Jungkook
"Bir saat bile gitme gidersen uykusuzluk,
Damla damla birikir o saatte,
Ve bir evi arayan bütün duman,
Yitik yüreğimi öldürmeye gelir belki de,
Kırılmasın kumun üstünde görüntün,
Göz kapakların bensiz uçmasın,
Bir dakika bile gitme sevdiğim,
Bir an bile uzaklaşsan,
Dünyayı dolaşırım yalvarmak için sana,
Ya dön ya da bırak öleyim diye."
Güneşten kaçan bir çöl aslanı gibi sığındığım elma ağacının altından üzerime düşen gölgeliklere şükürler ederek parmaklarımın arasındaki iki boyuta düşürdüğüm çiçeğimi izliyordum. İki gün önce dipdiri ahenkli rengi solmaya başlamış, kahverengilikler kan kırmızısı yapraklarına verem gibi oturmaya başlamıştı. Saklayamamaktan korktuğumdan yabancıdan aldığım ilk hediyenin arasına sıkıştırmış, aldığım ikinci hediyeyi bir nevi bozmuştum aslında. Kendi hemcinsinden aldığın bir çiçeğin bile hesabının sorulacağı bu devirde onu ulu orta bir vazonun içine koyup salonda sergilemek hak getire olduğundan, gün gün sakladığım kitabın arasından çıkarıyor, kendimi koruyarak oturduğum bu alandan güneşe doğru uzatarak kurumasını bekliyordum yeni saklanacağı mesken olan yüreğime koyabilmek için. Bazen kuruduğu için düşen birkaç yaprağı içimi cız etse de, her canlının beni bırakmasına alıştığım gibi bu duruma da alışmaya çalışıyor bir yandan da düşen her bir yaprağı özenle mendilimin içine toplayarak ceketimin göğüs bölgesindeki iç cebine atıyordum.
Güneş hatırı sayılır bir vaziyette saklandığım alanda bile kendini belli etmeye başladığında vakit öğlene geliyordu. Dik açıdan güneşin ışınları yerdeki yeşil otları bile sararmaya zorlarken cüsseme ters düşecek bir hareket yaparak ağacın gövdesine iyice sindim. Havanın böyle alengirli halleri yüzümü gülümsetiyordu. Güneşe tuttuğum elim sıcaktan kızarıp yanmaya başladığında çiçeğimi mendile sarıp cebime koyarken elimi de alnıma basmıştım. Alnım elimin ateşiyle ısınmaya başladığında kendi kendime gülüyordum, elimi soğutmak için bulduğum dahice çözüm karşısında.
Gözlerimi kapatmış bulutları sakince içime çekerken uyuşan kolum huzurumu bozuyor olsa da etraftaki seslere odaklandım. Sanki kulaklarım aynı sesleri işitmekten öte ikisi de farklı sesler işitir gibiydi. Bu muazzam durum karşısında duyduklarıma baktım. Sol kulağıma dolan çocukların utangaç neşeleri, sağ kulağıma dolan ise yoldan geçen insanların ayakkabılarının gürültüsü. Sol da duyduğum sesler daha çok hoşuma gittiğinde bedenimi sola doğru yatırdığımdan habersiz daha da odaklandım. Sesleri belirgin cümleler oluşturmaktan çok fısırtı şeklinde gelirken yanımda hissettiğim sıcaklıkla odaklarım havaya polen gibi dağılırken şimdi duyduğum tek ses sık nefeslerine eşlik eden ağır yutkunmalarıydı. Önce omuzunu hissettim kolumda sonra yerde çıkardığı hışırtılara eşlik eden saçlarından dağılan rüzgarı, en son bastırmaya çalıştığı dudaklarının arasından kaçan kıkırtıları. Gözlerim halen kapalı olsa da yüzünün bulunduğunu hissettiğim yere döndüm, gözkapaklarım ağır ağır açılırken gülüşünü yakalayabilmiştim. Aşina olduğum gözlerinden önce gördüğüm bu manzara diğerine duyduğum gereği çoktan süpürmeye başlamıştı güzelliğiyle. Dudaklarında ki çizgiler birer birer açılırken daha da büyüdü gülüşü birkaç saniye önce görmek için sabırsızlandığım küreleri bir gülüşe mağlup olurken kırışıkların arasında da kayboluvermişlerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ALIENA (Taekook)
Fiksi PenggemarBir baba gibi seviyorum seni, saçlarını karıştırıp öpüyorum başını. Bir anne gibi seviyorum seni, sıcacık bağrıma basıp ısıtıyorum sevgisizlikten titreyen bedenini ve bir annenin merhametini bırakıyorum gözlerinle avuçlarının içine. Bir kardeş gibi...