Arda'nın evinde mantı yediğimiz günün üzerinden geçen on günde birçok şey değişti ve bu hem çok yavaş, hem de çok hızlı bir şekilde oldu. Mesela sabah rutinim... Yağmurlu geçen birkaç sabah işe Arda'nın arabasıyla gittim fakat sonra bir sabah yağmurlar aniden duruverdi. O sabah Arda yine kapımı çaldığında ve sakince "Hazır mısın?" diye sorduğunda mühim bir karar vermem gerekiyormuş gibi hissettim ve bu kararı verirken hiç zorlanmadım. Sanki bir önceki yağmurlu sabahla tam olarak aynı koşulları yaşıyormuşuz gibi Arda'ya "Hazırım." diye cevap verdim. Evden çıktım ve onunla arabasına bindim. İkimiz de otobüslerden, duraklardan ya da bu durumun geldiği noktadan bahsetmeyip sanki doğal olan buymuş gibi davrandık. Bu da sonraki sabah, yine yağmur yağmadığı halde Arda'nın arabasına binmemi sağladı. Ve sonraki sabah. Ve sonraki.
Değişen bir sonraki şey öğle aralarıydı. Bir öğle arası yemeğimi alıp Arda'nın ofisine gitmek gibi bir karar vermiştim ve her nasılsa bu da kısacık bir zamanda bir rutine dönüşüvermişti. Bunda Arda'nın önerdiğim Lisa MacRoy kitabını okumuş olmasının etkisi büyüktü. Onunla bütün öğle molası boyunca kitap hakkında konuşunca okuma zevklerimizin birbirine ne kadar yakın olduğunu hatırlamıştım. Rus Edebiyatı ve Fransız Edebiyatı noktasında bazı fikir ayrılıkları yaşasak da Arda'yla kitaplar hakkında konuşmak dünyanın en güzel şeylerinden birisiydi. Ne yazık ki bu durumu hiç abartmıyordum. Eğer abartıyor olsaydım, eğer bu o kadar da güzel bir şey olmasaydı belki kalbimi ikinci kez ona kaptırmadan önce kendimi biraz olsun frenleyebilirdim.
Frenleyemiyordum. Birlikte geçirdiğimiz her saniye Arda'ya bir parça daha kapıldığımın farkındaydım. Çünkü o harika birisiydi. Tamam, belki tam olarak harika değildi. Hala bir kardan adama benziyordu. Hala iki saniyeden fazla gülümsemiyordu ama yine de iki saniyelik gülümsemeleri hedefi tam on ikiden vuran oklar gibi acımasızca kalbime saplanıveriyordu. Soğuk tavrı artık beni hiç rahatsız etmiyordu. Zaten baş başayken ya da arkadaşlarının yanındayken o kadar da soğuk durmuyordu. Semih'e sataşmaları, Murat'la aralarındaki bir espriye gülmeleri, üçünün dâhil olduğu anıları anlatırken gözlerinde parlayan çocuksu ışık... Bunlar onu biraz olsun ısıtıyordu. Öğle yemeklerinden sonra yememiz için ikimize birer mandalina getirmesi de benim kalbimi ısıtıyordu.
Özüm bile Arda'yı sevmeye başlamıştı. Ki o, lisede olanları benim kadar unutmuş da değildi. Hala hatırlıyordu hatırlamasına ama Arda herhangi bir falso yapmadıkça bunu ortaya sürüp duramıyordu. "Belki büyümüştür." diyordu ara sıra. "On yedi yaşındaki erkekler hala bebek sayılır sonuçta, değil mi?"
Açıkçası ben artık o olayı düşünmüyordum. Çünkü düşünecek daha başka şeylerim vardı. Arda'nın bana uzun bakışları gibi mesela. Konuşurken kurduğu bir cümlenin derin anlamları gibi. Onun gözleri, saçları, dudakları gibi.
"Ben var ya... Ben mahvolmuşum."
Tezgâhta portakal kabuğu rendelemekte olan ablam bana kirpiklerinin altından uzun bir bakış attı. "Olmuşsun sahiden."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kar ve Kıvılcım
HumorBir varmış, bir yokmuş. Soğuk diyarların padişahı kardan adam, bir gün kendisini eritecek bir alev parçasıyla karşılaşmış. Anlatacaklarıma başlamadan önce benimle ilgili bilmen gereken üç şey var sevgili okuyan. Kim ne derse desin kırmızı rujun bana...