Elimdeki kitabın son sayfasını da okuyarak çantama atmış, müptelası olduğum fakülteme doğru ilerlemeye başlamıştım. Kendime has rutinlerim vardı ve bu rutinler hayatımı oldukça klasikleştirse de vazgeçemeyeceğim kadar dolu doluydu. Geceleri uyuyamazdım, sokağa çıkar dolaşırdım çünkü bu beni tatmin ederdi. Sabahları birkaç saat uyur, şekersiz kahvemi yudumlayarak fakültemin yanındaki parkta oturur kitap okurdum. Ah ve evet, bu rutinlerimi gerçekleştirirken yanımda bir kişinin varlığına ihtiyaç duymazdım; bir kedi, bir köpek, ağaç dallarının arasına saklanmış bir serçe ve güzel kokularıyla çiçekler yeterliydi pek âla.Fakültemin girişinde her zamanki gibi insan analizlerimi yapıyor ve iki yüz kişilik anfimizde bugünkü dersin kritiğini çıkartıyordum. Tekrardan, Bay Platon'un Bıyığı ile görüşeceğimi düşünmek tüylerimi diken diken etse de bu adamdan nefret ediyor değildim. İnsanlardan kolay kolay nefret etmezdim çünkü bilirsiniz, nefret de sevgi kadar önemli ve özel bir duyguydu. Henüz bu iki duyguyu da karşılayacak kişileri bulamamış olmakla birlikte aradığım da pek söylenemezdi.
Anfiye gelerek her zamanki yerime oturarak sınıfın dolmasını bekliyordum. Yavaş yavaş dolan sınıf mutsuz suratların hakimiyetine girmiş, her daim aptal gibi gülen Jung Hoseok bile sessiz ve suratı asık bir şekilde sırasına yerleşmişti. Oldukça garipti, bu adamın gülmediğini neredeyse hiç görmemiştim zira kendisiyle oldukça barışık bir tipti. İnsanlara neşe saçmayı seven kişilerin gerçekte içlerinde fırtınaların koptuğunu bildiğimden bu adamdan pek haz etmezdim, o da bunu bilirdi lakin dillendirmezdi. Benim için duygular indirgenmemesi gereken yegane hislerdi. Birinin üstünü örtmeye çalıştığınızda bir diğeri patlak verirdi ve dengeyi asla kuramazdınız. Okuduğum kitaplarda da bunu oldukça görüyor ve sinirlenmeden edemiyordum çoğu zaman.
Bay Platon'un Bıyığı en sonunda teşrif etmiş ve anfi ölü sessizliğine bürünmüştü. Bu adam, oldukça başarılı bir adamdı ki ondan haz etmeyen biri bile bunu görebilir ve çenesini açmaya cesaret dahi edemezdi. Profesör kelimesinin hakkını oldukça veriyordu ve haz etmediğim halde saygı duyduğum sayılı kişilerden biriydi.
"Ne düşünüyorsun?"
Yanımda oturan tek arkadaşım diyebileceğim adama kısa bir süre bakarak tekrar gözlerimi sahnenin tamamını hakimiyeti altına almış Bay Platon'un Bıyığı'na döndürdüm.
"Sehun, anfi kara bulutların esiri olmuş gibi değil mi?"
Kitaplarını önüne dizdikten sonra hafif bir tebessümle kafasını salladı. Anlamıştı, anlayacağından emindim zaten. Benden sonra 3,7 ile sınıfın en yüksek sıralamasına sahipti ve gözlem yeteneği de oldukça gelişmişti. 'Leb demeden leblebiyi anlamak' deyimi tam olarak onun karşılığıydı benim için.
"Farkındayım, nedenini bilmiyor musun Jeon?"
"Bilmem gereken bir durum mu?"
Omuz silkti. Ders başlamıştı, üstelemedim. Bilmem gerektiğini düşünmüyordum, Jung'un mutsuzluğunun sebebinin beni ilgilendiren bir kısmı yoktu. Proseför, jest ve mimiklerinin hakimiyeti ile anfiye kendini anlatırken her zaman yaptığı gibi güzel bir soru yönlendirmişti. Sırıtışım artarken gözlerimin parıldadığına emindim.
"Sınıf, size soruyorum: Eşitlik nedir?"
Kalkan elime nazaran sınıf çoktan kendi düşünce havuzlarına atmışlardı kendilerini. Ses seda çıkmıyordu. Bu sorunun cevabını pratik olarak veremeyen kişilerle aynı ortamda bulunmak bile sorunun cevabıydı oysa.
"Jeongguk."
"Ah teşekkür ederim, Bay Park. Öncelikle eşitlik benim için tanım olarak ne ırk, ne din, ne de dil gözetmekte. Bu konularda eşit olmak zorundayız zira. Örnek vermem gerekirse size profesör, 3,8 ortalamamla bu anfide olan ben ve 2,8 ortalamasıyla bu anfide bulunan Han Seung eşit olduğumuzun göstergesidir benim için. Nedenine gelirsem, çalışkan ve tembel iki kişinin de sınıf gözetmeksizin aldığı ortak derste bulunması bizim eşit konumlarda olduğumuzu gösterir."
Adamın kafası karışırken laf attığım Han Seung gözlerini avına saldırmaya hazırlanan kaplan misali açmış, yumrukları sıkılı bir şekilde beni izlemekteydi. Sinirlerini kontrol altına dahi alamayan bu adamla aynı bölümde bulunmak midemi bulandırıyordu. Ve inanır mısınız, bu adamlara laf geçirmeyi oldukça severdim.
"Bay Jeon, verdiğiniz örneğin aşağılayıcı olduğunu düşünmüyor musunuz? Konudan saptınız."
"Düşünmüyorum, pek âla yerindeydi. İnsanların doğal seçilimlerinin zorunlu olarak eşit görülmesinin açıklamasını yaparak absürt konuşmak istemiyorum. Sizin gözünüzden bakarak, sınıfınızdaki öğrencileri eşit görmek durumundasınız. Bu kişilerin ne denli tembel veyahut ilgisiz olması bunu göz ardı etmenizi engelleyemiyor, haksız mıyım?"
Profesör tatmin olmuş bir şekilde gülümserken dudaklarımdaki sırıtış da onunla birlikte genişlemişti. Biliyordu, onu her daim şaşırttığımı ve bu şaşırtmalarımın sinir bozucu olsa da tatmin edici olduklarını. Ah, sınıfın bana egoist dediğini duyar gibi olsam da o ince çizgiyi fark edemeyecek kadar aptal olduklarını bilerek sessiz kalmıştım. Birkaç kişi hariç elbet, çünkü bilirsiniz her daim istisnalar olurdu.
"Herkese tepeden bakan bir adamsın Jeon. Bu bölümü hak ettiğini düşünmüyorum."
Han Seung en sonunda gürültülü bir şekilde ayağa kalkmış, sandalyesinin çıkardığı tok ses anfide yankılanmıştı. Kaşlarımı çatma gereği dahi duymadan ayağa kalkmış ve aynı ciddiyetle gözlerinin içine bakmıştım.
" 'Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?' "
Gözleri yerlerinden çıkacakmış gibi daha da büyürken sinirle tekrar yerine oturmuş, gözlerini dışarıya odaklamıştı. Anlamıştı, aptal biri olmadığının bilincindeydim.
Zilin çalması ile toparlanan anfi ağır adımlarla ortamı boşaltırken Sehun ile biraz laflamış ardından çıkmak üzere eşyalarımı toplamaya başlamıştım. Kalabalığa karışmayı sevmezdim acelem olmadığı müddetçe, beklemek en iyi seçenekti benim için.
Çantamı sırtıma takarak çıkışa yönelmiştim ki sağ tarafımdaki beden dikkatimi çekmişti. Jung Hoseok, anfiden fırlarcasına çıkan ilk kişi, boş bakışlarının hakimiyeti altında sırasında oturuyordu. Ona baktığımı fark ederek bakışlarını bana doğru çevirdi. Gözlerimizin saniyelik buluşması ile hareketlensem de sesi bunu bölerek yerime çakılmamı sağlamıştı.
"Cenazeye giderken hangi çiçeği alırsın?"
Gerilmiştim. Çiçeklere olan ilgimi bilmeyen yoktu zira dikkat çeken görüntüm insanların beni araştırmasını sağlıyordu. Ve inanır mısınız, bu olay egomu tatmin etmekten çok beni sinirlendiriyordu lakin ağzımı açmıyordum. İnsanlar, davranışlarının ucu bana dokunmadığı sürece yaptıklarında özgürlerdi, karışmaya hakkım yoktu.
Vücudumu ona doğru döndürerek tekrar gözlerimizi birleştirdim. Gözlerinde saf keder vardı. Titreyen dudaklarından ağlamak üzere olduğunu anlayarak derin bir nefes çektim. Sorunun temelinde yatan anlamı anlayarak yanına doğru adımladım, bir ölünün tekrar geri getirilemeyeceğini herkes bilirdi.
"Onu en çok anlatan çiçeği alırdım, Jung. Gördüğü zaman kendisini görebileceği, kokusunda karışabileceği bir çiçeği alırdım."
"Hayatta olan biri için almıyorum bu çiçeği."
Gülümsedim. Kimin öldüğünü merak etsem de haddime olmadığından sormamıştım.
"Farkındayım."
Gözlerini yere indirerek zorla gülümsedi. Bu duruma gerçekten kırılmıştım. Kalp kırıcıydı, kayıplar her zaman kalp kırıcıydı.
"Tavsiye için teşekkür ederim, Jeongguk."
Çantasını eline aldığı gibi koşar adımlarla anfiden çıkarken onu izleyerek ben de yoluma devam etmiştim. Kimin öldüğünü ise anfiden çıktığımda, menekşelerin donattığı çelengin üzerindeki gülümseyen adamın yanına gittiğinde anlamıştım.
Bugün Edebiyat Fakültesindeki son sınıf öğrencisi Park Jimin'in ölüm yıl dönümüydü.