2.2

16 2 0
                                    

Mark arkasına döndü ve ona şaşkınlıkla bakan bir hostesle göz
göze geldi.
“İyi misiniz?”
Hostes, “Size nasıl yardımcı olabilirim?” gülümsemesini
takınamayacak kadar afallamıştı. Oysa Mark kâbuslar dünyasına
dalmadan önce genç kadın yolcular arasında gülümseyerek
dolaşmıştı.
Mark, öteki yolcuların da ona kuşkuyla baktıklarını fark edince
başını sallamakla yetindi.
“Size bir şey getirmemi ister misiniz?” diye sordu hostes. “Her
an hizmete hazırım” ifadesi yüzüne dönmüştü yine. “Bir bardak su
ya da aspirin?”
Evet, isterim, diye düşündü Mark. O lanet olası içecek arabanızı
getirin, ne varsa mideye indireyim. Bütün o küçük Johnnie
Walkerlan, Jack Daniel’sları, Southern Comfortları, Chantreleri,
Gordon’s Dry Ginleri... Bunların bazen yararı oluyor, biliyor
musunuz? Hatta son zamanlarda bayağı sıklıkla yararını gö-
rüyorum. Kötü anıları unutmama yaramasalar bile, ellerimin o
lanet olası titremelerini önlüyorlar. O halde hadi, hadi, getirin
çabuk. Para önemli değil. Nasılsa artık beş parasız sayılırım.
Mark gözlerini ellerine dikti ve kendini gerçekten bir içki
ısmarlaması gerektiğini düşünürken buldu. Hatta iki. Dili, özellikle
de boğazı kendine acı veren susuzluklarını giderecek sert bir şey
için tam anlamıyla yanıp tutuşuyordu.
Mark avuçlarını bacaklarının üstüne bastırıp yeniden hostese
baktı.
“Bir paket naneli şekeriniz var mıdır acaba?”Mark pasaport kontrolünden çıkarken Londra’nın en büyük ha-
valimanı onu her zamanki sabah yoğunluğu içinde karşılamıştı.
Uçakta yanında oturan takım elbiseli adam tekerlekli bavulunu
çekerek Mark’ın yanından hızla geçip gitti, belli ki bir an önce bir
taksiye, Heathrow Express trenine ya da aktarmalı uçağına
ulaşmaya çalışıyordu. Kül rengi bir döpiyes giymiş olan sarışın bir
iş kadını telefonun öteki ucundaki kişiden geç kaldığı için özür
diliyordu. Uçak Frankfurt’tan on dakika rötarla kalkmıştı. Mark,
ne tuhaf bir dünya, diye düşündü, göz açıp kapayıncaya kadar
yüzlerce kilometreyi geride bırakıyorsun ve on dakikalık gecikme
için özür dilemek zorunda kalıyorsun.
Oysa Mark bir buçuk yıl öncesine kadar aynen bu insanlar gibi
düşünürdü. Ancak insanın zamanını aslında kontrolü altına
alamadığını öğrenmişti artık. Hayatın cilvesi burada gizliydi:
Neyin gerçekten önemli olduğunu anlayabilmek için bazen ağır
darbelerin yaşanması gerekiyordu.
Bekleyen küçük bir grubun yanında duran Somerville’i hemen
fark etti. Yıllardır görüşmemiş olsalar da profesörü görür görmez
tanımıştı. Son olarak, bir psikiyatri kongresi çerçevesinde ağır
travmaların tedavi yöntemlerinin konuşulduğu ve birlikte
katıldıkları bir panelde karşılaşmışlardı. Mark ondan önce Sınır
Tanımayan Doktorlar adlı yardım örgütünde yer almış, o günlerde
savaş bölgesi olan Kosova’da aylarca kalmıştı. Savaşın dehşetini
yaşamış insanlarla edindiği deneyimleri kongrede meslektaşlarıyla
paylaşmıştı. Gün gelip kendinin de ağır bir travmaya yenik
düşeceği o zamanlar aklının ucundan bile geçmemişti. Şimdi o
günlerle ilgili anılar Mark’a bir yabancıya aitmiş gibi geliyordu.
Çünkü o artık bambaşka bir insan olup çıkmıştı.Oysa Lionel Somerville, en azından dış görünüş olarak hiç
değişmemişti. Belki kır saçları biraz beyazlaşmıştı ancak duruşu
hâlâ dimdikti, bakımlıydı ve düzgün vücut hatları öğle tatillerini
Londra’daki King’s Koleji’nin kampüsünde koşu yaparak geçirme
alışkanlığını sürdürdüğünü gösteriyordu.
Somerville, Mark’ı görünce el sallayıp keyifle gülümsedi. Hem
bu gülümseme hem de Somerville’in açık renk spor ceketi, bej
pantolon ve kahverengi ipek fuları Mark’ı rahatsız etmişti. Aslında
profesörün siyah giysiler içinde olacağını beklemişti. Somerville,
Mark’ın yanma gelip onunla tokalaştı.
“Mark! Size gördüğüme çok sevindim. Doğruyu söylemem
gerekirse ben de George da geleceğinizden pek emin değildik.”
“George mu?” Mark afallayarak baktı. “Profesör Otis’in onun
cenaze törenine geleceğimi bildiğini mi söylemek istiyorsunuz?”
“Bildiğini iddia edersem abartmış olurum,” dedi Somerville.
“Şöyle diyelim: Bunu çok arzu etmişti.” Mark’m spor çantasını
gösterdi. “Bütün bagajınız bu mu?”
“Evet, kısa bir süreliğine geldim zaten.”
Somerville yine gülümsedi ve Mark’ı bu tavrıyla bir kez daha
rahatsız etti çünkü deniz mavisi gözlerinden tuhaf bir ifade
okunuyordu; bu adam sanki Mark’ın yanıldığını biliyor gibiydi.
Mark ona soran gözlerle baksa da profesör bununla ilgilenmeyip,
“Durumunuz nasıl?” diye sordu. “Havaalanında bir fincan çay ya
da kahve içmek ister misiniz, yoksa hemen yola koyulalım mı?”
“Bence hemen gidelim.”
“Çok güzel, o halde gelin. Sizin için elbette değer, dostum ancak
buradaki park ücretleri oldukça tuzludur.”
Somerville önden yürüyerek havaalanı binasından çıktı ve park
alanlarına doğru ilerledi. Bir yandan da son günlerin berbat hava koşullarından söz ederek Noel’de kar yağma olasılığının
muhtemelen yine çok düşük olduğunu anlattı.

Fobi꧂Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin