King’s Koleji yurdundaki oda küçük ve kullanışlıydı. İçinde bir
yatak, dolap, küçük bir masa, ahşap sandalye ve kutu gibi bir
banyo vardı, hepsi bu kadardı. Tuvalet koridordaydı. Duvarlarda
resimler ya da odaya konfor katabilecek herhangi başka bir ayrıntı
yoktu.
Mark pencereden bir süre orta avluya baktı, kırmızı parke
taşların üstüne yağmur damlaları hızla iniyordu. Karar veremi-
yordu, Londra’ya gelerek gerçekten doğru mu yapmıştı?
Profesör Otis elbette çok saygı duyduğu biriydi. Onunla her
zaman çok iyi anlaşmışlar, Mark öğrenimini tamamladıktan sonra
da kopmamışlardı. Doktora danışmanının intihar haberi Mark’ı
derinden sarsmıştı. Ancak buraya geliş nedeni yalnızca Otis’in
cenaze törenine katılmak değildi. Onunki daha çok bir kaçıştı;
kendi yaşamından ve adını henüz koyamadığı bir şeyden
uzaklaşmak istemişti.
Korku belki de.
Ya da boşluk.
Ya da ikisi de.
Mark pencerenin önünden çekildi. Yağmura ve soğuk rüzgâra
aldırmadan yürüyüş yapmaya karar verdi.
Thames Nehri’nin kıyısı kampüse yakındı ve Mark fütürist ka-
binleriyle London Eye’ı uzaktan seçebiliyordu. Londra’ya en son
gelişinde bu dönme dolaba binebilmek için kongreden birkaç
saatliğine kaçmıştı. O gün hava açık ve gökyüzü masmaviydi,
parlamento binası müthiş bir manzara sergiliyordu. Oysa bu
havada turistler fotoğraf makinelerini ceplerinden bile çıkar-
mazlardı.
Hava bozuk olduğu için Victoria Embankment’ta tek tük
insanlar vardı. Mark, Millenium Köprüsüne ulaştığında köprü
dakikalarca bomboş kaldı. Mark’ın alışmadığı bir görüntüydü bu.Yalnızca yayalara açık olan köprüye ayak bastığı sırada karşı-
dan koşu yapan bir adamın, onun arkasından da iki genç kadının
geldiğini gördü. Kadınlar rüzgârın şemsiyelerini çekiştirmesine
aldırmadan yüksek sesle konuşup gülüyorlardı.
Profesör George Otis’in atladığı noktayı bulmak kolay olmuştu.
Dostları ve öğrencileri köprünün tam ortasına çeşit çeşit çiçekler
ve çelenkler bırakmışlardı; günün öğleye yaklaştığı bu saatte iç
bunaltıcı griliğin içinde ferahlatıcı renk noktacıkları gibi
duruyorlardı.
Mark orada durdu ve aşağıda ağır ağır ve kapkaranlık akıp giden
Thames’e baktı. Köprünün rüzgârda hafifçe sallandığını
duyumsayınca Lionel Somerville’in sözleri aklına geldi.
Bunun boşlukta süzülmek ve özgürlükle ilgisi var, anlıyor
musunuz?
Evet, onun ne demek istediğini anlıyordu Mark, ayrıca Otis’in
parmaklıklara tırmanıp aşağıya atladığı sırada içinde neler olup
bittiğini de anlamaya çalıştı.
Bu köprüden atlamanın onu öldürmeyeceğinin bilincinde olması
gerekirdi çünkü Millenium Köprüsü yeterince yüksek değildi.
Ülkenin intihar köprüsü olmak gibi üzücü bir şöhrete sahip
Bristol’daki Clifton Suspension Köprüsünün ününü paylaşan,
kentin kuzeyindeki Hornsey Lane Köprüsü, Otis’in amacına daha
uygun bir yer olurdu.
Ne var ki George Otis trafiği yoğun olan bir köprüden at-
lamazdı. Her şey bir yana, atlayarak tehlikeye atacağı insanları
düşünerek yapmazdı bunu.
George Otis, Somerville’in de belirttiği gibi, “suyu sevdiği için”
buradan atlamıştı. Kollarını açmış, ayaklarıyla kendini par-
maklıklardan aşağıya itmişti. Saliseler içinde Thames’e batmış ve boğulmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Fobi꧂
Mystery / Thriller✍︎Dondurucu bir kış gecesi kocasının arabası evin önünde durur. Sarah kocasını karşılamaya iner ama mutfaktaki adamın o olmadığını anlar. Yabancı eve arabalarıyla gelmiş, içeri kocasının anahtarıyla girmiş ve onun gibi giyinmiştir. Sarah'nın ise yüz...