Jungkook
"Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları!
Kainat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar!
Üstüne eğilirken ey aşkımın pınarı,
Sanırdım ciğerimde kanının kokusu var.
Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları!"
Yağmur. En değerli maden olmalı varlığıyla. İlk yağmurun yağışını hatırladığım zamana gittim şuan ayaklarımın altında ezilen damlaların arasında. Minicik parmaklarım kapının geniş pervazını daha avuçlamaya yetmezken dayamıştım sırtımı o zamanlar sarsılmaz bulduğum beni her zaman koruyacağına inandığım annemin bacaklarına eh ne de olsa o zamanlar boyum yetmiyordu. Anneme neden bu kadar küçüğüm diye hayıflanmıştım o gün. Şefkatle kısılan gözleri sanki bir el olup saçlarımı okşarken bedenin küçük olabilir ama çok büyük bir kalbin var demişti dediklerinin bir kelimesini bile anlamayacak olmamı düşünmeden kurduğu cümleyle daha birkaç yüzyıl önce babamın göğsümün sol kısmında tam yerini bilmesem de işte el yordamıyla şuralarda bir yerlerde kalbimin olduğunu söylediği yere koydum parmaklarımı. Elime gelen tek şey pamuk gömleğimin o yumuşak dokusu oldu, demek ki kalpte böyle yumuşak bir şey olmalıydı. O zamanlar annemin kurmuş olduğu bu cümle üzerinde düşünmek için saatlerimi harcamayacak kadar küçüktüm, düşünebildiğim şeyler bana öğretilenler kadardı; yemek yemek, yıkanmak, kaşık çatal tutmaya çalışmak, bahçede kelebek sinek kovalamak. Keşke şimdi de küçük olsaydım ya, o kadar çok düşünecek cümle biriktirmişim ki içimde hangisinin peşine takılmaya kalksam elimi yanlış ipe atmış yanlış bulmacanın sonunu kovalarken buluyordum. Annemin cümlesinin o zaman ki anlamsızlığı önümde yere düşen ve kulağıma çok korkunç bir canavarın bağırışını anımsatan sesle daha da anlamsızlaşmıştı. Bu yüzden başımı büyük bir şaşkınlıkla yukarı kaldırırken anlamlandırmaya çalışıyordum ellerim gibi daha minicik olan aklımla. Bir yarışa girmiş gibi yere acımasızca akan sıvının ne olduğunu. Babamın yazın en güzel ılık gecelerinde yıldızları bana izletmek için çıkardığı evimizin bahçesinde kurulduğumuz yerin yanına koyduğu gaz lambamızın ışığını güneş sanıp gelen sineklerin kaderleri gibi onlarda ölüm için yarışır gibiydiler. Ölümü de daha yeni öğrenmiştim o zamanlar. Ne çok şey öğrenmeye meraklıymışım o zamanlar, şimdi silik bir tebessüm var dudaklarımda küçük jungkookun görmesi dileğiyle. Babama ölümün ne olduğunu sorduğumda şaşırmış bir ifadeyle doğrulmuştu yerinden. Tabi bende ister istemez rahat yerimin kaybolmasıyla doğrulmuş bulunmuştum. Babam o zamanlar bebek sarısı olan saçlarıma en sevdiğim öpücüğünü kondurup koltukaltlarımdan tutup çevirmişti beni kendine. Ilık bir nefesi derince soluduğunda o zamanlar yaşımın vermiş olduğu büyüklerime benzeme dürtümle ben de babam gibi derin bir nefesi çekmiştim içime, ama ne derin bir nefes belki o zamanın behrin de şu sürekli etrafımızda dolanıp beni güldüren babamı ise sinirlendirmekten geri durmayan sinekler bile benden daha çok soluk çekiyor olabilirlerdi. Babam halimi komik bulmuş olmalı ki gözlerinin etrafında ve dudaklarının kenarındaki tüm o tanrının eseri olduğunu söylediği çizgileri gösterecek kadar gülmüştü bana. Ben büyük bir hayranlıkla babamı izlerken yüzündeki gülümsemeyi silmemeye gayret göstererek gözlerimin içine baktı.
- Kim öğretti sana bu kelimeyi bakalım küçük bey?
Tesadüf eseri öğrenmiş olduğum bu kelimenin iyi bir anlamı mı var yoksa kötü bir anlamı mı var bilmediğim için ilk biraz tereddüt etsem de babam, her zaman benim içimi okuyan babam benden önce saçlarımı karıştırıp yine güzel bir öpücük bırakıp
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ALIENA (Taekook)
FanfictionBir baba gibi seviyorum seni, saçlarını karıştırıp öpüyorum başını. Bir anne gibi seviyorum seni, sıcacık bağrıma basıp ısıtıyorum sevgisizlikten titreyen bedenini ve bir annenin merhametini bırakıyorum gözlerinle avuçlarının içine. Bir kardeş gibi...