakti.” diye katıldı Rostina.
“Sabah bile olmadan mı?” diyerek araya girdi Halia.
“Kesinlikle öyle.” dedi Aras ciddiyetine geri dönüp, “Gelmek isteyen gelsin.”
“Ben geleceğim.” dedi Dordie.
“Geleceğim mi?” diye kızdı Tomris, “Benim burayı korumam gerek, o yüzden sen de bir yere gitmiyorsun.”
“Gitsin.” dedi Sigun izin verir gibi, “Halia onlara eşlik edecektir.”
“Öyle mi olacak?” diye sordu Halia, Lusbaren ismini andığından beri üzerinde bir korku yer etmişti.
“Olmalı.” dedi Tomris, “En başından beri Bilgeler’e gitmemi istemeyen sendin,” Dönüp kızar gibi baktılar, “madem pişmansın, kanıtla.”
“Alp ve Evrim’i oraya gönderen de sendin haminnem.” diye göz kaçırdı Cüce.
Zümrüt Krallık’taki uzak ulumaları ve boğuk kahkahaları arkalarına alıp Oceanos’a giden yola indiklerinde, Aras’ın aklına zayıf meltemin esintisini aracı yapan hayalet sesler doluştu, Alp’in sesiydi bu, “Şu halimize bak. Bizim yapmamız gerekeni sen yapıyorsun… Yola ve çevreye olan ilgin, günün birinde hayatımızı bile kurtarabilir…” Çevreye bakındı bir an, sonuçta Oceanos’tan çıkıp yolda kalmış da olabilirlerdi öyle değil mi? Başta iki siluet arayan mavi gözleri, bir süre sonra Lailtalar ve Vestalar geçidine takılı kalıp büyüleyici atmosferi seyredaldı. Etrafta kopan çıtırtılarla sırasıyla Halia, Dordie, Emma, Rostina, Elduin ve Cüce mücadele etti; Aras’ın duyarlılığı çoktan atmosferin etkisine kapılıp gitmişti. “Eddark Amca da senin gibi miydi?” diye sordu Dordie Halia Neria’nın dibine geldiği sırada, Halia Neria’ya saygıyla bakmaktaydı.
“Ne demek istiyorsun?” dedi Halia, “Benim gibi yetkili olmasına rağmen yanlış kararlar vermiş olup olmadığını mı soruyorsun yoksa-”
“Gizemi soruyorum.” diye böldü Dordie her ne kadar hata yaptığını bilse de Halia Neria’ya kızamadan, “En yakın arkadaşın Salgara Zeros ve Kayıp Adam Agolo Pervaze’yle gizem peşine düşmüşsünüz ya, onlar da Saray’ın başına asıl gizemleri saran Alair Akayla’yla birlikte çalışmışlardı değil mi?”
“Babam böyle şeylerle pek ilgilenmezdi.” dedi Halia soru beğenmiş gibi.
“Sahi, Agola Pervaze’yi ziyarete gittin mi, artık kayıp değilmiş ha?”
“Çok soru soruyorsun Dordie.” diye konuyu kapatmak istedi Halia.
“Neden gitmedin?” diye araya girdİ Emma.
“Bazı hatalarım oldu ve bunlarla yüzleşmeye hazır değilim tamam mı çocuklar,” diyerek net bir şekilde açıkladı Halia, “ister sadece çocuk görünüyor olun ister düşünceniz olgunlaşmış olsun, çevremde birkaç çocuğun beni yetişkinlik çağımla sorguluyor olmasına pek alışık değilim.”
“Öyle olsun.” dediler Emma ve Dordie bir ağızdan, Cüce ağzını açacaktı ki Halia bakışlarıyla sesini bıçak kesiği gibi kesti. Rostina ve Elduin muhabbete dalmış olarak biraz önlerinde yürümekteydi. Aras’ın gözüne aniden farkında olmadan aranmayı bıraktığı o iki siluet çarptı, gözlerini biraz kıstığında bu siluetlerin Alp ve Evrim’e ait olduklarını seçebildi. Alp gözlerindeki ışığı parmaklarına doğru akıtıyor, elini fener gibi etrafa tutuyordu, Evrim ise bundan büyük hayranlık duyar gibi bakıyor, Alp’in yanağına öpücük konduruyordu?.. Derken bir çıtırtı daha koptu, bu seferki hepsini birden etkilemişti, hep birlikte çıtırtının geldiği yere döndüklerinde Pegasus’lu iki Sihirbaz’ın bir tepeden aşağı doğru taşları devirerek üzerlerine uçtuklarını gördüler. Halia derhâl koruma büyüsü yaparken, Elduin ile Rostina oklarını gelen Pegasuslar’a doğrulttu.
“İleriye koşalım!” dedi Aras eline geçen bir fırsatı yitirebilme olasılığının dehşeti içinde, “Oradalar, gördüm onları!” - “Yerinizde kalın!” diye aksini söyledi Halia, “En sağlıklı büyüler hareketsiz bir biçimde dururken yapılanlardır!” - “Ben hallederim.” diyerek öne atıldı Emma, “Siz koşun!” - “Nasıl olacakmış o?” dedi Aras. - “En doğru şekilde!” dedi Halia, “Hadi koşalım!” Koşmaya başlamışlardı ki arkalarından bir yerden kıvılcımları şimşekleriyle bir dönüp duran iki büyük ışık huzmesi fırladı. Işık huzmeleri geçtikleri yerleri aydınlatarak Pegasus’lu Sihirbazlar’a güm etti; tozlara karışmaları bir saniyeyi bile almamıştı. Ağızları açık vaziyette bunu kimin yaptığını anlamak için arkalarına döndüklerinde Alp’i yanıbaşlarında görüp şaşırdılar. “Ağızlarını ve kulaklarınızı kapatırsanız, Pegasuslar’a bir çift laf edeceğim.” dedi Emma hızla. Hepsi daha ha demeye kalmadan denileni yaptı, Emma ağzını açtığında öyle tiz bir ses yükseldi ki kulaklarını kapamış olmak kâr etmedi; neyse ki Pegasuslar bu sesi net bir biçimde duyduklarından olacak hızla arkalarını dönüp geriye doğru uçarak kaçtı. “Deniz Halkı’nın sesleri keskin olur.” diye tebessüm etti Emma ellerini kulaklarından çekip yüzlerinde ekşimiş bir ifadeyle kendisine bakan gruba. “Seninle konuşmuştuk!” diye atıldı Aras derhâl Alp’in üzerine, o anda Alp’in sağlıklı ve şaşkın görünmesi gariplerine gitmişti, “Barlas ağabeyin ikizi Sanberk ağabeyin evinde, vitraylar arasında… Hatırlar mısın Alp ağabey?.. Umut Avcısı olmaktan bahsetmiştin bana…” Yakınlaştı, Alp bunun üzerine bir adım geri gitti, Aras hayal kırıklığına uğramış gibi sesini düşürerek sordu, “Hepiniz lanetlisiniz ve ben umut avcınızım, anlıyor musun?..”
Şimdi tüm gözler Alp’in üzerindeydi; Alp’in yer yer kesilip ardından iyileşmiş olan yüzünde birbirinden karışık, birbirinden bağımsız, birbirinden hazımsız duygular gelip gidiyor gibiydi, önce ondan farksız görünen Evrim’e, ardından yol arkadaşları Rostina ve Elduin’e baktı… Dordie’nin yüzündeki dostane bekleyişi, Halia ve Cücesi’ndeki çekingen bakışları gözlerinden kaçırmamıştı, “Yani… Şey, ben…” diye bocaladı, “Üzgünüm, anlamıyorum… Anlamaya çalışırım?..”
“Başarırsın da…” dedi Aras tam güvenle, bu bile iyi bir gelişmeydi, “Daha önce Yoldaşlar’ınla hep başarmıştın…”
***
Barlas batan güne içinde derinleşen tehlikeli bir hınçla bakarken, yaz akşamları her zamanki gibi varlığından utanmaktaydı… Elbette geçen yıl olduğu gibi sıcak mı sıcak, canlı mı canlı bir yaz değildi bu yaz; kasveti kurnazdı, rüzgârı az… Şu çiseleyerek dökülen yağmurlar bile bir tuhaftı gözünde, ne samimiyet vardı ne de hikmet özünde… Gökyüzü karaya çaldıkça şüphe sızdı bakışlarına, bu işte bir iş vardı ya, açıklaması olamazdı başka… Azalarak tükenen bir şiiriyet hâkimdi bulutlara; sanki bir zamanlar mısralar halinde yağan yağmurlar hepten gurbete gitmiş, yeri göğü maskeler iklimi ele geçirmişti… Düşüncelerin güzelliği bile yarıda kesilmekteydi çünkü belki de anın içinde yalnızca düşünceler gerçekti… Ne uslanması vardı ne de yürüdükçe biten bir yolu bu yaşantının, bu yaşantı hatalarla mutlaktı; doğruları er ya da geç götüren yanlışlarla… “Bu gece de ısrarcı mısın?” diye sordu Kıvanç arkasında bitip.
“Kestin…” dedi Barlas ifadesiz bir biçimde, Kıvanç anlamadan bakınca ekledi, “Hiç… Gerçekten de koskoca bir hiç…”
“Daha önce de böyle değil miydi?” diyerek Barlas’ın ilgisini çekti Kıvanç, şimdi Barlas’ın gözleri onun üzerindeydi, “Bundan sonrası da öyle olmayacak mı?”
“Hiçlikte de keramet vardır.”
“Peh!” diye alay etti Kıvanç, “Kendin öne sürüp kendin yalanlıyorsun, senin tek sorunun bu olabilir mi acaba?”
“Sorun değil ki bu!” diye çok az sesini yükseltti Barlas, “Çelişkiler değiştirir, değişmeyen tek şey de değişimin kendisidir.”
“Duymuştum bunu.” diyerek gülümsedi Kıvanç.
“Israrcıyım.” dedi Barlas, Kıvanç bir an anlamayınca ekledi, “Bu gece için de.”
“Bu sefer üstesinden geleceğim diyorsun yani.”
“Demiyorum, yine de deneyeceğimi söylüyorum.”
“Burası Merkez Köy Barlas.” diye etrafını gösterdi Kıvanç, “Eğer büyü yaptığın anlaşılırsa taşlarlar bile seni.” Güldüler. “Bize bunu yapanın büyüde usta olduğunda hemfikirdik.” diye ciddileşti Kıvanç, “Şeffaf büyü yapabilmek herkesin işi değil, hele ki böyle bir bağlama büyüsüyken. Gidelim, düşüp kalma burada.”
“Bu sefer düşüp kalmayacağım.” diye emin konuştu Barlas.
“Önceki düşüşlerine ne demeli?” diyerek kolundan tuttu Kıvanç, “Sen yine yap direnişini ama evin içinde.” diye lafını bitirip Barlas’ı eve sürükledi.
Kaçırılmalarının sabahında üzerlerine gönderilmiş olan sersemletme büyülerinden ancak ayılabilmişlerdi. Gözleri, elleri ve kolları bağlı bir biçimde adeta somun taşır gibi bir çuvalın içinde taşınarak buraya kadar getirilmiş ve Merkez Köy’ün evlerinden birine konuluvermişlerdi. Onları kaçıran her kimse öyle bir büyü yapmıştı ki günlerdir belirli bir alandan öteye gidemiyor, gece bütün bütün çöker çökmez uyuyuveriyor, sabahın ilk ışıklarıyla uykularından kalkıyorlardı. Bulundukları evde olan değişimlere bakılırsa kaçıran kişi gece onlar uykudayken eve geliyor, evi düzenliyor, onlara yiyecek ve giyecek bırakıyor ve onlar uyanmadan ortadan kayboluyordu. Her ne kadar Beyaz Saray’dakinden daha çok nefes alabiliyor olsalar da onlar gibi birçok yere gidip gelmiş, özgürlüğe ve yolculuğa düşkünleri böylesi küçük bir alana hapsetmiş olmaları hiç de doğru değildi… Olup biten bir yana, haftalar geçmişti! Artık, onlara dost mu yoksa düşman mı olduğu belli olmayan bu kaçakçıyla tanışma vaktiydi! Barlas da tam olarak bunun çabasını vermekteydi. Üç gündür içinde coşan hınçtan destek alarak ve Yeni Köy’deki baskıdan arınma sürecine güvenerek büyüler denemekteydi. Nedense bugün başaracağına daha emindi; nedeni ne olaydı bilmiyordu ancak kendi çapında, hislerinin katında bu böyleydi… Eve varana kadar attıkları adımlar boyu yıkımın ve gazabın izlerinden geçti yine, tıpkı diğer köylerde olduğu gibi kötülüğün, saf kötülüğün reva görüldüğü Merkez Köy’ün irili ufaklı döküntüleri içindeki sitemi besliyor, bakışlarına kesif gölgeler düşürüyordu. Bir an durdu, sanki onunla birlikte her şey de durmuştu… Güneş, batışına; rüzgâr, esişine ara verdi… Bulunduğu zemin gerildikçe gerildi, nefesleri sıklaştı, kalbi tekledi… Nükseden bir rahatsızlık mıydı bu? Hiç sanmıyordu. Neydi peki?.. Barlas Morel, bir an için, saniyenin belki de dörtte biri kadar kısa bir süre içinde hakikate gidip gelmişti, o kısa sürede Hiero Barlas olarak kim olduğunu, nasıl da küçük düşürücü ve alay edilesi bir durumda olduğunu, bu sahte yaşantının ardında yatanın ne olduğunu hatırladı… Bu hatırlayış elle tutulabilir bir gerçeklikten uzaktı ancak ne kadar minik, ne kadar geçici de olsa içinde bastırılan; hiç usanmadan, her saniye bastırılıyor olan devasa ateşi iliklerine kadar hissetti… Kendi öfkesi, kendine öfkesiydi hissettiği; bu kısa süre sonra ya da çok uzun bir vakit sonra karşısına geçecek olan gerçeklere vereceği erkenci bir tepkiydi… Daha doğrusu, o beklenen tepkinin çok küçük bir parçasıydı belki. Geçti gitti… Geçip gitmişti… Yine ve yeniden yitmişti hakikat… Sonrasında bu yitişin yeterince direnmediği için mi yoksa direnemeyeceği için mi gerçekleştiğini asla ama asla bilmeyecekti; hikâyesinin başından beri kahraman olmak isteyip istemediğini bilmediği gibi…
Kıvanç hemen ötesinde yere düşüp uyuyakalmış vaziyetteydi... Başta anlamlandıramadı, yine o karman çorman rüyalarından biri sandı bu anı ancak az önceki donukluktan sonra kaybedilen sürenin acısını çıkarır gibi hızlı akıp giden zaman, rüzgârı hızlandırmış, güneşi batırmıştı! Rüya falan değildi bu?! Her ne yaptıysa, her ne şekilde yaptıysa üzerlerine gece olur olmaz çöken uyku büyüsünün üstesinden gelmişti! Biraz öfkeli biraz da utanmış hissediyordu sanki ancak ne olursa olsundu, esaret son bulmuştu! Toparlandı. Heyecanından az kalsın unutuyordu! Bir an önce Kıvanç’ı içeri taşımalı, kendi de uyuyor numarası yapmalıydı, kaçakçıları az sonra buraya gelmiş olurdu! Işıkları giderek sönen köy evleri arasında, ellerini Kıvanç’a attığı sırada, içi yeniden cız etti. Uzun bir zamandan sonra Kurakhan’ın yüzüyle bu kadar yakından karşı karşıya kalmak, kötü hissettirmişti. Kafasını başka yöne çevirerek taşımak istedi ancak bunun saygısızlıktan başka bir şey olmayacağına karar verip vazgeçti. Kollarında, bacakları ve kolları olan kurak bir toprak parçası taşıyormuş gibi taşıdı onu; bu illet göz altlarını ve göz kapaklarını bile ele geçirmişti… Kısa bir süre sonra bir çift göz bebeğinden ibaret kalabilirdi dostunun yüzü… Sonunda tahta kapıdan içeri girmişti. İki koltuklu, oldukça ufak bir banyosu ve ufak bir mutfağı olan, gaz lambaları ve kilimlerle dekore edilmiş bir kulübeydi girdikleri; ev denemezdi pek. Öyle ya da böyle İnsan yuvalanabildiği her neresiyse orayı ev beller, oraya evim derdi… Burası da eviydi Barlas ve Kıvanç’ın günlerdir, kimse onları rahatsız etmiyordu, yaşayıp gidiyorlardı işte… Ne var ki rahatlık gizemle dağlandığında huzursuzluk kapı eşiğine kadar gelirdi; gizemler ancak gizem olmaktan çıktıklarında tatsızlaşıp bayağılaşacaklarsa gizem kalabilirlerdi… Daha önce duyduklarına benzer, tiz, cisimlenişin önemli bir belirtisi olan sesi duyduğunda derhâl Kıvanç’ı olduğu yere bırakıp, kendini de rastgele onun yanına atıverdi; bu sesin sahibi evlerinin de sahibi olabilirdi. Kalbi hızlı atıyordu, vakti varken nefes alıp verip kalp atışlarını düzene sokmak istedi, daha ilk denemede kendini ele vermek istemezdi. Başardı da kilidi bozuk olan tahta kapı aralandığında o uyuyor olan herhangi birinden farksızdı artık, rol yapsa mıydı? Horultu, gurultu? Bu riski göze alamazdı; uyku lanetinin uyku esnasında gerçekleşen bu süreçleri yok edip etmediği hakkında herhangi bir fikre sahip değildi çünkü. Ne çok düşünüyordu! Sadece uyumalıydı!.. “Gün batmadan yataklarınıza yatmış olmayı akıl edemediniz mi hâlâ?” dedi içeri giren kişi, tanıdıktı sanki ancak bir o kadar da yabancı gibi, “Oysa birkaç gündür yatağınızda görüp bu konuda ümitlenmiştim, hayır hiçbir şey değil düşüp darbe falan alacaksınız kafanıza ondan korkuyorum.” Barlas sesini duyduğu adamın bu söylediklerini düşününce az önce Kıvanç’ın bu şekilde bir darbe alıp almadığını merak edip endişelendi. Ya iç kanama geçirse?! Kimse kendini ölü gibi yere atıp yaralanmazdı elbette! Bu lanet her türlü melun bir lanetti! Kıvanç’ın birden hareketlendiğini hissedip ürktü, ürkerken aniden sıçramış, sonrasında bunun uykuda olan bir sıçrama olduğu izlenimi vermek için az önce düşündüğü rol işini zoraki olarak yapmıştı. Umuyordu ki Adam bunu garipsemeseydi. Kalp atışları yeniden hızlandı, ses seda da çıkmıyordu. Eğer Adam bunu garipsememişse tıpkı Kıvanç’ı kucaklayıp yüksek ihtimalle yatağa yatırdığı gibi onu da yerden kaldıracaktı; garipsemişse de sessizliğini sürdürecek ve Barlas on saniye tanıdığı bu sessizlik hakkı tükenir tükenmez gözlerini açtığında çatışacaklardı. İçinden saymaya başladı, Adam on saniyeyi geçerse ne olacaktı?! Neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu?! Adam onu da kucakladı, az kalsın ona da irkiliyordu ki kendini zor tutmuştu, bir rahatlamadır çöktü üzerine, bu rahatlık uyuyor rolüne de yardımcı olmuştu. Koltuklardan birinin üzerine konuldu, sonra? Sonrası yarım dakika boyunca gelmedi, sessizlik sürdü gitti, Barlas daha fazla dayanamadan gözlerini araladığında gaz lambalarından birinin yere düşürülüşünü ve Adam’ın hızla kapıdan çıkıp kaçışını aynı anda gördü. Cesaret alıp kalktı ve koşmaya başladı. Uzundur gözleri gece görmediğinden bulanık görür gibi hissetse de Adam’ın hatlarını az çok seçebiliyordu. Adam karşısına geçip onu incelemeye başlamış olmalıydı, yoksa gözlerini hafiften aralar aralamaz deli gibi kaçmasının bir açıklaması olamazdı! Nasıl bir şeye benzediğini de görmemişti! Neyse ki artık kaçakçılarının peşindeydi ve arayı hızla kapatıyordu! Karanlık gökyüzü Merkez Köy’ün tepesinde, zümrüt rengin zifirinde dönüyordu. Göğün hemen altında Erboslar cirit atıyordu; gece onların güneşiydi… Yoğunlaşıp hiç duyulmayacak hale geldi ayak sesleri… İçsel yankılar dışa vuruyor, dışsal gürültü içselleşerek yitiyordu. Bacaklarının altı karıncalanıyordu sanki ancak koşmaya devam ediyordu; bu karıncalanmayı çok öncesinde çok farklı bir şekilde de yaşadığını hatırlıyordu. Farkı ise, o vakit kaçanın bu vakit ise kovalayanın o olmasıydı, “Barlas!’” diye bir ses duydu ötesinde, durdu, Kıvanç’tı bu?! “Barlas neler oldu? Neden koşup duruyorsun?”
“Şe-Ben-Görmüyor musun?” dedi Barlas nefes nefese, “Esaretten kurtulduk.”
“Onu fark ettim.” dedi Kıvanç etrafa bakınıp, “Bize bunu yapanı mı kovaladın yoksa? Gördün mü onu?”
“Evet ama sanki uzaklaşıyordu, buraya geri mi döndü yani?”
“Geri dönüp dönmediğini nasıl anlamıyorsun ki anlamadım.”
“Ne-?” dedi Barlas, sonrasında kafasına dank etti, “Evet salaklık bende.” dedi Kıvanç’a hak verip, “İnsan neden nereye koştuğunu bilmez ki!”
“Senden korkmuş olmalı.” dedi Kıvanç.
“Bilemeyeceğim.” diyerek etrafı arandı Barlas, “Uyku büyüsünü yenileyebilirdi değil mi, neden yapmadı, yoksa artık yapamıyor mu?”
“Hiçbir fikrim yok.” dedi Kıvanç, “Daha az önce uyandım.” Beş altı metre ötelerinde duran kaldıkları evi gösterdi, “Dışarıya seni aramaya çıktım ki bir baktım bana doğru koşuyorsun. Haber vermeye döndün sandım.”
“Buralarda olmalı!” dedi Barlas, “Onu bulmalıyız!” Kıvanç kafa salladı.
“Çocuklar?!” diye endişeli bir o kadar şaşkın bir ses geldi uzaktan, dönüp baktıklarında bir grup çalılığın mesken tuttuğu yerde bir ayna aracılığıyla bulundukları tarafa ışık yansıtıldığını gördüler, birbirlerine dönüp anlamsızca bakıştılar, ardından o tarafa yürüdüler. Aynanın sahibi her kimse bir şeyden sakınır gibiydi, büyük ihtimal sakındığı şey de onları kaçırandan başkası değildi. Etrafa bakınarak emin adım yansıyan ışığa kadar yürüdüklerinde, karşılarında Beyaz Saray Aka’sı Dalay Fama’yı buldular; kırık olduğunu yeni fark ettikleri aynayı indirip onlara gülümsedi.
“Efendim?” dedi Kıvanç şaşırıp, “Bizi bulmaya mı geldiniz?”
“Evet.” dedi Dalay kederle.
“Geç olmadı mı?” diye sordu Barlas kızar gibi, “Gerçi Saray’dan da rahattık.”
“Nasıl daha rahat olursunuz?” dedi Dalay endişeyle, “Etrafınıza şeffaf büyü örmüş, bozmasaydım daha ne kadar örülü kalırdı bilinmez.”
“Siz mi bozdunuz?” dedi Kıvanç hayran kalır gibi, “Çok sağ olun.”
“Madem buradaydınız onu görmüş olmalısınız, bu tarafa koşuyordu.”
“Işınlanmış olmalı.” dedi Kıvanç Barlas’a kendi cevap verip.
“Yüksek ihtimal.” diye onayladı Dalay, “Görseydim, yapacağımı bilirdim.”
“Aynanız?” diye sordu Barlas, “Neden kırık?”
“Hatırlamıyorum, çok eskidendi, kayaya falan çarpmış olmalı.”
“Şimdi ne olacak?” dedi Kıvanç, “Saray’a mı götüreceksiniz bizi?”
Barlas, Kıvanç’ın ses tonundan bunu hiç de istemediğini anlayabiliyordu, doğrusu kendi de istiyor denemezdi, böyle bir anda düzen bozulunca garip hissetmişti, doğru, bir yere gitmeliydiler; kaçakçılarının evinde kalacak halleri yoktu ya. Köyüne dönmenin zamanı gelmiş miydi yoksa? Saray buna izin verecek miydi? “Ateş yakalım.” dedi Dalay, Barlas’ın aklından geçen hiçbir sorunun cevabını kolaylaştırmadan, “Hava serinledi ha, ne dersiniz?”
“Ateş mi yakalım?” diye şaşırarak Barlas’ın duygularına tercüman oldu Kıvanç, “Nereye?”
“Buraya bir yere işte.” diye hareketlendi Dalay, “Kaçakçınızın evine dönecek halimiz yok ya.” Kıvanç tam ağzını açıp başka bir şey söylüyordu ki Barlas işaret parmağını dudağına götürüp onu susturdu. Gözlerini hafif kısmış, kaşlarını da çatmıştı. Yeni sorulara hiç de açık gibi durmayan Dalay Fama’nın evhamlı tavırlarını izleyerek ateşi yakma sürecini gözlemlediler; odun parçası, çakmak taşı ve dahası, nasıl da bilgili ve hızlıydı… Ateşi yakmayı başardıktan sonra zoraki olarak yüzünü onlara döndü, “Yaralı değilsiniz ya?” dedi bunu pek ala görüyor olmasına rağmen, “Köy’ün merkez tarafında bir şifacı var, gerçi geçenlerde iki büklüm yerde yatan perişan bir çocuk bulmuşlar, uzun süredir onunla meşgul ancak kötü hissediyorsanız uğrayabiliriz.”
“Yaralı falan değiliz.” diye daha fazla uzatmasına engel oldu Barlas, Dalay etrafına bakar gibi yapıp ona dönmedi, Kıvanç’a üç beş metre ötelerinde duran dal parçasını getirmesini söyleyip onunla iletişim kurdu, Kıvanç dal parçasını alıp geri döndüğünde Barlas’ın etrafı arandığını görüp şaşırdı, kaçakçıyı aramaktan uzaktı bu bakışlar, kaçacak bir yer mi arıyordu?
“Hah evet güzel.” dedi Dalay, Kıvanç dal parçasını ateşe attığında. Sanki üç dört yaşındaki çocuktu bunu yapan, nesi güzeldi bunun? “Pekâlâ, daha fazla diretemeyeceğim,” diye en samimi ve en gerçekçi tepkisini verdi çok geçmeden tam Barlas’ın gözlerine doğru bakıp, “Sizi kaçıran bendim.”
Kıvanç Barlas’ın yanına doğru geriledi, “Ne-? Na-nasıl yani?”
“Ne istiyorsunuz?” dedi Barlas sert bir öfkeyle.
“Ben sadece daha güçlü olmanızı istemiştim.” dedi Dalay, “Hem iyi olmadı mı ki? Saray’da pek bir huzursuzdunuz.” diyerek onlara doğru adım attı.
“Gizliden gizliye gidip geldiğinize göre yaptığınızın hiçbir haklı yanı yok!” dedi Barlas, “Saray’ın haberi var mı bundan?”
“Bizi esir etmeniz de cabası!” diyerek ekledi Kıvanç.
“Hadi ama böyle esarete can kurban çocuklar!” diye güldü Dalay, “Aksine özgür bıraktım sizi ben! Eğer karşılıklı anlaşabilirsek kimse zararlı çıkmaz.”
“Karşılıklı anlaşmak mı?!” diye sesini yükseltti Barlas, “Bunu en başında yapmanız gerekmez miydi?! Bize Saray’dan kaçış teklif edebilirdiniz zaten!”
“Bu kadar etkili olmazdı ama,” diye gülümsedi Dalay, “Kabul edelim.”
“Uzaklaşın!” diye Kıvanç’ı da tutup geri çekildi Barlas.
“Öyleyse üzgünüm, özgürlüğünüz için esaretiniz şart sanırım.”
“Sakın deneme!” diye hiddetlendi Kıvanç, Dalay’ın yeni bir büyü yapıp onları etkisiz hale getireceğini anlamıştı.”
“Sen haddinden fazla özelsin!” diye bir adım daha üzerlerine yürüdü Dalay, Barlas’a bakıp, “Yanımda kalmalısın!”
Dalay’ın gözbebeklerinde ufak bir ışıltı belirmesiyle Barlas’ın gözlerinden şiddetle ışıklar fırlaması aynı anda gerçekleşti; ışıklar Dalay’ın göğsüne birer ok gibi çarpıp yere yuvarlanmasına neden oldu, “İşte bu yüzden özel!” diye keyiflendi Kıvanç. Dalay sinirlenmişti, doğrulup kalkacağı sırada Barlas Kıvanç’ın kolundan tutup hızla koşmaya başladı, birbiri ardınca deli gibi koştular, Dalay’ın ışık topları üzerlerine geldiğinde eğilerek ya da zıplayarak savuşturdular. Onlara en makbul gelen yola, Kurak Orman’a çıkan açıklığa geldiler, Dalay’ı oldukça geride bıraktıklarını anlayınca durup soluklandılar, “Manyak mı ne?” dedi Kıvanç ciddiyetle, “Akıllısı bulmaz mı bizi?!”
Barlas güldü, az önceki gerginlikten sonra iyi gelmişti bu gülme işi; Kıvanç ona iyi geliyordu… Yeniden büyük bir muhabbetle baktı Kıvanç’ın ışıltılı gözlerine, o ışıltının aniden kesilmesi de o anda gerçekleşmişti. Kıvanç omuz bölgesinden şiddetli bir ok yemişti. Şoke olup okun geldiğini yöne baktığında dağlık alanda, çok da uzak olmayan bir tepede Barbarlar’ın dolaştığını gördü; içlerinden birkaçı o tarafa doğru koşmaktaydı, “Kıvanç!” diye bağırdı Kıvanç sendeleyip yere düşünce, “İyi misin?!”
“İyiyim, acıttı ama bayağı.” dedi Kıvanç gülümsemeye çalışıp, “korkma çok derine girmedi, çıkar şu oku hadi!”
“Ne-?” diye ne yapacağını şaşırır vaziyette etrafına baktı Barlas, “Emin misin sen?” Kıvanç kafasını aşağı yukarı salladı, Barbarlar yaklaşmaktaydı! “Şifacı! Ona gidebiliriz, dönebiliriz!”
“Uzatma Barlas! Çek şu oku sırtımdan!” diye kızdı Kıvanç, “Geri dönene kadar ölmüş oluruz! Burası çetrefilli, saklanabiliriz, çabuk ol!”
Barlas biraz da Kıvanç’ın kızmasına gösterdiği alınganlıkla oku öyle hızlı çekti ki Kıvanç inledi, ardından gülerek keyiflendi, “Bu hâlde nasıl gülebiliyorsun yahu!” diye endişeyle yüzüne baktı Barlas.
“Şu toprak işi sırtıma da sıçradı.” dedi Kıvanç ciddileşip, “Anlaşılan ölümcül bir yara almaktan korudu bu sefer beni. Gidelim hadi!” Barlas üzülse mi sevinse mi bilemeden Kıvanç’ı takip etmeye başladı, gece boyunca saklana saklana kaçtılar, Barbarlar kana susamış gibi hiç durmadan hiç yavaşlamadan takip ediyordu, içlerinde en yetkin olanları metrelerce öteden büyüler yapıyor, Barlas nasıl yaptığına emin olamadan karşıtbüyülerle karşılık veriyordu, sabaha doğru soluklanırlarken, “Şu çocukları kaçıran Ejderha gelip bizi de alsa ya!” dedi Kıvanç neredeyse tükenmiş vaziyette, “Gerçi ortalıkta gözükmüyorlarmış bizim Ejderler ama şu an buradan uzaklara götürecek her türlü vasıtaya razıyım!”
“Gittiler mi ki?” dedi Barlas aynı tükenmişlikle, Kıvanç omuz silkti, “Çok susadım ben, buralarda Göl mü var demiştin sen?”
“Kana susayanlar temelli ortadan kaybolsunlar da gideriz oraya!” dedi Kıvanç.
Aynı yerde solukları normale dönünceye kadar durdular, uzaktan gelen o kabûs sesler kesilmiş, Barbarlar gitmişti… Nasıl da rahat etmişlerdi; çektikleri oh içinde bulundukları Kurak Orman’ı bile huzura erdirirdi. Kıvanç, Barlas’a kendisini takip etmesini söyleyip yürüdü, on dakika geçmeden susuzluklarını giderecek olan Uzun Göl’e vardılar; Göl oldukça içilesi duruyordu. Onlar kana kana su içerlerken güneş de yüzünü göstermeye başladı. Barlas susuzluğunu giderdikten sonra uzun bir süre sudaki yansımasına baktı; sanki tüm düşünceleri ve duyguları sıfırlanmış, aklı boşalmıştı... Kafalarını sudan alıp bulundukları yeri daha iyi görürlerken tam tepelerinden, göğün yüksek tabakalarından bir yerden gerçek bir Ejderha geçti! Heyecan ve korku aynı anda uğradı yanlarına, ta oralardan buralara gelmişti kanatlarla beslenen hava. İkisinin de saçları uçuştu rüzgârda. Ejderha bir siluet halinde, sisler arasında Göl’ün öbür yakasına doğru inmeye başlarken uzaklaştılar. Pek tekin sayılmazdı buralar. Kurak Orman’ın derinliklerine doğru yol aldıkları sırada bir yükseltiye kurulmuş olan gecekondunun önünden geçtiler, “Gidip yardım talep edelim mi?” dedi Kıvanç emin olamadan.
“Beterin beteri vardır.” diye kafasını iki yana salladı Barlas.
“Ne yani, Barbarlar bunun için mi peşimizi bıraktılar dersin?”
Barlas duraksayıp idrak etmeye çalıştı, “Ha, yok hayır öyle bir şey demedim ama haklısın, neden olmasın, burada onları korkutan birileri kalıyor olabilir.”
“Boş gibi gerçi,” dedi Kıvanç gitmemek için iyi bir bahane bulmuş gibi, “iyi de şimdi nereye gideceğiz?” Durdular. Birbirlerine ardından etrafa baktılar. Yorgundular ve açtılar. İyi bir duşa, sağlam bir kafaya, yeni yol için sabra ve cesarete ihtiyaçları vardı. Gerçekten nereye gidecektiler, ne yapacaktılar? Barlas’ın gözleri etrafta dolanırken birden bir yere takıldı, uzaktaki çalılıklardan birinin ardında, emekleyen bir bebek vardı… Kıvanç’a herhangi bir şey söylemeden o tarafa doğru koşmaya başladı, Kıvanç anlam veremeden peşine takıldı… Barlas, bebekle arasındaki mesafeyi neredeyse kapatmıştı, bebek minicik bedeniyle yerde emekliyor, büyükçe bir kayaya doğru gidiyordu. Ormandan fısıltıyı andırır sesler yükseldi, sanki bir çeşit uyarıydı bu ancak o daha da hızlandı, nedense kızmıştı, biraz da öfkelenmişti… Yeterince yaklaştığında bebeğe hamle etti, ağaçlar ansızın hareketlendiğinde dehşete kapılıp ürperdi, “Barlas?!” diye seslendi Kıvanç yerinde hoplamasına sebep olup, Barlas döndü, “N’apıyorsun sen? Bana da söyle de beraber yapalım.”
Barlas bir şey diyemeden kafasını geri çevirdi, bebek neredeydi?! Gitmişti! İyi ama nereye? Bu kadar kısa sürede mi? Ardından bunun Suna’nın geçmişine gitmesi gibi bir şey olduğundan şüphelendi, “Şu gecekondu,” dedi, “Yakınına bir yere konuşlanalım, kime ait olduğunu ve nasıl biri olduğunu öğrenelim, belki bize yardımcı olur, ortalık bu kadar karışmış ve kızışmışken yardım almadan eve dönemeyiz…” Kalbinde ise tek bir neden vardı kalmak için, bu kalmaya değerdi; kim bilir, belki o bebek geri dönerdi…
***
Akıntısı ele avuca sığmaz olmuş kasvetli Ölüm Nehri’nin en geniş havzasının dibinde, etrafını kayalıkların, tepesini devasa kara sayvanların çevrelediği bir şey vardı. Güneşi Sevmeyen Kabile ve Gölge Kabile’nin mesken tuttuğu bu şevde İnsanlar, zincirli demir ayakkabılarına göze batacak kadar şekilsiz ve büyük olan kabaralar çakmışlardı. Güneşten soyutladıkları toprak parçalarında hararetli ateşler yakıyor, kaba konuşarak şarkılar söylüyorlardı; doğrusu ağızlarından dolu dolu çıkan uyaklar şarkıdan ziyade küfre benziyorlardı. Çivili topuzları, delik deşik olmuş çelik parçalarına vurarak ritm tutuyorlardı. Gürültü ve hava kirliliğiydi resmen, Peter böyle düşünüyordu ama ne yapsın ki onların da eğlence anlayışları buydu; hele ki bu yapılanların aslında Karanlık Kabile’nin eski tarihine, köküne dayandığını, bir zamanlar Karanlık Kabile’de de bu tarz şeyler yapıldığını öğrendikten sonra el mecbur dayanmak zorunda kalmıştı. Othena bunlardan hoşlanmıyorsa niye Othena olurdu ki o zaman?! Karınları doyuyor, Kabile’yi kurtarmak için planlar yapabiliyorlardı hiç değilse, burada kimse onları rahatsız etmiyordu, Othena olduğu öğrenildikten sonra saygınlıkları çok daha artmıştı; gerçi bu saygınlığı Gölge Kabile Üyeleri değil de Güneşi Sevmeyen Kabile Üyeleri gösteriyorlardı; Gölge Kabile Üyeleri aralarında çok eskiye dayanan bir husumet varmış gibi soğuklardı… O bir yana, yaklaşık beş aydır ona yoldaş olmuş olan Romulus ve artık korumaya ant içtiği Laga da rahatlardı; Sildu’dan Kabile’deki son gelişmeler hakkında düzenli bilgi alabiliyor, hayatının aşkı olduğunu düşündüğü yabancı kızı izlemek için Ölüm Nehri’nin gizli yakasına uğrayabiliyordu. Gölge Kabile’den Karanlık Kabile’ye kadar olan tüm yollar Krallık Üyeleri tarafından işgal edilmişti; her ne oluyorsa son zamanlarda asayiş oldukça sertti. Herhangi bir zamanın herhangi bir noktasında Ker görebiliyor, Barbarlar’ın göğe öbek öbek toz kaldırdığına şahit olabiliyordu. Geçen gün yine hayatının aşkını izlemeye gittiği bir vakit, ötede bir yerde, küçük bir resif üzerinde neredeyse ona yakın Siren gördüğüne yemin edebilirdi! Ortalık çok gergindi, sanki kılıçlar ve kalkanlar çekilmiş vaziyette vakti gelecek olan büyük bir olaya yönelmişti. Romulus’la birlikte garip şeylerin teşekkül ettiğine eminlerdi, Laga’nın bir Keramun olmasının öğrenilmesiyle başlayan şüpheleri, sağdan soldan gelen haberler ve kızışan Diyar’ın ayak sesleriyle birlikte salkım saçak uzanıvermişti. Peter, Kabile’sine dönmenin bir yolunu bulursa bu konuları Sildu’yla yüz yüze görüşmek istiyordu, henüz Sildu’ya bunların hiçbirinden bahsetmemişlerdi. Zaten bazı zaman birbirlerine gönderdikleri Kuşlar Erboslar tarafından öldürülüyor, bu da kısa süreli iletişim kopukluğuna neden oluyordu… “Bunların sorunu ne biliyor musun?” diye yanında bitiverdi Romulus, Peter az önceye kadar oturup etrafa bakındığı kayadan doğrulup Romulus’un gösterdiği yere baktı; çadırlardan birine giren bir grup Gölge Kabile Üyesi’ni gördü. Zaten ayırt etmek çok kolaydı, her ne kadar zamanla iki kabile birbirine benzese de gözleri görülmedik renklere sahip olanları Gölge Kabile’den oluyordu. “Özgürlük, deneyim ve güç anlayışları sinir bozucu şekilde tuhaf işliyor… Az önce bir tanesi az kalsın kolumu kıracaktı, neymiş bağışıklık kazanırmış! Bize garazları mı var yoksa gerçekten böyle mi düşünüyorlar diye şaşıp kalıyorum.”
“Bizimle olmasa bile Karanlık Kabile’ye karşı bir garazları olduğu kesin ama haklısın bakış açıları oldukça garip.” dedi Peter destekleyip, “Bunu daha önce başkalarına da yaptıklarını gördüm.”
“Korkuyor da İnsan.” dedi Romulus, “Dönüşüm geçirsen ayakkabıyla ezerler, büyü yapayım desen gözünü bükerler.”
“Bükemezler.” dedi arkalarından bir adam sesi, irice bir Güneşi Sevmeyen Kabile Üyesi’ydi, onlarla sözlü iletişim kuran sayılı üyelerdendi kendisi, “Son Göz Bükücüler yıllar önce yok edildi.”
“Kim tarafından?” deyiverdi Romulus heyecanla jeton düşer gibi.
“Tahmin edelim,” diye ekledi Peter, “Karanlık Kabile?” Adam kafa salladı, yanına yine aynı kabilenin üyelerinden biri olan zayıf bir kadın gelip kötü kötü Adam’ın suratına baktığında Adam omuz silkip Kadın’la birlikte ayrıldı.
“Elimizden ya da dilimizden ne gelirdi ki Othena’m,” diye Peter’ın yüzündeki kedere ortak oldu Romulus, “Tarihimiz karanlık işlerle dolu. Bazı zaman bizim için hâlâ umut var mı diye düşünürüm.”
“Nasıl yani?” diye meraklandı Peter, bir yanda da öteye baktı, yakılan hararetli ateşlerin birinin dibinde oturan Laga’yı kontrol etti gözüyle.
“Kötüler kaybeder değil mi? Karanlık olanlar?” diye açıkladı Romulus.
“Kötü olduğumuzu mu düşünüyorsun?” diye ifadesizce sordu Peter.
“Kötü doğduğumuzu söylüyorum.”
“Kötü öleceğin anlamına gelmez, ayrıca doğarken kimse iyi ya da kötü değildir; o harika dengede, hiçliğin orta yerindedir…”
“Bazen olduğunuz kişi olmadığınızı düşünüyorum.” dedi Romulus hayranlıkla, bunu kötü anlamda söylemediği ortadaydı.
“Olduğumuz kişi sürekli değişebilir Romulus.” dedi Peter tebessümle.
“Ya iz? Bilek içimizdeki iz?” diye sordu Romulus bilek içini rahatsız edecek derecede Peter’ın gözü önüne getirip.
Peter, Romulus’un sol bilek içindeki yan yatmış kalın çizgiye, o çizginin etrafını saran daireye bakıp huzursuzlandı, aynı anda kendi bilek içini daha çok saklamak istermiş gibi kıyafetini çekiştirip üzerini düzeltiyormuş gibi yaptı,
“Bunlar teferruat.” dedi geçiştirip, “İyi ve kötü olmanın hakikati izlerden ibaret değil, hakikati araman gereken tek yer kalbin olacak. Şimdi gitmem lazım.”
“Nereye?” diye sordu Romulus muhabbete aç vaziyette, ardından aklına gelirmiş gibi kafasını eğdi, “O kadına gidiyorsunuz değil mi?” diye tebessüm etti. Peter da tebessüm ettiğinden olacak bir cesaretle, “Çıplak oluyordu değil mi, ben de gelsem olmaz mı?” deyiverdi. Peter bir anda öyle sert bir bakış attı ki yüzü mahcubiyetle kızardı, “Özür dilerim Othena’m, o sizin kadınınız, bağışlayın.”
“Kendisi de isterse öyle olacak.” diye karşılık verdi Peter anlayışla, “Bakacak başka kadınlar bul, hem bil ki ben çok fazla baktım; önemli olan tensel değil tinsel çıplaklık, asıl o zaman görürsün kime baktığını, ben de görmeye çalışıyorum. Belki haberi olduğunda çok kızacak ancak ona karşı sadece tensel değil tinsel yakınlıkta hissediyorum, ona âşık oldum, anlıyor musun?”
“Anlıyorum Othena’m, tüm çıplaklıklar sizinle olsun.” dedi Romulus ne diyeceğini bilemeden. Peter’ın gülesi geldi ancak gülmedi, kafasıyla selamlayıp yürümeye başladı, ateşin başındaki Laga’nın yanına uğradı, ona tarak sunmalarına rağmen tarağı kullanmamıştı, kıyafet de değiştirmemişti; hâlâ daha beyaz saçları tiftik tiftik, göz altları kesik kesikti. Üzerinde aynı paçavra vardı. Tepkisiz ve düşüncelerle dolu bir şekilde ateşi izliyor, etraftan yükselen sesleri duymuyormuş gibi uyukluyordu. Bundan birkaç ay önce, iyi göründüğünü düşündüğü sırada “Oğlunun adı neydi Laga?” diye sormuştu Peter ona. Her zamanki gibi önce “Yapma.” demişti Laga, ardından güçlükle, “Ayırma beni Aetos’tan…” kelamı çıkmıştı ağzından. Peter bunu hatırlayıp, “Bulacağım Keramun’unu, ona da sıra gelecek.” dedi içinden. Ateşlerin arasından geçip kara sayvanların son bulduğu noktaya kadar yürüdü, güneş yüzü gören toprağa bir çubuk dikmişti, üç günde bir bu çubuğa bakıyor, çubuğun gölgesinin nereye ve hangi uzunlukta düştüğüne göre vaktini denk getirip aşkına gidiyordu; aşkı üç günde bir aynı yerde yıkanıyordu. Nereden geliyor, nasıl oluyor da Ölüm Nehri’nde yıkanabiliyor, yıkandıktan sonra nereye gidiyor hiç bilmiyordu; onun onu izlediği yerden geçiyordu çünkü. O gelmeden Peter çoktan sayvanların altındaki karanlık şeve dönmüş oluyordu… Biraz bekledikten sonra yürümeye başladı, zaten güneş yüzü gören uca kadar yürüdüğünde Nehir’in kıyısına çok az bir mesafe kalıyordu. Kayalıkları aşıp yokuş aşağı indi, o sırada havada hızlı bir şekilde uçan Pegasuslar’ı görüp bir süre saklandı, Pegasuslar gittikten sonra saklandığı yerden çıkıp kaybettiği süreyi dengelemek istermiş gibi adımlarını hızlandırdı; seyirliğinin başını kaçırmak istemezdi. Hayır, sapık değildi! Kendi kendiyle çelişirmiş gibi kendine cevaplar verdi; sapıklık değildi ki bu! Artık izlerken ilk izlemedeki gibi şehevi arzular değil, manevi duygular uyanıyordu içinde; kalbi hızlanarak atıyor, karın boşluğu düğümleniyordu. İlk seferinde bir rastlantıydı, şimdiyse üç gündür bir başına gelen en güzel şeydi bu... Gülümseyerek bir adım daha attı ki biri koluyla omzundan kavrayıp boğazına hançeri dayayıverdi, mıhlanıp kaldı…
“Çok mutlusun bakıyorum!” diye alayla güldü bir kadın sesi, “Şimdi yavaş yavaş yüzünü bana dön ve sakın yanlış bir hareket yapayım deme!” Peter şoke olmuş vaziyette kafasını aşağı yukarı salladı, hançer boğazını çizecek kadar yakındı çünkü. Dönme işleminin sonunda karşısında kısa kızıl saçlı, uzun boylu, gözleri hafif sürmeli, salaş elbiseli, göğsü dövmeli olan aşkını görünce irkildi. “Ne o? Giyinik görmeye alışkın değildin tabii değil mi?!” diye payladı Kadın.
“Ben-şey- Ne diyeceğimi gerçekten bilmiyorum!” diye kekeledi Peter, “Özür dilemeli miyim?”
“Bir de soruyor! Hangi dağdan indin sen?!”
“Ama bakın, ben- ben size aşığım.”
“Tabii ya! Ben de yumuşağım hemen yelkenleri indirirdim böyle söyleyince!”
Peter yutkundu, hançer boğazındaydı, Kadın’ın göğüs kısmından başlayan yılankavi dövmenin boynuna kadar uzanıp boynunu iki tur sarıyor olması epey dikkatini çekmişti, sanki bu dövmeyi daha önce görmüş gibiydi. “Ne o doymadın galiba hâlâ orama burama bakıyorsun!” diye hançerle ufak bir kesik attı Kadın.
“Beni öldürecek misin gerçekten?!” diye birkaç adım geriye çıktı Peter.
“Niye olmasın?”
“İsmini, kim olduğunu öğrenseydim keşke, sonra razıyım ölüme.”
Kadın bir anda afalladı, karşısındakinin akıl sağlığının yerinde olup olmadığını düşünür gibi baktı, “Manyak mısın be sen?” diye sesini alçalttı.
“Kim olduğumu bilmiyorum desem yeridir.” dedi Peter, “Othena diyorlar ama-”
“Ne-?” diye ürperdi Kadın, elindeki hançer yere düşüverdi, bu sefer o birkaç adım geriledi, “İsmim Sofia efendim, kız kardeşimi arıyorum.” dedi bir emre itaat eder gibi, “Ben- Özür dilerim, gerçekten-”
“Amasını dinlemeyecek misin?” diye sıkıldı Peter samimiyetten ödün vermeden, Sofia anlamaz gibi bakınca devamını getirdi, “Bilek içimde işaret falan yok! Dönüşüm yapamıyorum! Kabile’de kendi kovuğuma bile giremiyordum! Tüm bunlara rağmen Othena diyorlar, bu nasıl iştir?”
“Şey-Ne?” diye garipsedi Sofia, az önceki asi tavrı az biraz yerine gelmişti, “Yalancısın o zaman?” Peter kafasını iki yana salladı. “Ne saçmalıyorsunuz anlamıyorum gerçekten, Othena nasıl bunları yapamaz ki?”
“Ben de onun cevabını arıyorum, aynı zamanda Kabile’me geri dönmenin yolunu ve Aetos adında bir Keramun’u. Sen, sen kimi arıyordum demiştin?”
“Kız kardeşim, Arya. En son Kehanet Hanedanlığı’na gitti, sanırım hizmet etmesinde sakınca görmemişler, benim de gitmemi istemişti ama hizmet falan bana göre değil, uzun zaman önce de kayıp olduğunun haberini aldım; üstelik Kihirus ve Veziri ile gittiğine dair söylemler var. Kimisi Batut Köy’e doğru gitmişlerdi diyor kimisi Külem Köy’e doğru, Hanedanlık’ın Temsilcileri de esas olanı gizliyor sanırım, işin içinde başka şeyler de olmalı. Eh, Ekilmiş Sınır’ı aşmanın yolunu arıyordum aylardır, bulamayınca daha fazla vakit kaybetmeden Külem Köy’e gitmek istedim, bugün son gelişim buraya, bir önceki gelişimde ancak farkına varabilmiştim beni izlediğinin!”
“Özür dilerim.” dedi Peter üzülür gibi, “Keşke ilk görüşte yanına gelseydim.”
“Saçmalama!” diye söylendi Sofia, “Yani saçmalamayın lütfen Othena, anadan doğma çıplakken yanıma gelip ses etseydiniz çoktan Ölüm Nehri’nde ölünüzü bulurlardı.” Peter kaşlarını kaldırıp hafif tebessüm etti. “Komik değil, şimdi yolları ayırma vakti sanırım.”
“Ölüm Nehri’nde nasıl yıkanabiliyorsun? Bazıları üzerinden geçmeye korkar?”
“Her karanlığın içinde zayıf bir nokta vardır; yıkandığım yer, Ölüm Nehri’nin kendisinden utandığı, en naif, en zararsız, en zayıf yeridir.”
“Bu yüzden mi bu kadar gizli gibi?” diye sordu Peter, Sofia kafa salladı, “Neyse tekrar özür dilerim, ben de karanlık içindeki zayıf noktayı aranıyordum, kendi karanlığımdan sıyrılmak için, sen iyi bir çıkıştın benim için…”
Bir süre susup hareket etmeden birbirlerine baktılar, “Şu Keramun, Külem’de olabilir mi?” dedi Sofia ansızın.
“Beraber mi gidelim?” diye heyecanlandı Peter.
“Yok, hayır onun için demedim, belki tarif ederseniz orada görürsem diye ama geleceksen gel tabii, hem Külem Köy ile Karanlık Kabile arasında kalan yollar daha sağlıklı sayılır, oradan geçebilirsin.”
“İyi ama Ekilmiş Sınır? Külem’e gidecek başka bir yol kalmadı ki?” dedi Peter.
"Var." dedi Sofia, "Ölüm Nehri ve Tılsım Nehri'nin kesiştiği yerde, Külem Köy'e doğru giden resifler var."
"Sirenler?” diye endişelendi Peter, "Pek hoş karşılayacaklarını sanmam." Sofia başka çaremiz mi var dermiş gibi omuz silkti. “Sen de hissettin değil mi?” diye sordu Peter, “İçinde bir ses, daha önce karşılaştığımızı söylüyor?” Sofia tepkisiz kaldı. “Okuduğum kitaplarda da böyleydi, doğru kişiyi bulduğunda onu çok öncesinden tanıdığına inanırsın.”
“Kitap okumam.” dedi Sofia gözlerini Peter’ın gözlerinden ayırıp, “Gelecek misin gelmeyecek misin?”
“İki kişiyi daha almam gerekecek yanıma, sorun olmaz ya?”
“Kim?” diye sordu Sofia.
“Biri Keramun’un annesi, diğeri de yol arkadaşım.”
“Pekâlâ, öyle olsun, sizi burada bekliyor olacağım.”
Peter kafa sallayıp Sofia’nın yanından ayrıldı, oldukça mutlu hissediyordu. Arkasını döndüğünde Sofia’nın hızla kafasını kaçırdığını gördü. Gölge Kabile’ye döndüğünde Romulus hızla yanına gelmişti, “Çözdüm bunları!” dedi uzundur tek amacı buymuş gibi, “Birkaçının ağzını aradım, bunlar var ya bunlar, Son Göz Bükücüler öldürülürken kıllarını kıpırdatmamış, o yüzden bizimle geçinebiliyor ancak bize karşı soğuklar; hesap sormaya hakları falan yok! Soracak olurlarsa-”
“Kimse hesap sormayacak.” dedi Peter eliyle susturup, “Eşyalarını topla, birkaç erzak al, Laga’yı ben alırım, gidiyoruz buradan.”
“Nasıl yani?” diye şaşırdı Romulus, “Bu da nereden çıktı şimdi?”
“Sofia, adı Sofia’ymış, kardeşini arıyor, eğer onunla gidersek Külem Köy’den Karanlık Kabile’ye geçiş yapmanın daha kolay olacağını söyledi, hem belki Aetos denen Keramun’u orada bulabiliriz.”
“İyi ama Othena’m, ne tepki verdi, nasıl bu kadar eminsiniz?”
“Uzun hikâye Romulus, sanırım hikâyeye benim Othena olmadığımdan başlayabiliriz,” Romulus şok verilmiş gibi irkilip şaşkınlıkla baktı, “şimdi hazırlan ve Kabile Üyeleri’yle vedalaşalım…”
***
Diyar’ın Kuzey’inde, Dev Efsaneleri’nin doğduğu, güneşin batmakta olduğu yerde, Kutsal Göl Ulandı’nın hemen yanıbaşındaki Buz Adaları’nın yakınlarında duran üç kişi vardı. Yorgun ve yalnızlardı; çok büyük bir alanda, etraflarını çepeçevre saran Soğuk Bölge’nin iç dudaklarında kimsecikler yoktu onlardan başka. Gelene kadar giyilecek türden ne buldularsa giyinmiş olsalar da soğuğun iştahlı ağzında iyiden iyiye üşüyorlardı… Dışarıda yaz gelmiş ya da gelmek üzere olmalıydı ancak kara kışta gibi hissediyorlardı, “Merhaba adalar.” dedi Rice dişleri titreyerek birbirine değerken, yolculuk boyunca sürdürdüğü amansız endişesinden uzak bir ifadeyle vermişti selamını, “Memnun oldum…”
“Hayırdır?” diye gülümsedi Sanberk hapşırırken, Arya’nın elinden tutuyordu.
“Çok gezmek istediğim yerlerdendi.” diye açıkladı Rice, “Doğrusu, yola değdi.”
“Görünürde bir şey olmadığına göre daha da derine ilerlememiz gerekecek öyle değil mi?” dedi Arya burnunu çekip, “Feci şekilde hastalanmaktan korkuyorum, bir de benim hastalığım çok çabuk bulaşır, bir taşta üç kuş vurulur vallahi.”
“Kuşlar’dan başka bir şey bilmez misin sen?” diye dalga geçti Rice, Sanberk ona ters ters bakınca gözlerini kaçırdı, “Evet, daha derine gitmemiz gerekecek.”
Erine sıkıla üzerinde durdukları buz dağından inmeye koyuldular, çok geçmedi, Sanberk’in ayağı kayınca öyle bir patırtı koptu ki üçü birden kayarak buz gibi suyun içine düştü, az daha kalırlarsa donacaklarmış gibi can havliyle birbirlerine destek olarak Buz Adaları’ndan birine çıktıklarında aksırıp tıksırdılar, şimdi nasıl kuruyacaklardı?! “Lanet girsin!” dedi Sanberk öfkeyle, “Neden benimle bir düştünüz ki?”
“Kihirus’a bak sen! Hem suçlu hem güçlü!” diye karşılık verdi Rice, “Lanet hiçbir yere girmesin, ırak olsun! Burada su mu varmış?!”
“Ada ya hani, olmalıydı değil mi?” diye dalga geçti Arya, Rice’la ilişkileri son birkaç gündür atışmalı ve daha da samimi gelişmekteydi, altında kalmıyordu.
“Ne bileyim.” diye sorduğu sorunun mantıksızlığını kabullendi Rice, “Kitaplarda çok güzel anlatıyorlardı da!”
“Anlaşılan yazarlar Soğuk Bölge’de, Soğuk bir gölün yakınında, Buz Dağı’ndan buz gibi bir suya düşüp ardından Buz Adası’na çıkmamış!” diye söylenmeye devam etti Sanberk, morali gerçekten de bozulmuş gibiydi.
“Önümüze bakalım artık.” diye sakin bir ses tonuyla orta yolu buldu Arya.
Sakinleşmeye çalıştılar, birkaç dakika sonra öfkelerini dizginleyip etrafla ilgilenmeye başladılar, kuru öksürük de bununla bir başlamıştı! Ama bunlar bir kenara bırakılırsa gözlerinin gördüğü bu bembeyaz alan İnsan’ın içinde küçük bir hoşluk uyandırıyordu, “Doğru mu görüyorum?” diye sordu Rice diğerlerine, “Taş Duvar’dan geçmek kadar kolay mı oldu ne?”
“Evet evet!” diye katıldı Arya Rice’ın işaret ettiği başka bir Buz Adası’na bakıp, bu aynı zamanda gölün üzerindeki en büyük adaydı, “Bir şey parlıyor orada!”
“Parlayan birçok şey var ortalıkta, emin olmadan harekete geçmeyelim.” diyerek uyardı Sanberk.
“İyi de yanına gitmeden nasıl emin olabiliriz ki?” dedi Rice.
“Yanına nasıl gideceğiz ki?” diye ekledi Arya.
“Yüzerek ya da bata çıka gitmeyeceğimiz kesin!” diye tavır koydu Sanberk, “Uzak orası, baksanıza en uçta.”
“Buraya onun için geldik.” dedi Rice, “Geri dönecek halimiz yok, Batut Köy bizi bekliyor, acele etmezsek çok geç olabilir.”
“İki hafta dayanan, iki hafta daha dayanabilir bence.” dedi Sanberk, “Yapmaları gereken tek şey sınıra dokunmamak!”
“Ya çoktan dokundularsa, bundan da emin olamayız ki.” dedi Arya, “Geri dönmeliyiz, geri dönmek içinde buraya geliş amacımızı nihayete erdirmeliyiz…”
Aniden muhteşem bir güçle, altlarındaki adayla birlikte suyun üzerinde yer değiştirdiler, bir anda ortaya girdap falan mı çıkmıştı?! Bunun nedenini anlamak için etrafa bakmaya çalıştılarsa da su üzerinde o kadar hızlı kayıyorlardı ki yüzlerine çarpan rüzgâr bunu imkânsız kılıyordu. Yavaşlamaya başladıklarında, kulaklarında yankılan bir içine çekme sesi duydular, sesin geldiği yöne baktıklarında şoke oldular; bir dev su içmek için ağzını sokmuştu, susuzluğunu gidermiş olacak ki geri çekiliyordu, neyse ki onları görmemişti! Bu da nereden çıkmıştı şimdi! Birbirlerine bakıp sanki Buz Adası üzerine kurulu üç heykellermiş gibi kalakaldılar. Dev, adımlarıyla bulundukları zemini sarsa sarsa Diyar’ın en kuzey ucuna doğru yürüyüp gitti, “Nereye gidiyor?” diye ilk sesli tepkiyi verdi Rice, “Nereden geldi ki?”
“Nedir bu kadar tuhaf olan?” diye meraklandı Arya.
“Bu senin başına her gün falan geliyor herhalde!” diye alayladı Rice, “Konu bu değil ama. Efsanelerden ibaret olduklarını, artık var olmadıklarını sanırdım… En azından su içmek gibi basit bir ihtiyacını giderip kimseye ilişmeden geri dönen türlerinin… Bunlar dost canlısı Devler olmalı...”
“Bizi görseydi öyle olup olmadıklarını uygulamalı olarak öğrenirdik.” dedi Sanberk tebessüm edip, “Bunun da ötesinde İnsanlar’dan uzak durmak için iyi bir mesken tutmuş olmalılar… Karmaşıklığımız ne çok yoruyordur dev beyinlerini; küçükler ama kıyameti koparıp duruyorlar diyorlardır belki…”
“İçimden onun gittiği yere gitmek geldi,” dedi Arya durgun bir ifadeyle, “ama görünen o ki yolculuğumuz burada bitti.”
Sanberk ve Rice Arya’nın ne demek istediğini anlamak için etrafı kolaçan ettiklerinde az önce çok uzak diye konuştukları Ada’nın üzerinde bulundukları Ada’yla çarpışmış olduğunu gördüler. Hakikaten de en geniş adada aradıkları tılsım durmaktaydı, birbirlerine şükrederek bakıp tılsıma doğru adım attıklarında birçok şey aynı anda oluverdi; aniden bulundukları adaya Barbarlar’la birlikte Pegasuslar iniverdi, bir grup Erbos tepelerini çevreledi, bu bir tuzak mıydı yani! “Geri çekilin!” diye bağırdı Sanberk önlerinde duran ona yakın Pegasus’lu Sihirbaz’a, “Üçüncü Kihirus’um ben, bu bir emirdir!” Sihirbazlar oldukça sinir bozucu kahkahalar attı, içlerinden üçü üç farklı büyüyle üçlüyü oracıkta yere serdi; sıkıca bağlayıp Pegasuslar’ına bindirdi. Rice’ın gözlerinden çıkan sapkın büyüler ya da Arya’nın Kuşlar’a çağrısı kâr etmemişti, ortada ne isabet alacak kadar tecrübesiz bir Sihirbaz vardı ne de Kuş. Bağırıp yardım istemekten öteye geçemediler, Pegasuslar havalanırken adanın ortasındaki tılsımı almaya giden Sihirbaz, tılsımın kendisi tarafından şiddetli bir büyüye maruz kaldı. Tılsım hızla aradan sıyrılıp uzaklaşmaya başladı, peş peşe üzerine fırlatılan büyülerden öyle seri hamlelerle kaçındı ki Sihirbazlar şaşırdı. Tılsım yeterince uzaklaştığında, üzerinde “Seni bulmaya geliyorum Hiero!” yazdı, Buz Dağı’na tırmanmakta olan pelerinli, sarı saçlı, siyah gözlü oğlanın karşısına çıktı…
***
“Bugün biraz herkes gibiyim… Yaşanılmış olanlardan haberi olup sakınan da yalanların içinde el mecbur yaşayan da benim… Günü on sekiz saat olan sekter yılın gölgesindeyim; yılın neredeyse yarısına geldiğim, sesli gülünecek bir şaka gibi… Ne zaman bu kadar aciz düştüm, ne zamandır anılardan ibaret düşlerim?.. Bu diyarda bir değilim, değilmişim, umut avcısının lütfudur işittiğim… Orada bir yerde gerçek bir dost varsa, elbet uzanacak yardım elim… Susmayacak laneti susturana kadar iç sesim… Herkesim ben… Hikâyesi er geç unutulacak, mısralarını güneşte kurutacak bir şairim… Işığın uzamsal arafında, karanlığı zaman zaman boğan isimsiz katilim… Yalnızlığın herhangi bir örneği, düşlerin lekeli bir timsaliyim… En güçlü büyülerle korunan kalplerin, en özel duygularla beslenen zarafetin içindeyim… Ötesinde bir şeyler var göremediğim, ne haddi kaldı ne hesabı gözlerime inen perdelerin; perdelerimde maskeler geziniyor, hakikatin nabzı ellerimde atıyor… Şimdi uykuya teslim olup, gözlerimi açtığımda perdeleri sökeceğim… Adım Işıkkıran’sa, uykunun krallığında, karanlığın kisvelerce örüldüğü bu laneti de kırmadan geçmeyeceğim…”
Sigun Awilda’nın ailesinden ve içinde kavrulup yiten benliğinden kaçıp yıllar boyu mesken tuttuğu Ungan Köy’de, Diyar’ın başka köşesinde görülemeyecek ya da pek az rastlanılabilecek devasa bir karışıklık cereyan etmekteydi. Köy, Lahit Zümrüdi, Hakikat ve Savaş üçlüsünün pek yakın zamanda vuku bulacak şeytan üçgeninin merkezindeydi sanki; göçenler, kalıp savaşacaklarını söyleyenler, neler olup bittiğini görmeye gelenler, Oceanos Üyeleri ve misafirler… Aras’ın Alp’e aktardığı olup bitenin, Sigun Awilda, Tomris Gelasius ve Halia Neria gibi önde gelenlerin doğrulamasından beri bir girdap misali etraftaki enerjiyi emdiği su götürmezdi; haliyle bu enerji yoğunluğu çevre sakinlerini ve Oceanos Tedanlığı’nı kendine çekmişti… Yaşam Denizi’ne en yakın olan köşeye kurulu iki katlı evin önünde Geyikler bile etrafı çevrelemişti. Karışıklığın tek nedeni kalabalık olsa yine iyiydi, küçük bir kaosa teğet geçen bu karışıklığın ana sebeplerinden biri de her kafadan bir sesin çıkmasıydı; seslerin çıktığı kafalar birbirinden değerli olunca, ismi olmuştu entelektüel kargaşa! Tinsel sorunların usa en yakın olduğu civarda, kopuyordu serkeş fırtına… “Ne zaman uyudu?” diye sordu Aras Evrim’e, Evrim gözlerini Oceanos’ta onları kovalayan Olin ve Faern’den ayırmadan yüzünü yarım döndürdü, bu cevap değildi elbette ama konuşmadı da, “Evrim Abla?” diye yineledi Aras.
“Çok olmadı.” dedi Evrim sonunda, onlardan epey iri olan Olin ve Faern meşguldü neyse ki; etrafları kendilerini refah içinde yaşatan Oceanos Tedanlığı’yla en sonunda tanıştıklarına inanamayan Ungan Köy Sakinleri’yle çevrilmişti. “İki gündür uyumuyordu, bırakalım uyusun.”
“Uyusun tabii, ona bir şey dediğim yok.” diye eseflendi Aras, “Sırası değil ama uykusunu kenara bırakamaz ya, doğru düşünmesi için uykuya da ihtiyacı var...” Aras’ın son kelimeleri kendi kendini teselli eder gibiydi, etrafına bakıp sıkıntıyla saçını kaşıdı. Sigun Awilda yüksek tepede bir yandan misafirleriyle ilgilenmeye bir yandan da Halia ile Cüce’nin söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Tomris, Dordie ile Andonios’u iki yanına almış, Köy Sakinleri’nden acayip sıkılmışa benzeyen Olin ile Faern’i kurtarmaya çalışıyordu; Hansel ve Cansel Köylü’ye uzak durmalarını ve artık konuşmamalarını söyleyerek yardımcı oluyordu. Emma az önce Aras’ın ayrıldığı köşede tek kalmış vaziyette sanki kendisine epey kızılacakmış gibi Olin ile Faern’in gözleri içine bakıyor, herhangi birinin ürkütücü gözleri üzerine dikeldiğinde derhâl göz kaçırıyordu; buraya bizzat gelmelerinin esas sebebi, Emma’nın Deniz Halkı’na ait olan keskin sesini Tedanlık dışında, Denizler içinde değilken kullanmış olmasıydı! “Lütfen her şey olacağına varsın artık…” diye geçirdi Aras içinden, bu gergin bekleyiş, bu kasvetli kargaşa küçük kalbine fazla geliyor gibiydi; üstelik tüm bunlara kendisinin sebep olduğunu bilmek daha da çekilmezdi... Alp de bir şey yapmamıştı ki! Yaptığı şey birkaç gündür uyumadan düşünmekti! Oysa o yüz yüze geldikleri an bir şeylerin ortaya çıkıp bu durumdan onları azat etmesini beklemişti; bir çeşit efsun ya da kıymetli bir büyü gibi! Umuyordu ki uyandığında harekete geçeceklerdi, “Her yere baktık, yakın civarda Krallık Üyeleri’ne dair bir iz yok.” diye yanında bitti Elduin, Rostina da hemen onun arkasından çıkageldi.
“İlginç.” dedi Aras, “Oysa burada olup bitenin farkında olduğu kesin.”
“Şu Kraliçe’den bahsediyorsun değil mi?” diye sordu Rostina, Aras kafa salladı, “Her kimse zeki olduğu belli, bu da bir çeşit savaştır, psikolojik kayıplara neden olur, Alp nerede, kendine geldi mi?”
“Kendine gelmeden önce uykusu geldi!” diye mızmızlandı Aras, “Umarım kendine gelme işlemi uyku esnasında da gelişme gösterir.”
“Başka zaman görecek olsam Krallık’tandır diye savaş açardım.” dedi Rostina Olin ile Faern’i gösterip, “Ne kadar iri, soğuk ve tekinsizler…”
“Savaş mı açardın? Bunu düşünemeden haklanacağın kesin olurdu.” dedi Elduin endişeyle, “Neyse ki bizim tarafımızda olmaları rahatlatıyor.”
“Onlar tarafsızdır.” diyerek yanlarına geldi Emma, “Yani… Tarafsızız…”
“Ona ne şüphe, birkaç yıldır olup bitenden haberiniz bile yokmuş.” dedi Dordie, kafasını çevirip Tomris’e baktı, anlaşılan yanından ayrıldığını anlayamayacak kadar kafası meşguldü, rahat bir nefes aldı, “Andonios’u anladım da beni neden bu kadar sıkıyor hiç anlamıyorum.” diye de ekledi.
“Acayip gerildim.” dedi Aras afakanlar basmış gibi.
“Sakin ol…” diye yatıştırdı Dordie, “Fırtına öncesi sessizlik gibi bu, zafer öncesi gerginlik sayabiliriz.”
“Sayabiliriz değil mi?” diye yatıştı Aras, “Lütfen öyle olsun çünkü.”
“Gerginlik pek yaramamış sanırım,” diye gülümsedi Emma, “yaşının insanı oluyorsun böyle olunca; basit ve çocukça.”
Emma her ne kadar gülümsemiş olsa da Aras’ın yüzü düşüverdi, gururu incinmiş gibiydi, kaşlarını çatıp ciddileşti, “Çocuk olma hakkımı kullanıyorum, fırsat varken…” dedi, “Yaşımda yaşımın insanı olamayacaksam…”
“Bir şey demedi canım,” diye güldü Rostina Emma’yı korumak ister gibi, şu Pegasus kaçırma olayından bu yana epey hayrandı Emma’ya.
“Aras…” diyerek sohbeti durgun ve sert biçimde kesti Evrim, bir an için öyle orada değilmiş gibiydi ki Evrim’in orada olduğunu hatırlamak birçoğuna değişik bir deneyim gibi gelmişti, “Biraz konuşalım mı?”
Aras, Emma’nın ondan özür diler gibi üzerine adadığı bakışlarına tebessümle karışık hafif bir selam verip başka bir köşeye çekilen Evrim’in yanına yürüdü, vakit ilerlemişti ve kalabalık yavaş yavaş dağılıyordu, bulutlar birbiri ardınca yer değiştirip Ungan Köy’ü yakından izlemek için yarışa giriyordu… “Az önce de bunu yapmaya çalıştım ama pek oralı olmadın Evrim Abla.” diye konuşmaya girişti Aras, “Bir sorun mu var?”
“Kıvanç…” dedi Evrim yüzüne türlü duygu akın ettiği sırada, “Bana ondan bahseder misin biraz daha?”
“Kısa ve öz olsun istemezdim ancak öyle olacak, seni gerçekten çok seven bir komedyen… Evet, bebeğin babası da çok ama çok yüksek ihtimal o.”
“Ben…” diye lafının devamını getiremedi Evrim, “Bunları zaten söylemiştin…”
“Evet biliyorum ama duymak istediğin nedir ki?” diye meraklandı Aras.
“İyi anlaşır mıydık onunla?”
“Birlikte bebek yapacak kadar iyi anlaştığınız kesin,” diye kızararak gülümsedi Aras, “Birbirinize gerçekten âşıktınız, hâlâ öylesiniz biliyorum, o da bir şekilde seni arıyordur zihninde; gerçeğiniz birbirinize olan bağlılığınızdan besleniyor…”
Evrim, Kıvanç adını ilk duyduğu anda olduğu gibi başından aşağı kaynar sular boşalmış gibi hissetti; henüz hakikati olduğu gibi idrak edemese de hakikatin getireceği büyük mahcubiyeti iliklerine kadar hissediyordu. “Bence akşam yemeğine hazırlanma vakti!” diye hepsini buyur eder gibi seslendi Tomris, Hansel ve Cansel’le giriştiği dağıtma operasyonunu başarıyla tamamlamış gözüküyordu. Sigun birkaç kelime daha edip misafirlerini uğurladı.
“Halia!” diye derinden gelen bir sesle yanlarından geçmekte olan Halia’ya seslendi Olin, Halia yüzüne döndüğünde ekledi, “Emma’ya söyler misin artık yanımıza gelsin, biz yanına gidemiyoruz, etrafı küçük İnsanlar’la çevrili ve Oceanos’ta onların bize baktığı şekilde birbirimize hiç bakmayız!”
“Koca Ocean olacaklar bir de alt tarafı birkaç çift göz, ne varsa utanacak.” diye mırıldanarak söylendi Halia, “Emma! Soydaşların seni bekliyor, yemekten önce bir konuşmanız gerekiyor sanırım!” diye bağırarak huysuz bir ihtiyar gibi mırıldana mırıldana Sigun’un peşinden eve girdi.
“Pekâlâ, daha da kaçış yok!” dedi Emma Aras’a gülümseyerek, Aras bunun Merkez Köy’e yolculukları esnasında Barbarlar’dan kaçarken kendisinin söylemiş olduğunu çok sonra hatırlayacaktı, “Siz keyfinize bakın, zira benim keyfim epey kaçabilir…” Diğerleri bir şey diyemeden Emma’nın arkasından bakakoyuldu, Olin ile Faern Emma’yı ortalarına alarak az önce Sigun’un misafir uğurladığı tepeye doğru yürüdü, tepenin ötesine doğru inerlerken Emma’nın bedeni etrafında ciddi bir enerji dalgalanması olduğunu ve akabinde tıpkı onlar gibi iri bir cüsseye büründüğünü göz ucuyla yakalayabilmiştiler…
“Geçek hali nasıl acaba, bir gün görebilir miyiz dersiniz?” diye sordu Elduin.
“Gidip görebilirsin!” diye tersledi Aras, “Gördüğün şey gerçek hali falan olmayacaktır, sizi bilemem ama benim gerçeğim gözlerimin ilk gördüğüdür…”
“Gerçekliğin öneminden ya da sonuçlarından bahsetmeyeceğim.” diyerek hafif alınmış gibi konuştu Rostina, “Ne de olsa şu an gerçeklik hakkında hepimizden çok fikir sahibi olan senmişsin gibi görünüyor Belkıya.” Aras bir an kendine yakıştırdığı ve başkaları tarafından da yakıştırıldığı lakabı duyunca durakladı.
“Belkıya mı?” diye sorup girdiği bunalımdan az da olsa sıyrılmaya çalıştı Evrim, “Işıkkıran, onun diğer adı neydi, Kurakhan… Artist misiniz nesiniz?”
Evrim’in mimik ve jest konusunda epey başarısız olduğu bu gelişigüzel esprisi bir anlık afallamaya ardından da kesik bir gülüşe neden oldu, “İşte o da böyleydi,” diyerek Evrim’i yeniden bunalıma sürükledi Aras, “Hâlâ daha böyledir eminim.” Aras, Kıvanç’a atfını bitirip gözlerini Emma’nın henüz gelmediği tarafa diktiği sırada, Rostina ile Evrim arasında imalı bakışmalar gidip geldi. “Siz içeri girebilirsiniz, ben Emma’yı bekleyeceğim,” diye devam etti, “Söz konusu Oceanos olunca bu bekleyiş birkaç yılı bile bulabilir!”
Aras’ın son lafı üzerine hareketlendiler, onlar peş peşe içeri girerlerken Emma yeniden dönüşmeyi unutmamış vaziyette tepenin üzerinde göründü, vedalaşıyor gibiydi, Aras Olin ile Faern’in gideceklerini anlayınca koşarak tepeye yetişti, “Gidiyor musunuz?” diye seslendi tepeye vardığında, Olin ile Faern vakur bir tavırla arkalarını döndü.
“Vakti geldiğinde yeterince tanışırız Belkıya…” diye imayla selamladı Faern.
“Evet, en azından Emma böyle söylüyor…” diyerek katıldı Olin, “Biz de ona inanıyoruz, bizi seninle kalmak ve vakti geldiğinde seninle dönmek için ikna etti, doğrusu bu kadar çabuk ikna olmazdık ancak işin içinde İumathias varmış, yeni öğrendik bunu… Yine de daha erken ziyaret etmek isterseniz buyurabilirsiniz, öve öve bitiremediğin Yoldaşlar’ı da getirirsin… Olur mu?”
“Neden olmasın, yeniden birlikte olduktan sonra…” diyebildi Aras yalnızca, Olin ve Faern tekrar selam verip uzaklaşmaya başladığında, “Keşke bizimle biraz ilgili olsaydınız…” dedi düşük sesli bir veda selamıyla.
“Ben ne güne duruyorum burada?” diye her zamanki gibi iç ferahlatan gülümsemesini attı Emma, gün batmak üzereydi, zümrüt yeşili gök siyaha bürünüyor, rüzgâr etraflarında çok ağır dolanıyordu, “Düşünce yapılarımız pek uyuşmuyor ona şüphe yok,” diyerek açıklamaya başladı Emma, “zaman ve mekâna, ölüm ve yaşama dair bulgularımız ve deneyimlerimiz çok farklı… Sen de katılırsın Belkıya, bazı kavramlara bakış açımız değiştiğinde, düşünce yapımız da değişir; yaşamımızın büyük bir kısmı, baktığımız açıyla yakından ilgili. Tedanlığımın Diyar’ın bütünüyle ilişik kurma biçimini telafi etmeye çalıştım, çalışacağım, yine de bu beni günah keçisi yapmıyor; doğru ya da yanlış değil. Doğru ve yanlış da birer kavramdır ne de olsa, öyle değil mi?”
“Yaşlı Kadın da sendin…” diye üzerinde düşündüğü bir şeyden artık emin olmuş gibi konuştu Aras, “Merkeze seni alan ikircikli gelecek… Neden ben ya da neden sen peki Emma? Diyar henüz varlığını bile koruyacak durumda değilken, böylesi ele geçirilmişken, her ihtimali göze alıp şekillendirdiği gelecekte niçin bize roller biçti?”
“Geleceğin de geleceği vardır Aras, gelmeden bilemeyiz...” dedi Emma.
“Peki İumathias, bana artık ondan bahsetmen gerekmez mi?”
“O biraz uzun hikâye…” diye anlayış gösterdi Emma, yorgun düştüğü belliydi, “Bugün yeterince şey konuşup yaşadım, son birkaç aydır olduğu gibi, fırsat bulduğum en yakın zamanda anlatırım ama o zaman bu zaman değil.” Aras kafa salladı, gözlerini devirip önündeki toprağa ardından gökyüzüne baktı, göğün yeşil boyası çoktan akmıştı, geriye gecenin hakiki siyahı kalmıştı; neyse ki lanetin üzerini kapatamadığı şeyler de vardı…
Çatal bıçak sesleri, yutkunmalar ve nefes alış verişler… Birçoğuna göre görkemli gelebilecek akşam yemeğinde hâkim sesler bunlardan ibaretti. Kalabalık bir yemekti tabii; Sigun, Tomris, Halia, Cüce, Hansel, Cansel, Elduin, Rostina, Aras, Emma, Evrim, Dordie ve Andonios. Kimse es geçilmemiş, olacağına varacaklara ramak kala herkes bu ziyafetin bir parçası oluvermişti. Hepsinin üzerinde bir suskunluktur zincirliydi; nedeni belki keder belki de bekleyişti. Bakışmalar ara sıra yoğunlaşıyor, karınlar doyuyor, sese olan açlık askıda kalıyordu, “On üç kişiyiz…” dedi Aras bu açlığı gidermek isteyerek.
“İçimizi rahatlattın.” diye alayla tebessüm etti Halia, “Siz çocuklar yok mu…”
“Hurafeler bu görkemli geceyi kirletemezler…” diye hevesle katıldı Dordie, “Günün birinde başka başka İnsanlar’la bir araya gelip, başka başka konular üzerinde tartışabilecek kadar işlerin değişeceğine inanmazdım.”
“Yaşın küçük.” dedi Tomris, “İnanamayacağın çok şey gelecek başına…”
“On dört,” diye araya girdi Cüce, “Işıkkıran’ı saymadın anlaşılan.”
“Ne fark eder ki?” dedi Sigun, “Yeterince lanetliyiz.”
“Uyuyor mu daha?” diye sordu Emma.
“Uyumuyor…” dedi dinç bir ses, yemek masasından çıkmadığı kesindi, hepsi birden kapı eşiğine döndü, Alp karşılarına dikilmişti, “İyi akşamlar…”
“Hoş geldin Işıkıran!” diye keyiflendi Andonios.
“Sonuç?” diyerek Alp’in kendisine bakmasını sağladı Evrim, Alp kısa süreli bir bakış ardından gözlerini derhâl kaçırdı.
“Ne sonucu? Karnını doyursun önce.” dedi Rostina kızar gibi.
“Aç değilim.” dedi Alp, “Hansel en sevdiğim bisküvileri koymuş yanıma, doya doya yedim, yerken de düşündüm tabii, artık bir karara varmam gerektiğini…”
Masadakiler yerlerinde kımıldanıp büyük bir merakla Alp’in gözünün içine baktılar, “Vardın da sanırım…” diye ekledi Tomris, Alp kafasını aşağı yukarı sallayıp onayladı. “Nedir peki?” dediler Sigun ve Halia bir ağızdan.
“Gidiyoruz.” dedi Alp, “Dostlarımızı bulup laneti kovmaya, hakikatimizi yeniden kazanmaya; bunu başarana kadar da geri dönmeyeceğiz buraya.”
“Nereye, kiminle?” diye üzüldü Dordie.
“Aras, Emma, Evrim, Rostina, Elduin ve Ben elbette, önce malikâneme, ardından da diğer köylere; Saray’a, Hanedanlık’a, gerekirse Kabile’ye, onları bulmadan durmak yok bize.”
“Ama… Ama…”
“Burada kalarak hiçbir yere varamazlar, bunu sen de biliyorsun Dordie.” diye teselli etti Sigun, “Bize geri dönene kadar bekleyip, Diyar’ın bütünlüğü adına olduğu gibi yaşamak düşer.”
“Beni de götürün olmaz mı?” dedi Dordie, bunu Alp’e bakarak söylemişti.
“İzin alman gereken o değil benim Dordie,” diye kızdı Tomris, “hiçbir yere gitmiyorsun.” Dordie’nin yüzü düşüverdi, “Ama sözüm olsun onlar yakın zamanda dönmezse birlikte gideriz olur mu?” Dordie her ne kadar öfkelenmiş olsa da bu söz onu yatıştırdı.
“Geri dönün.” dedi Sigun, “Torunumla birlikte, yapabilirseniz… İşler sarpa sardığında yardıma ihtiyacınız olacak, yanınızda olduğumuzu unutmayın.”
“Şimdi mi gidiyorsunuz?” diye sordu Halia anaç bir ifadeyle.
“Öyle değil mi?” diye destekledi Sigun, “Ses tonundan çıkardığım buydu.”
“Evet öyle olacak, yani, yol arkadaşlarım için de uygunsa.” Hepsi birden kafa salladı, Alp Evrim’e baktığında Evrim’in sert bakışlarıyla karşılaştı, Alp’in, kendisine kalmayı teklif edeceğini anlamış olacak ki bunun sözü bile açılmadan reddini beyan ediyordu. Ayaklandılar, kalktığında zemine en sağlam basanlardan biri de Aras’tı, yüzünde başarmış olduğu için huzurlu bir tebessüm vardı, nedense Alp’in gelip kendinden emin bir biçimde iki çift laf etmesi hepsini rahatlatıp cesaretlendirmişti…
Gecenin hafif esintili ayazında yürümeye başladılar Kurak Orman’a, yıldızlar küçük beyaz birer güneş gibi yollarını aydınlatırken, gri sis her birini sakladı Lanetli Diyar’ın gözlerinden... Sakındılar sözlerinden, düzene soktular yürüyüşlerini ve geçip giderken kapattılar izlerini… Ungan Köy’e girmek ve Ungan Köy’den çıkmak ancak bu kadar özel hissettirebilirdi; sisin dahi yaverlik ettiği sınırları aşmak, Diyar’ın kapalı bir odasına girip çıkmak gibiydi, “Aklında ne var?” dedi Aras, Alp’i yemekte gördüğünden bu yana sessiz kaldığı her anda mırıldanırken yakalamıştı ve Alp bunu şimdi de sürdürüyordu…
“Ne yok demek istedin sanırım?” diye tebessüm etti Alp, “Birçok şey yok… Ve ben hepsini bir araya geldiğimizde yeniden var edeceğim…”
“İyi ama nasıl?” diye hevesle sordu Aras, gözleri ışıl ışıldı, “Ortada lanet varken, nasıl yoktan var edersin?”
“Yoktan var etmek değil bu, yaratıcının işi o, her kim, her ne yapmış olursa olsun, büyünün hükmünde yoktan var edilemez, vardan da yok… Yok edemedi. Senin yahut bir başkasının zihninde hakikat varken, niçin bizim zihnimizde yer bulamasın? Hem de tam da ihtiyacımız olacağı şekilde...”
“Lütfen Alp Ağabey, söyle artık, ne yapacaksın?”
“Zihinlerimizi birbiriyle besleyip, hakikati alacağım, sen de aracı olacaksın.”
“İyi ama bu…”
“Bu her birimizin lanetten sonra yaşanan her şey hakkında bilgi sahibi olması demek… Birbirimizin yaşadıklarını birebir yaşamışız gibi paylaşacağız.”
“Bunun için yeterince yetkin olduğuna emin misin?” diye endişelendi Aras, “Ya fazla gelir de ya ters teper de lanetten sonrasını da unutuverirseniz?! Bu tam bir felaket olurdu, hikâyenin mutsuz sonu!”
“Mutlu sonlar klişe artık Aras…” dedi Alp, Aras beyninden vurulmuşa döndü, “Ama meraklanma, güven bana, olacağından emin olmadan yapmam bunu...”
“Hiçbir zaman olamayacaksın ki!” diye sesini yükseltti Aras, “Büyünün tüm civarlarında dolandım ben Alp Ağabey, bana büyüye dair ne varsa öğrettiler, yaş ve yaşanılmışlık gerektiren büyüler hariç her büyüyü yapabilecek düzeyde olduğumu biliyor muydun? Ama bu yapabileceğim anlamına gelmez ve iyi öğrendiğim şeylerden biri de bir büyüyü yaparken hiçbir zaman teşekkül edeceğine emin olamayacağındır…”
“İleride zayıf noktan olacaksa o da bu olurdu herhalde.” diye az biraz şaşkın az biraz da meydan okur gibi konuştu Alp, “Risk alamamak… Oysa dediğin doğru, hiçbir zaman emin olamazsın ve risk alırsın, risk büyünün bir parçası Aras, bunu kimse reddedemez, eğer bahsettiğin dostlar birlikte çok iyi mücadele ettiğimiz dostlarsa, Yoldaşlar senin gözünde kutsallarsa, eğer zamanında birlikte düşüp birlikte kalktıysak ve beraber kararlar aldıysak, şimdi bana bak, ben herkesim… Şu an ben, avladığın umudu serbest bırakacak olan elçiyim, o umut ya kaçıp gider ve geri dönmez ya da onu özgür bıraktığım için minnet duyarak katlanır… Onlar da bunu tercih ederdi, ya hep ya hiç deseydin, en azından hep ihtimali var derlerdi, hiçlikte hiçliğe karışmaktan iyidir öyle değil mi?..”
“Ne zamandır örüyorsun büyünü?” diye hayranlık ve endişe karışımı bir ifadeyle baktı Aras.
“Sen karşıma çıkıp hakikatten bahsettiğinden beri… Bilirsin, hazırlık aşaması vardır, her büyü için aynıdır, hazırlığı yapmıştım, seninle konuştukça büyüyü özelleştirecek olan adımları attım ve şimdi bitişe varmak üzereyim, diğerlerini bulana kadar da bekleyecek bu büyü, demlenmesi onu daha gerçekçi kılacaktır; zaman bize yaramadı ancak umudu özgür bırakacak bu büyüye yarayacaktır…”
Aras kafasını hafif sallayarak sessiz kaldı, risk demek çılgınlık demekti, o sıra Alp’in dediğine katılırcasına Orabel ve Ondria’dan aldığı derslerden birini hatırladı, “Son aşamaya dair başka bir unsur da ya son sözdür ya da son sözden sonra geçecek olan uzun zaman; bir büyünün varlığını kotardığı en güçlü anı, ya doğarken vuku bulur ya da ölene yakın…” Ya ölene yakın yapılamayıp da ölürse ne olacaktı? Örgüsü böylesi uzun süren bir büyünün ölümü en az bir ayı bulacaktı ancak bir ay diğerlerini bir araya getirmek için yetecek miydi? “Yetmese de olur,” diye de geçirmen edemedi içinden, “ya hep ya hiç saçmalığını ertelemiş olurduk! Başka bir yolu olmalı ne de olsa…” Sisin azaldığı yerlerde büyük bir korkuyla etraflarına bakıyorlardı, kuş uçmaz kervan geçmez Kurak Orman çok popülerdi ne de olsa şu sıra! Korinna’ya, varlıkların değersizleşen eşyalarını, değersizleşen duygularını ve hatta değersizleşen hayatlarını bırakıp gittikleri Terk Çöplüğü’ne, ikisini birbirine bağlayan isimsiz köprüye sormak gerekirdi Diyar’ın en büyük lanetine ev sahipliği yapmaktan memnunlar mı diye… Gerçi illaki isim verilmişti o köprüye Krallık Üyeleri’nce, bu yüzden belki de memnundu köprü bir kimliği var diye, inilecek olursa bu düşünselin daha özüne, sormak gerekirdi elbette: Kimlik sahibi olmak değerli miydi bu kadar, ne de olsa asrın özeli kimliksizdi…
Zaman geçti, çiseleyen yaz yağmuru yarımayın ışığı altında rüzgârla raks etti, toprağa düşen her bir damla hayat suyu oldu tohumlara… Lanetin başladığı gecenin aksine, boğulmuyordu hayat suyunda tohumlar… Tabiat dost canlısı bir edayla sardı Diyar’ın etrafını… Zaman geçti, yağmur dindi, toprak yeşerdi; rüzgâr raksına karanlığı aldırmadan yarımayla devam etti… Barlas’ı, Yoldaşlar’ı ve hatta cümle ahaliyi kasıp kavuran mesele, başkaldıramadı bu sefer ne Toprak Ana’ya ne de Diyar’ın kendisine... Öyle bir an, farklı yollardan, aynı umutlar içinde buluşuverdi Yoldaşlar… Güneş doğuyordu, Kıran Malikânesi’nin önünde, uzundur beklenen şey vuku buluyordu; Yoldaşlar her ne kadar yabancıya bakar gibi olsalar da birbirine bakıyordu… Oradaydılar işte! Barlas ve Kıvanç hemen yanlarına varmış olan Ecrin ve Aetos’la, Malikâne’ye doğru adım atan grubu gözlüyordu… Aras’ın gördüğü manzara karşısında dili tutuldu, Alp’le göz göze geldiğinde Alp yüzünün aldığı biçimden arayacakları kişilerin ayaklarına kadar gelmiş olduklarını anladı… İçini delicesine bir huzur kapladı, aynı şey diğerlerinin de başına gelmişti; birbirlerinin hakikatlerine dair en ufak bir şey hatırlamasalar da hissedilenler bir şekilde dolmuştu hatırlarına…
“Ya doğarken ya da ölene yakın…” dedi Alp sanki son cümlesini söylemiş gibi, Aras’ın ve Emma’nın gözlerine bakıp mavinin ve yeşilin nabzını yokladı, “Öyleyse doğalım…” Alp’in gözleri delicesine parladı, dört yandan ışıklar kırılıyor, üzerinde durdukları zemin sarsılıyordu, diğerleri ağızlarını açamadan büyü gözleri ele geçirmişti; ışık her birinin gözlerinden sekerek çeşitli renklere bürünüp kenetlendi, Aras’ın gözleri bu kenetlenmeye dâhil olduğunda çok da uzaktan gelmediği kesin olan dehşet dolu bir kükreme sesi geldi… Tabiat Yoldaşlar’ın etrafından çekildiğinde, Almis küreden henüz görebildiği manzara karşısında eli titreyerek birkaç adım geriledi; Alm duvarlarında bulunan kristaller ufak bir öfke kriziyle paramparça oluverdi. Ya hep ya hiç diye yapılmış olan büyü sona erdiğinde, huzur delindi, bakışlar keskinleşti, tüm gözler birbiri üzerindeydi…
-{.o.}-
Bölüm Sonu
“Şeytan yürür,
Öksüz bir baskıdır felaketi çağıran,
Kavga ürür,
Özgürlüğün savaşıdır asıl olan,
Erdem ölür,
Hakikat ve nimetleriyse kısıtlanan,
Sınır çürür,
İyi ve kötüyü ayıran…”( Akel Agathias / Othena-Derlemeler )
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lütfedilmiş ( GDS )
FantasyWattpad'de "Gizem Diyarı Serisi (GDS)" adı altında, 4 Kitap (Uyanış, Yoldaşlık, Direniş, Özdüşünsel) olarak yayınlanmış, sonrasında "Lütfedilmiş" ismiyle 2 Cilt olarak basılmış olan hikâyenin tam versiyonudur... /* "...şüphesiz ki yaşananlar, bu mas...